Recep Düzgit: Türkiye’nin çok önemli bir potansiyeli var

Yeşim Yeliz Egeli

Düzgit Grup Yönetim Kurulu Başkanı, İMEAK Deniz Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkan Vekili, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Türkiye Denizcilik Meclis Başkanı ve Vapur Donatanları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Recep Düzgit, MarineDeal News’a özel röportaj verdi

Cumhuriyetimizin 100’üncü yılındayız. Bu anlamlı yıl bitmeden bizi ağırladığınız için teşekkür ederiz. Bu 100 yılın kazanımları için neler söylemek istersiniz? Gençlere ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?

Öncelikle merhaba. Ben de sizin çalışmalarınızı yıllardır ilgiyle izleyen biriyim. Herhâlde 25-30 seneyi buldu. Sürekli gelişiminizden biz de mutluluk duyuyoruz. Bu röportaj talebiniz için ben de teşekkür ederim.

Geniş bir perspektiften sordunuz soruyu. Cevabı tüm röportajı alabilir. Yani ülkemiz tabii ki ilerliyor, dünya da ilerliyor. Bugünkünden daha iyi bir yerde olabilir miydik? Tabii ki olabilirdik. Türkiye’nin ne yazık ki çok iyi kazanımları varken, çok gereksiz patinajları da var. Bu patinajlar bizi üzüyor. Çünkü bunlar olmasa bugün Türkiye, dünyanın ilk 10 ekonomisinden biri kesinlikle olmuştu. Hatta 9 da olabilirdi. Bunlar şahsi görüşlerim. 2010’a kadar, 2002-2010 arası gayet iyi giden süreç, ne yazık ki birçok sebepten dolayı; işte kendi içimizde yarattığımız problemler, ülkenin yaşadıkları sonra da onların yarattığı travmalardan dolayı yapılması gerekenler konusunda doğru kararların alınamaması, yöneticilerin sık değişen kararları ve benzeri gibi bunlar ülkemize çok zaman kaybettirdi. Büyük ölçekte, yani uzun süreçli şeylerde, hani bir 100 yılda 7-8 yıllık kayıp bazen dikkate alınmayabilir ama bunlar olmayabilirdi. Tedbirleri daha önceden alınabilirdi. Görünen şeyler vardı bariz, ama yaşandı. Bugünü toparlamak lâzım. Bugün bu hep söyleniyor ama asla yapılmıyor.

İşte en büyük örneğimiz, Atatürk’ümüz. Bir insan her şeyi değiştirebiliyor. Günümüz için örnek de şu anki İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın icraatları ya da Mehmet Şimşek partisinden ayrıldı ya da görevden ayrıldı, geri geldi. Ona bel bağladık. Neden? Çünkü bir şeyleri doğru yapıyordu. Nitekim toparlanmalar var ama bunlara gerek de yoktu. Bunları yaşamayabilirdik de. Yani çok yanlış kararlar alan yöneticiler gördük. Bu süreçler de zaman kaybıydı. Bunu hepimiz biliyoruz. Şimdi ismen tek tek dile getirmeme gerek yok. Bütün kamuoyu bunu biliyor. İnşallah bugün başlayan, ekonomide gerek Merkez Bankası’nın gerek Maliye Bakanlığı’nın, aldığı tedbirleri bozmaması lâzım. Hükûmet, eskiden asla seçim ekonomisi uygulamazdı, özellikle Cumhurbaşkanımız. Ne yazık ki özellikle son iki üç dönemde, seçim ekonomisi uygulandı ve bunun ülkeye zararı çok. Yani mesela bu ülkeye EYT gelmemeliydi. Bunun zararı çok fazla. Yani bir anlık bir fayda var gibi gözüküyor kişisel bazda ama topluma yansıması kötü. Zaten bunun bedeli, yine toplum tarafından ödeniyor. İşte bir yığın vergiler çıkıyor, vergiler artırılıyor. Tabii şu da üzücü, mesela bir yığın vergi artırıyorsun, oradan geliyor 10 TL. Ama bir Kur Korumalı Mevduat (KKM)’ın ülkeye maliyeti, oluyor o 100 TL. Ve o vergileri ödemeye hep devam edeceğiz. İşte bu kararlar böyle ani alınmamalı. Millî Eğitim’de her Bakan neredeyse ayrı bir karar aldı. Türkiye’nin biraz daha planlı işler yapmaya ihtiyacı var, doğru, planlı ve acele olmayan. Yani bu demek değil ki süreçleri uzatalım, statükocu olalım. Ama bir kere de ortak akla artık değer vermek lâzım. O tecrübelere, işi bilen kişilere…

