Yaşamanın, insan onuruyla, sorumluluk bilinciyle, bilgi, birikim, yetenekle, çalışma azmiyle ve bir de aşkla, insan sevgisiyle bütünlendiğinde müthiş bir serüvene, ince bir mizahla şölene dönüşen berrak bir yaşamı dinledim Çetin Taşkent’ten
Ailesi Rize İğdereli. Çetin Taşkent, 1944 yılında Fatih’te doğuyor. Her ne kadar Fatih’te doğsa da, o aslında Kuzguncuklu… İstanbul’a geçmişten miras kalan bu sakin sahil semtinde yetişip büyüyor. Çocukluk bir başka güzel denizde serpilip büyüyünce… O altı aylıkken eski, dört katlı bir Rum evini satın alıp yerleşiyorlar. Şimdiyse o Rum evi kızlarının da işi sahiplendiği şirin mi şirin işyerleri. Marmara’dan gelen bir geminin kaptan köşkünde oturup Boğaziçi’ni izlemek gibi bir duygu ofislerinde çalışmak. O çocukken köprüden eser yok daha… Bostanlarda, bahçelerde oynayıp, her çocuk gibi o da top koşturuyor. Kaptanoğlu Ailesi mahalleye komşu gelince memleketli, meslektaş, en yakın arkadaşları Cengiz, Gündüz, Engin Kaptanoğlu oluyor. Murathan Mungan’ın “…. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların, savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün…” dizelerinden anlaşıldığı üzere, dostluklar eskidikçe güzelleşiyor. Çocukluktan bugüne taze kalan eski dostluklar Kuzguncuk’ta güzel anılarla dalga dalga çoğalıyor.
Kuzguncuk İlkokulu’nu bitiren Taşkent ardından Saint Benoit Fransız Erkek Lisesi’ni kazanıyor. Gözlerinde o “afacan çocuk” parıltısıyla, “Biraz haylaz bir öğrenciydim” deyip sesinde kahkahayı dengelemeye çalışan zoraki bir sertlikle de “Ama üniversiteye girdikten sonra hiç sene kaybetmedim, hem çalıştım, hem okudum” diyor. Tatillerde ekmek teknesinde çalışmayı da ihmal etmiyor. Galatasaray Üniversitesi İktisat Bölümü 3’üncü sınıf talebesiyken evleniyor.
Babası okumamış, ama çocuklarının eğitimine epey emek vermiş. İstanbul’a göç edince Boğaziçi’nde yolcu taşımacılığına başlamış. Bir ortaklık kurup, eski tabirle “çektirme” denilen bir koster almış. Hem acente işiyle uğraşmış hem de Türkiye’nin postasını taşımış. “Rahmetli babamın Türkiye’deki bütün posta işini taşıması da hakikaten bizim için o çocukluk döneminde değişik bir hadisedir. Bizim bir posta motoru bir akşam saat yedi suları çıktı limandan… Sirkeci’den Haydarpaşa’ya gidiyor, içi posta dolu. Bir kaptan, bir adamımız ve bir de postane memuru… Normalde yarım saatte Haydarpaşa’ya varan tekne gecikti, saatler geçti, tekne kayıp! Nasıl yok olduğunu hâlâ kimse bilmiyor. Sene 50’liler… Deniz yarılmış, sanki hepsini yutmuştu. Askeri gemi ve helikopterlerle yapılan onca aramada hiçbir şey çıkmamıştı. Rahmetli babam ve amcam bu olayın üzerine gitti ancak onlara “Susun ve bu işi kapatın,” dendi. En son aldığımız istihbarata göre içinde Bağdat Paktı’na ait belgeler varmış. Daha sonra “Küçük tekneymiş, Rus gemileri gelip vinç takmışlar ve tekneyi almışlar,” yorumları yapıldı. Ne kaptandan, ne PTT’nin adamından bir haber, ne de kolilerden geriye bir iz bulabildik. Bu olay öylece kapandı. Bu, ilk defa size anlattığım ve hiç unutamadığım bir olaydır.”