Mesela Boğaziçi Üniversitesi ülkenin değeri… Bu okulun sadece ideolojik birkaç şeyini değiştireceğiz diye okulun tüm değerini ortadan kaldırmamak lâzım. Bu bizim için çok üzücü. Boğaziçi bu ülkenin değeri. Bir rektör ataması, okulun değerini değiştirememeli. Bu kadar konu olmamalı. Biz burada okuduk. Her eğilimden insan vardı, gayet de güzel okuduk. Ben 1985’te girdim, 1988’de (mezun) çıktım. Ömrüm billah övüneceğim bir okuldur. Bunun kıymeti kalmayınca, kim neyi kazanmış olacak? Zaten ortada bir Boğaziçi değeri kalmayacak ve biz bunu ne uğruna yapıyoruz? Çok üzgünüm. Ben bunu bundan 3-4 yıl önce bir Bakana söyledim. “Efendim, bu kadar sorunumuz var ekonomide, niye biz bir de Boğaziçi sorunu yaratalım?” Kendileri de “Senin yaşın kurtarır belki, Fatsa olaylarını hatırlar mısın? Fatsa kurtarılmış bölgeydi, Boğaziçi de kendini öyle sanıyor,” dedi.

Şimdi Boğaziçi Üniversitesi’ni Fatsa’yla bir tutmak olur mu? Öyle bir durum yok. Hiçbir zaman öyle bir durum olmadı. Ben hacı bir anne babanın çocuğuyum. Arkadaşlarımın arasında da dini vecibelerini yerine getirmede daha ilerdeyizdir genelde, gerek okuduğum lisede gerek üniversitede. Ben Boğaziçi’de hiç öyle bir eksiklik hissetmedim. Herkesin hoşgörüyle karşılandığı bir okuldu. Öyle belli bir grubun idaresinde diye bir şey yok. Bir de zaten okullara bunu sokmamak lâzım, bunun öbür türlüsü de zarar olur. Orada akademik olarak ne yapılıyor? Oradan çıkan insanlar ne düzeyde? Bugün Türkiye’nin en büyük şirketleri, uluslararası şirketleri ve dünyada birçok yerin çalışanları, üst düzey yöneticileri, CEO’ları Boğaziçi mezunu -idi tabii, bundan sonra artık olabilir mi? Pek sanmıyorum. Yurtdışına gidiş o kadar arttı ki…

Çok fazla üniversite açıldı. Bu binalarda açılan üniversiteler… Olacak gibi değil. Bu da ülkenin dengesini bozdu. İnsanlar şu an nitelikli, meslek sahibi insan bulamıyor. Ciddi düzeyde yok. Dün oto sanayi sitesinde bir dükkân sahibiyle görüştüm. Artık usta yok dedi, boyacı yok, kaportacı yok, mekanik yok. Biz yanlış yapıyoruz bir yerde. Galiba Avrupa’da en çok üniversite öğrencisi bizde. Üniversite sayısı olarak da galiba rekor bizde. Bunları görmek lâzım. Eskiden ülkenin akil adamlarının planlamaları vardı. Ben iki şey de karışsın istemem. Ben statükoya karşı bir insanım. Değişmezlere, değişimlere karşı çıkan zihniyetlerle aynı düzlemde değilim. Ama bir anda, hep Türklere has bir yöntem vardır sanki bunun başka bir yöntemi yok gibi biliyoruz, “kervan yolda düzülür”. Kervan yolda düzülür ama öyle de sonuçlar alındığı vardır ki ekside çok büyük maliyetleri olur. Her yolda düzülen kervandan da doğru bir şey olmaz. Bu kaynakları boşuna harcamamamız lâzım. O yüzden de değerli yetişmiş insanları görüşü ne olursa olsun, senden benden ayrımı olmamalı.

İşte İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) başka partiye gitti. Gidebilir. Sanki başka bir ülkenin gibi davranmamalıyız. Onlar da davranmamalı. Yani partiler seçim döneminde devreye girsin ama sonra çıkmalı. Biz eskiden, bu kadar partileşmeleri yaşamazdık vatandaş olarak. Bu ayrışımlar olmamalı. Mesela İBB’de Ulaşım Koordinasyon Müdürlüğü (UKOME) kararı alınamıyor, UKOME yapısı değiştiriliyor. Fakat orada İstanbul halkı için karar çıkacak, dolayısıyla İstanbul halkı önemli artık… Mesela bir taksi sorunu çözülemedi. Ben bunu kabul edemiyorum ve yani bir taraf suçlu diye söylemiyorum. Sorun var. Bunu sorun yok gibi algılamak, kabul edilemez.



Bu arada Türkiye’de maddi imkânsızlık diye bir şey asla kabul etmiyorum, Türkiye inanılmaz kaynak harcayabilen bir ülke istediğinde. Zaten yaptığımız altyapı yatırımlarından belli. Yani Amerika’nın altyapısı eskimişken, Türkiye özellikle yollarda iyi ama işte Dubai falan kabul edelim etmeyelim Ataşehir’e 10-20 tane bina yaparak finans merkezi olamıyorsunuz. Mühim olan oradaki o ortamı yaratmak. Siz hukuk ile ilgili yapılması gereken adımları sürekli olarak sağlamazsanız bu ülkeye yabancı yatırımcılar gelip ofislerini açmazlar, zaten açmıyorlar. Yani bu gerçek, bunu şimdi söyleyince… Birçok insan da bunu konuşamıyor. Ben bunu da kabul edemiyorum. Biz bunları söyleyeceğiz ki yöneticilerimiz görecek. Biz burada kimsenin kötülüğü için bir şey söylemiyoruz. Şahsi de bir konu değil bu. Ülkem için konuşuyorum, ülkemizin geleceğini istiyoruz. Örnek, verdim. Yani 10 yıl önce o binaları yapıyorlardı. 2008 kriziyle bir durdular. Şimdi bitmiş o işler. Zaten etrafımızda, bildiğim birçok şirketin artık Dubai ofisi var. Bazıları merkezi oraya taşıdı. Bunu da gazetede okudum, İstanbul’un aldığı turist sayısı kadar turist almış. İstanbul’la Dubai bir olabilir mi! İstanbul’a bakınca ‘iyi turist geldi’ diyorsun ama Dubai kadarsan o zaman “dur bakalım!” diyeceksin. Tabii ki bunu geliştirmek gerek. Mesela; Turizm Bakanı düzgün işler yapıyor. Herhâlde zaten öyle olduğunu gördü de Cumhurbaşkanı ki birçok Bakan değişmişken sadece bir ya da iki Bakan devam etti.