Bir yenilik bir ekmek teknesini kapatıyor
Daha sonra köprü yapılınca deniz posta işi kalkıyor. “Tabi üzülmüştük, ekmek teknemiz kapanmıştı” diyor Taşkent. Babası her Rizeli gibi ihtiyatlı, hemen diğer işlere girişiyor. Bu arada an be an köprünün inşasını da takip ediyorlar. İki kıta birbirine köprüyle bağlanırken bizim deniz postası da tarihe karışıp anılardaki yerini almış; birçok denizcinin o zamanki ekmek teknesi olarak. Taşkent dönemin Başbakanı Demirel’in şu sözünü hiç unutmamış, “Bu köprü ileride yetmeyecek.”
Çetin Taşkent okuyor, okuldan arta kalan zamanlarda da babasının dolmuş motorlarıyla yolcu taşıyor. İş zamanla kendi içinde devinip gelişiyor. Bütün çekek yerlerine giden Taşkent, “Bu dediğim seneler 50’ler, 60’lar. O arada bütün çekek yerlerine gidiyordum. Kenan Torlaklar’ın çekek yeri olan Fener köprü başına giderdim. Kenan, Murat’ın kardeşi Başaran (Bayrak) o zamanlar ufaktılar, gelip benden bahşiş isterlerdi. Şimdi büyük tersane sahibi oldular. Yani geçmişte benim yanımda, benden küçük olan o kişilerle bu camianın içinde beraber olmanın verdiği ayrı bir haz var. Mesela Kenan’la aynı evde doğduk. Kenan’ın Tuzla’ya gelişini hatırlıyorum. Mesela biz Taşkent I’in inşasına Ayvansaray’da başladık. Oranın yıkım kararı çıkınca tekneyi kabuk olarak Tuzla’ya getirdik, orada karaya çıkarıp tamamladık. Niye anlatıyorum bunları? Tüm bu yaşantıları gördük biz.”
Lisede okurken babası miço kâğıdı almasını sağlıyor. Eski insanlar meslek sahibi olmanın kıymetini bilip, kolunda bir bilezik olsun ister ya, Hacı Mehmet Taşkent sevilen, sayılan bir kaptan. İstiyor ki, oğlunun kolunda bileziği bahriyesi olsun. Bonservisini de o imzalıyor. “Hiç unutmam, gemici olmak için limana müracaat ettim, Enver Bey’di liman başkanı. Bonservise baktı, Taşkent’i görünce, ‘Sen Hacı Mehmet’in nesi oluyorsun?’ dedi, ‘Oğluyum’ dedim. ‘Uzat bakalım ellerini’ dedi, uzattım. ‘Sen gemici olarak müracaat ettin ama ellerinde bir dirhem kir yok’ deyince ‘Ben talebeyim efendim, ama okul tatil olunca, hatta hafta sonu da çalışıyorum. O yüzden deniz ile haşır neşirliğim var’ dedim. ‘Bak, babanın hatırına bunu kabul ediyorum, ama usta gemici olarak bonservisinle hiç karşıma gelme!” dese de Taşkent, usta gemici de oluyor.