Eski eserlerin, tarihi eserlerin kazı yerleri ve onların başkanları hep yabancıymış. Şimdi onların hepsinde kazı başkanı Türk oluyor. Ve 20 yılda yapılan şeyi şimdi 4’te 1 hıza indirmişler. Bakın bu güzel bir şey. Şimdi güzele güzel demek lâzım, kim yapıyorsa yapsın. Ama yanlışı da söylemeliyiz. Dolayısıyla burada da olabildiğince objektif olmak lâzım. Zaten ben bilmediğim konuya ‘bilmiyorum’ ya da ‘az biliyorum’ derim. O gözlemleri de söylüyoruz. Yani mesela dediğim gibi Ataşehir’e bina yaparak finans merkezi olamazsınız. Onun burada ortamını yaratmanız lâzım. Particilikten ayrı konuştuğumu söyleyeyim. Galataport bu ülkede son zamanlarda yapılan, İstanbul’a en çok değer katacak projelerden biridir. Yabancı yatırımcının kendisi de sermaye koyarak bir Peninsula Otel yapması dünyada sayılıdır, Peninsula otel yapıldı. Ama önünde şantiye var! Ne zaman kalkacağı belli değil. Kat otoparkı vardı, yıkıldı. Yenisi hâlâ yapılacak mı yapılmayacak mı belli değil. Hâlbuki otoparkın sahibi bile Belediye. Bu görüntü kalkmalı. Karaköy Meydanı’nda konteynerler duruyor. Onun da etrafı şantiye. İnsanlar yürüyemiyor. Bakın böyle bir rahatsızlık var. Bir de üstünde “Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz” yazıyor. Yani rahatsızlıktan dolayı özür 10 sene dilenmez. Dünyanın hiçbir yerinde yapılmaz, 20 tane bankamatik denize sıfır noktaya kondu. Kim koyar tarihi İstanbul Yarımadası’na bakan yere? Hem yarısından çoğu şantiye, kapalı hem de dörtte birlik alanında da bankamatikler var, 20 taneye yakın, çift yönlü 10’ar tane. Yani estetikten yoksunuz. Ben bundan dolayı üzgünüm. Mesela diyorlar ki Yunan Adası. Yunan Adası’nda sandalların rengine bile dikkat ediyorlar. Onlar bence rastgele değil. Orada maviye, kırmızıya boyuyorlar. Fotoğraf çektiğinde güzellik var. Bizde çekiyorsun, arkada tabelalar bozuk, çirkinleşme var. Zaten inanılmaz bir yapı çirkinliği var. Dolayısıyla bunlar insanı üzüyor. Hâlbuki olsa çok güzel olabilir, imkânlar var. Mesela hep söylerim, Levent İstanbul Golf Sahası İstanbul’un golf sahasıydı 1800’lü yıllardan bir şekilde Millî Savunma Bakanlığı’nınmış. “Biz hastane yapacağız” diye o 150 yıllık golf sahasını (MSB) istedi. Tahliye edildi. Hâlbuki şehrin içinde, bakın dünyanın en kolay şeyi golf sahasını Millet Bahçesi yapmaktır. Tabelasını değiştirirseniz, zaten yemyeşil alan, içinde sadece bir idari bina vardı küçücük, gerisi komple yeşil alandı. Biz oraya ne yaptık biliyor musunuz? 30-40 tane blok yaptık, lojman oldu. Hastane de olmadı. Üzücü…

Ama Atatürk Havalimanı millî servet, Millet Bahçesi yaptık?

O da daha bahçe olmadı. O konuya zaten girmeyelim. O benim için büyük bir yaradır. Sadece oradaki pistlerin kırılması dahi tek başına yazık. Orada çok büyük değer heba edildi. O havaalanı tekrar ihya edilir düşüncesiyle yapıldığını duyuyorum. Olmamalıydı. Dünyanın en güzel şehrinin bir 10 misli daha güzel olma ihtimâli var. Ben bunu şimdiki İçişleri Bakanı İstanbul Valisi’yken söyledim, “Alnından öperim seni” dedi. Dedim ki, “İstanbul’a yeni tek bir bina daha yapılmamalı.” Kamu binası ihtiyacı varsa o ayrı. O da düşünülmeli. Kamu binası derken, olmayan yeni bir çevre oluşturmaya gerek yok. Ama hani bir okul sadece yıkılırsa yapılmalı. Deprem için yıkacaksın, yenisini yapacaksın. O da dört katlıyı yıkıp, 14 katlı yapmayacaksın. Bir kere İstanbul’un nüfusunu 1 kişi artıracak eylem içinde olmamalıyız. Asla bir kişi dahi artmamalı. Çünkü en büyük sorunlar orada oluyor.