Yıldırım aşkı; “Şimdiki nesil elektrik diyor, ben hava gazı lambalarını bilirim”
Hayatında her şeye kendi karar veriyor ama yaşamın ona sunduklarına, gelenek ve değerlerine yüksek sadakatle sıkı sıkya bağlı kalıyor. Bugün ofisin yanındaki bina da onların. Tabii haylaz çocuk serpilip büyüyünce hızlı bir çapkın olup çıkıyor. Bayağı hızlı o zamanlar. Ailesi aman çocuğu kaybetmeyelim, ne de olsa ilk erkek evlat deyip telaşa düşüyor. Hemen evermeye karar veriyorlar. Çalışmalar harıl harıl başlıyor. Okuyor ama aile karar alıyor bir kere, evlenecek! Kızlar görülüp beğeniliyor ve sonra Taşkent’e gösteriliyor. Ama bizim delikanlı öyle kolay da beğenmiyor. Taşkent’in muzip anlatımıyla aktarayım yıldırım aşkına varan hikâyeyi; “Bizimkiler tutturdu ‘İlla evleneceksin’ diye. ‘Tamam’ dedim ben de, daha talebeyim. Görücü usulü iki üç tane kız gösterdiler, beğenmedim. Beraber gezdiğim kızlarla da ben evlenme niyetinde değildim. Sonra büyük ablam eşimi görmemi istedi. ‘Okullar tatil oluyor, git Saliha’yı bir gör’ dedi. Daha 16 yaşındaydı, onu iki sene evvel 14 yaşındayken görmüştüm. ‘Abla o daha çocuk’ dedim ama ablam getirdi kızcağızı. Şimdiki nesil elektrik diyor, ben hava gazı lambalarını bildiğim için elektrik de diyemem; Kuzguncuk İlkokulu’ndayken elektriğin e’si yoktu. Sokak köşesindeki hava gazı lambası sopanın ucundaki kandille yakılırdı. Eşimi görür görmez çarpıldım! ‘Abla bu olur’ dedim. Samsun’da öğretmen okulunda okuyor o zaman, iki sene sonra da öğretmen olacak. Annem, babam gittiler istemeye, hemen nişan yaptık. Ben daha ikinci sınıftaydım. Bir sene nişanlı kaldım. Ertesi sene evleneceğiz dedik. ‘Okul yok’ dedim. ‘O Samsun’da okuyacak, ben İstanbul’da. O lise öğrencisi, ben üniversite. Olmaz’ dedim. Lise 2’ye geçti ve bıraktı. Bir sene daha okusaydı öğretmen olacaktı. Neyse, evlendik. Ben de o sırada üçüncü sınıftayım. Evlendiğimizde bu ofis bizim evimiz oldu. Koridorun yanındaki kapıdan havai hat köprüyle babamın evine bağlandık. İlk Boğaz Köprüsü burasıdır. Bu sene 41. yılımızı kutluyoruz. Eşimle bir gün bile dargın durmadım.”
Her Karadenizli gibi Taşkent de birden celallenip sonra süt liman olan bir kişiliğe sahip. O kadar iyi kalpli ki, birden parlayınca kendini o an kontrol edemeyip kalp kırıyor, ama ardından süt liman olup gönül alana kadar içi rahat etmiyor. Bunun üstesinden gelmek için de bir anısını paylaştı, çok güldüm ama o da bende kalsın.
“Hoşgörülü, kin tutmayan, insan sevgisine kendini adamış bir gönül adamı” diyor kızı Serap babası için. Dört tane kızı var, üçü her nasıl olduysa dörder sene arayla doğmuş. İkisi eylülün ondokuzu, biri onyedisinde. Komik bir anıyla otuz yıl öncesine dönüyoruz. Mısır’da buna benzer bir hadise Günaydın Gazetesi’ne haber oluyor. Bunu okuyan Taşkent durur mu, gazeteye kızlarının nüfus cüzdanlarının fotokopilerini üşenmeyip postalıyor. Bir de not yazıyor, “Bir tanesi su koyverdi, bakın ikisi de aynı gün” diye. “Dört kızım, üç de oğlum var” diyor ve devam ediyor anlatmaya, “Birinci çocuğum Arzu. İkincisinin ismi Serap, son tesellimizdi. Erkek bekliyorum. Geldi hemşireler, ‘Gözün aydın’ diyorlar. Sordum ‘Ne oldu?’ ‘Kız’ dediler. ‘Sağolun, Allah razı olsun’ dedim. Üçüncü çocuğumun doğumu için baldızım da buradaydı. Normal doğum olduğu için bir akşam artık sancıları başlamış. Tam o gün hem televizyon izliyorum hem de güzel bir lüfer yiyorum, ama o zamankiler gerçek lüfer sarıkanat değil. ‘Çetin çabuk’ diye seslendi baldız. ‘Şu balığı bitireyim bari, iki duble de rakı içeyim’ dedim. Ama, apar topar attım onları Amerikan Hastanesi’ne. Yine kız oldu. Balığı sordum akşam eve gelince, baldızım ‘ben onu attım’ dedi.” Kız olunca baldız üzülüyor. Ama o, “Hiç üzülmedim. Allah razı olsun 4 kızım, 3 oğlum, 3 de torunum var” diyor. İlk torunu erkek olunca tabii adı da, takımı da dedeninki oluyor.
Askerken bir dönemin yakın şahidi
Üniversite yılları, 1968-69 yılları sağ-sol kavgaları okula gitmesini engelliyor; dönemi yaşayan herkesin hatırlamak istemediği o acı olaylara karışmıyor. “Kuzguncuk’da her şeye rağmen fraksiyonların çatışması değil, dostluk, kardeşlik vardı” diyor. “Okulu bitirince askere başvurdum yedek subay olarak.” Yakın olsun diye denizi yazıyor. “Usta gemici ehliyetimi yarbaya verdim. Bir numaraya deniz, iki numaraya piyade. ‘Tuzla yakın, hafta sonları gelirim’ dedim. Üç numaraya da Bursa’yı yazdım. Yarbay aldı kâğıdı ‘Bu ne?’ dedi. ‘Efendim, ben denizciyim’ dedim. ‘Ee, burada iktisat mezunu yazıyor’ dedi. Beni kaale bile almadı. Listeler açıklanıyor denizde yokum, piyadeler, yine yokum. Bir baktım topçu çıkmışım, hem de Polatlı” (gülüyor). Şeker gibi bir insan tabi, yeni evli ve çocuklu olunca komutanlar da çok seviyor, her hafta sonunu İstanbul’da ailesinin yanında geçiriyor.
Askerlik günleri o çalkantılı dönemde tarihi olaylara da tanıklık ediyor. “Ondan sonra bir kura çektim, ikinci zırhlı tugay Kartal-Maltepe çıktı.” 12 Mart Muhtırası’nın verildiği gece nöbetçi. Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in tabur subayı Binbaşı Dinçer Erkan’ın kızı Sibel Erkan’ı rehin alıp 56 saat süren gerilimli bekleyişin ardından gelen kanlı baskında da orada. İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’un kaçırılarak, Elrom’un hayatı karşılığında Deniz Gezmiş başta olmak üzere bütün devrimcilerin hapisten salıverilmesinin şart koşulduğu zaman da. O gece İstanbul’da didik didik her evi arayan görevli askerler arasında yine Taşkent de bulunuyor. Görev pazarlığa yanaşmayan Mahirler’in Elrom’u infaz etmesi ve Nişantaşı’nda bir evde ölü bulunmasıyla sonuçlanıyor.
Liderlik ruhunda var
Çetin Taşkent’in hayatında okul hep işle paralel gidiyor. Bir nevi talebeyken pişiyor baba ocağında. Babasının ortak olarak girdiği koster işinde zarar etmesi, her ne kadar Gündüz ve Cengiz Kaptanoğulları “Çetin, gayrimenkulleriniz var, ipotek edip kredi al,” diye ısrar etseler de babasının koster işinden zarar edip soğuması, eski ve gelenekçi anlayışıyla kredili işlere olan uzaklığı, borçla iş yapmayı sevmemesi gibi etkenler, o zamanlar talebe olmasının etkisiyle fırsat olsa da gemi işine girilemiyor. Ailesi gemi alınmasa da teknelerin yanı sıra çok sayıda gayrimenkul yatırımı yapıyor. 1978 yılında babasını kaybedince, 34 yaşında işin yönetimini o devralıyor. Bunları dinlerken ne sesinde, ne mimiğinde hiç bir pişmanlık belirtisi yok. Yaşamının her anını kendine özgü şakacı diliyle anlatırken o kadar mesut, işinde de bir ilkin öncüsü olduğu için gururlu ki… “Allah bugünlerimi aratmasın” dileğiyle yılların bir çok şey getirdiğini ve bir şey götürmediğini söylüyor.
“İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar”
1982 yılında turizme atılıyor. Boğaz’da ilk gezi teknelerinin işletmesini yaparak bir devri açıyor. Boğaz’da teknelerle gezi turizmine giriyor. Çocukken oyunları Boğaziçi’nde oynamış. Ona bakarak, onu severek büyümüş. Onun sularına atlayıp serinlemiş, iki defa karşıdan karşıya yüzerek geçmiş. Çocuk aklıyla onu temiz tutmak için çabalar vermiş. Pusular kurmuş, çöp dökülmesin, pis sular karışmasın diye. Onu kirletmek isteyen cahil zihniyetin karşısında çelik gibi durmuş ve başarmış. Üzerine köprüler kurulup ekmek teknesinden olmuş da yine de Boğaz’dan vazgeçmemiş.