Yani göç almamalı mı diyorsunuz? Asla almamalı. Buna özendirmemeliyiz. Yeni konut alanı falan asla yaratılmamalı. Biz bunları söylerken, Galatasaray Stadının etrafı aşağıdan Vadi İstanbul ve yeni havaalanına kadar konutlar başladı. Yani havaalanı devreye gireli kaç sene oldu bilmiyorum, 4 sene olmuştur herhâlde… İlk gittiğimizde yemyeşildi. Şimdi Göktürk’ün ilerisinden sonra yine inşaatlar başladı. Buralar daha önce yeşil alandı. Bu olmamalı artık. İstanbul’un yeni bu tip şeylere ihtiyacı yok.

Sayın Cumhurbaşkanı da bu konuda aslında ‘hata ettik yatay büyüme yapmamız gerekiyordu’ dedi.

Cumhurbaşkanı diyor ama onun bu kadar detayın içinde uğraşacak vakti olduğunu sanmıyorum. Bu işin ciddi bir rantı var tabii, arsayı alan kişiler bir şekilde baskıyı yapıyor ve inşaatlar devam ediyor. Pek Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi olamıyor. Herhâlde onu da yanıltıyorlar.

Cumhuriyetimizin 100’üncü yılıyla ben söze başlamıştım. Siz de çok geniş kapsamlı serzenişlerde bulunarak, Cumhuriyet’in 100’üncü yılına yakışmayanları sıraladınız. Cumhuriyetimizin 100’üncü yılında güzel bir haber verelim o zaman. Tersaneniz faaliyete geçti. Bununla ilgili hatırlarsanız 9 Eylül 2022 tarihinde MarineDeal News olarak haberini ilk biz yapmıştık. Sizden demeç almıştım. Düzgit Grup bünyesinde yer alan Düzgit Yalova Gemi İnşa A.Ş. ile Beşiktaş Tersane A.Ş. arasında bir eşit ortaklık anlaşması imzalanmıştı. Anlaşmaya göre Beşiktaş Tersanesi, Yalova’daki Düzgit’e ait tersanenin eşit ortağı olmuştu. 18 Ağustos 2022 tarihinde ticaret sicilde tescil edildi. Yani bu ortaklık sonrası hedefinizde tersaneye yaklaşık 250 metre boyunda ve 16 metre eninde bir iskele inşa edilmesiydi, keza panamax gemilerin de havuzlanabileceği 227 metre boyunda mevcut yüzer havuzun da bu ortaklık yapısında işletilmesi planlanmıştı. O haberimizde tersanenin yeni hâlinin projelerini, 3D görüntülerini paylaşmıştık. 2023 yılında da tam faaliyete geçeceğini belirtmiştiniz. Şimdi şu an hem altyapı hem üstyapı olarak durum nasıl? Ayrıca şirketin ortaklık yapısından da kısaca bahsedebilir misiniz?

Sağ olun. Bir kere biz olumluyu da olumsuzu da söyledik. Öncelikle iyi giden birkaç şeyi söylemek istiyorum, sizin de çok ilgi duyduğunuz alan savunma sanayi. Mesela Türkiye Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanımızın da bu konuya özellikle kendini adamasıyla diyelim, savunma sanayisinde gerçekten çok önemli adımlar attı. Zaten benim üzüntüm bu. Buralarda böyle güzel adımlar atarken, ülkemiz savunma sanayide güçlenirken, ben ekonomide neden gol yiyeyim. Niye benim kişi başı millî gelirim, şu an 25 bin dolar değil? Çok kolaylıkla olabilirdi. Birkaç tane şey yapılmasaydı biz, 25 bin doları geçmiştik. Bu kötü mü olacaktı? Çünkü bizi en ufak şeyde yine, ekonomiden vurmaya kalkıyorlar. Hâlbuki siz, kişi başı millî gelirde 25 bin dolara çıktığınızda, peşinden daha da artar. Öyle vurulmanız da kolay olmaz. Bunlar hep birbirine bağlı şeyler. Savunman da güçlü olacak, zaten ekonomin iyi değilse savunmayı güçlendiremiyorsun. Ya da gereksiz borçlanırsan, işte o, ayağına çelme oluyor. Ama bir an için bunu bir kenara koyarsak evet, savunma sanayide bizlerin bildiği ya da bilmediği, çünkü biz mesela biraz daha denizi, deniz platformlarını MİLGEM’i biliyoruz ama Roketsan, Havelsan’da da bir şeyler oluyor, millî uçak çalışmalarımız da var. İHA’larda zaten dünyada öndeyiz dolayısıyla, bu çok önemli. Keşke hiç savunma harcaması ihtiyacı olmayan bir dünyada yaşasak, ama dünya öyle değil. İşte, görüyorsunuz İsrail gerçeğini, başka yerleri. Ne acı ki gücü olan konuşuyor. Gücün yoksa, topun tüfeğin yoksa, pek olmuyor bu iş. Keşke öyle olmasa ama böyle.