Boğaziçi’nde tekneyle yapılan bir geziye bugün hangi dünyalı hayır diyebilir? Hele dostlarla yapılan bir seyirse… Her seferde o renkli tarihiyle bizi sarmalayan, adına şiirler, şarkılar söylenen, aşkla yaşlar dökülen Boğaziçi’nden kim geçebilir? İşte İstanbulluyu Boğaz keyif seyirlerle tanıştıran kişi, Çetin Taşkent. Boğaz’da Taşkent I teknesini turizme açınca Hürriyet gibi birçok gazete bu girişimi sayfa sayfa yazıyor; gelin görün ki, onlar için bu keyfi yaşatmak bugün hala zor… “Bu işten değil. Bu Boğaz Türkiye için bulunmaz bir nimet. Dünyanın hiçbir yerinde iki tarafı farklı bir kıta olan başka bir liman yok; bir Çanakkale, bir de İstanbul. Ama buraya gelip Boğazı görüp gezecek adamları yanaşıp alacak bir yerimiz bile yok. Böyle ilgisizlik, sevgisizlik olamaz.” Aşk emek vermeyince yitip gitmeye mahkûm… Düşünen ve seven insanın yaşlanmayacağına inandığım gibi, Taşkent de Boğaz’ın incileri iskelelerin teknelere kavuşacağı o anı görene dek vazgeçmeyecek.
1982 yılında kıyı kaptanı olmak için imtihana giriyor. Fransızca eğitim aldığı için İngilizcesi yok gibi bir şey. Hayata olumlu bakan insanların şansları önlerine gelir ya, onun soyadını imtihan kâğıdında gören Burhan Deval, onu tanımasa da, İngilizce imtihanına yardım ediyor. Çetinkaya Kalkavan ise navigasyon imtihanına… Cengiz ve Gündüz Kaptanoğulları dil döküp onu armatör yapamasalar da, bugün gurur duymasına vesile olan Deniz Ticaret Odası’nın kuruluş çalışmalarında bulunması için teşvik ediyorlar. “Benim armatörlerle ilişkim ancak açıkta kalan gemilerine motor servisi vermekten ibaretti,” diyecek kadar da alçakgönüllü. “Cengiz ve Gündüz’le burada beraber büyüdük, dostluğumuz o kuruluşa girmeme sebep oldu. 30 kişilik mütevellinin arasında olmam benim için en büyük mutluluktur. Ziya Kalkavan, Mehmet Şekerci ve İsmail Kaptanoğlu ile beraber. İlk toplantıyı Vali Vefa Poyraz’ın başkanlığında yaptık ve ben de o gün Cengiz’in önerisiyle divan kuruluna seçildim.” Olağan meclis toplantılarının bir klasiğidir bütçelerin okunması. Komisyondaki bu misyonu da Çetin Taşkent üstlenmiştir. Hiç unutmam, bir gün yine bütçeyi okumak için kürsüye çıkmıştı. Artık şubelerin bütçeleriyle ilgili rakamların arasında nefes nefese boğuşurken birden “…. Erzurum şubesi, aylık bütçe ….” diye bir cümle kurup devam etti. Artık kimdi hatırlamıyorum ama önden biri “hooopp, hoop, dur bakalım Erzurum’da deniz mi var, şube olsun” deyiverdi. O en azından bir dinleyen var deyip mutlu yüz ifadesiyle, “Ben de biliyorum yok ama bakalım kim gerçekten dinliyor anlamak istedim” deyip gevrek gevrek güldü, herkesi de kahkahaya boğdu. Her ne kadar camia ona alışsa da, genç kuşaklara yeni olanaklar tanımak, geleceğin girişimcilerini keşfedip seçmek ve onlara yeni yollar açmak için o artık yerinde farklı kişileri görmek istiyor ve yine gülerek hafif kızgınmış gibi “Hep ben olacak değilim ya!” diyor. DTO’da aralıksız sürdürdüğü gönüllü faaliyetleriyle verdiği hizmetler takdire şayan. Deniz turizmine katkılarıyla ülke ekonomisine “en çok döviz kazandıran” acente olarak birçok ödülü var. Ayrıca, Skal Kulüp Dünya Profesyonel Turizmciler Birliği’nin ticari faaliyette bulunan turizmcilere verdiği “Denizde Skalite” ödülünü ilk alan deniz acentesi yine o.
Pişmanlıklar
“Türk sanat musikisini sever misiniz, rakı balık?” diye soruyorum, “Ziya Taşkent’i bilir misiniz?” diye sorarak başlıyor anlatmaya. “Hem de çok severim. Türk sanat musikisini sevmemin bir sebebi de Ziya Taşkent’tir, benim kuzenim. Yalova-Gölcük depremi gecesi kızım Serap evleniyor. O akşam Erol (Yücel) ve Cengiz, Gölcük’te Donanma Tersanesi Komutanlığı’nın davetindeler, gelemeyecekler. Tam nikâh kıyılıyor, bir baktım Cengiz, eşi Atiye, Erol ve hanımı geliyorlar. Sarıldık, öpüştük. Erol ‘Merasime katıldık ama yemeğe kalmadık, kalktık geldik’ dedi ve ertesi hafta yönetim kurulunda herkese ‘Bakın, bizim hayatta kalmamızı sağlayan Çetin Abi’dir’ dediler. Çok büyük hasarlar oldu kalacakları otelde, tersanede de çok asker öldü. Ziya Taşkent’i o gece düğüne, daha önceki davetlerime gelmediği için kızıp çağırmamıştım. O da Yalova’da yazlığındaydı. Birbirimizi çok severdik. Allah’ın takdiri işte, o gece orada vefat etti. Kendisi, ailesi orada öldüler. Bir tek damadı kurtuldu. Ben hala onu düğüne çağırmamanın ezikliğini, vicdan azabını yaşıyorum. Çağırsaydım belki gelecekti ve bugün aramızda olacaktı. Ama kader bu… Ben ailemi de dostlarımı da çok severim. O çatı altındaki hiç bir armatörün zenginliği bende yok ama Allah’ıma şükür benim gönlüm zengin. En büyük zenginliğim mutluluğum, sıhhatim ve dostlarımdır. Ben çocuklarıma ve yeni tanıdığım kişilere şunu derim ‘Sizin geminizdeki parayı kimse bilmez ama dostunuz, arkadaşınız, selam verdiğiniz kişi ne kadar?’ Maddi olarak çok kimseden geri olabilirim ama gönlüm zengin.”
Şimdi bütün hayali torunlarının büyüdüğünü görmek. İlk göz ağrısı Cem kız arkadaşıyla sinemaya gitmek istediğinde harçlığını cebine o koymak istiyor. “Hayatımda ilk önce sıhhatim olsun, şu maddiyatım bozulmasın, yine aynı düzenim olsun ve torunlarımın lise talebesi olduklarını, o kızları bıcır bıcır göreyim. Şu anda en büyük hayalim bu. Allah kısmet verir inşallah, şu tekne bağlama olayını çözersem, bir tane yeni, çok kaliteli 40-45 metre süper lüks bir tekne yaptıracağım. Kızlarıma sözüm var.
Onu farklı kılan ve ona bu iç huzuru veren insani duyarlılığı, kadirşinaslığı; bir de bunlara eklenmesi gereken insan ve ülke sevgisi. Sohbetimiz boyunca her bir ayrıntıyı yazamasam da neşeli yorumlarında hep yararlı olma, her çabasında ‘bir işe yaramalı’ kaygısının önemli bir yer tuttuğunu hissettim. Ailesine, dostlarına duyduğu sevgi ve saygıyı dillendiren her fırsatta, onları yücelten bu can yoldaşı gönül adamına sonsuz teşekkürler. Çizdiğin tüm rotalar yüreğin gibi açık olsun.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.