Peki bu jeopolitik çekişmeler hem global denizcilik sektörünü hem de Türk denizcilik sektörünü nasıl etkiliyor?

Yani, bu da biraz geniş bir konu. Mesela en basitinden söyleyeyim, bu Rusya-Ukrayna Savaşı, Rusya’ya olan yaptırımlar, Türkiye’de bir yığın teferruatını tam bilmediğim ama bir tonaj artışı var. Mesela geçenlerde duydum bir denizcilik şirketinin Rusya’dan gelip, Antalya’da bir otel binasını ya da iki binayı 300 çalışanla beraber tuttuğunu söylüyorlar. Bir binada çalışıyorlarmış, öbüründe de konaklıyorlarmış. Merkez olarak da Antalya’yı seçmişler ki işte, iklim olarak bir yandan da tatil ortamı gibi diye. Bunun gibi birçok böyle Antalya’ya yerleşen değil ama buraya gelen ve gemilerini buradan işleten firma var. Bu, herhâlde jeopolitik gelişmelerin sonuçlarından bir örnek. Başkaları da vardır. Türkiye dünyanın hararetli bir bölgesinde. Her zaman öyleymiş. Ama bu sebep değil. Biz buna rağmen daha da iyi olabiliriz. İnşallah da olacağız. Yeter ki biz tam böyle giderken, çelmelerde düşmeyelim. Yanlış, alelacele kararlar alıp zaman kaybetmeyelim. Yoksa, Türkiye uçar gider. Çünkü Türkiye’nin çok önemli bir potansiyeli var.

Peki bu potansiyel içerisinde, siz sözü açtınız, ki yüksek lisansınızı da hukuk üzerine yaptınız, Boğaziçi’nden 15 yıl sonra Bilgi Üniversitesi’nde… Türkiye Cumhuriyeti Devleti içerisinde adalet sizce çok ciddi anlamda yara almadı mı hem kavramsal olarak hem de yaşamın içinde?

Aldı tabii ki. Bunun aksini söylemek mümkün değil. Bir kere bırakın başka uygulamaları 15 Temmuz’un tabii çok etkisi oldu. Yani onunla ilgili alınan refleksler, orada yaşanan tahribatlar, onun öncesi ve sonrası… Türkiye daha tam o işten sıyrılamadı. İnşallah tamamıyla biter. Ama daha başka şeyler de var. Mesela iyi niyetle yapılmış bir şey var. Bu İstinaf Mahkemeleri kuruldu. Neden? Yargı süreçleri hızlansın diye. Bunu en başta Cumhurbaşkanımızın böyle istediğini biliyorum. Kimsenin yargı sürecinin, 5-10 sene sürmesini istediğini düşünmüyorum. Ama şimdi, tam tersi bir sonuç oldu. Dosya İstinaf’ta, Yargıtay’da beklediği kadar bekliyor. Bir de eğer dosya çok küçük değilse, bunun üzerine Yargıtay süreci ekleniyor. Yani biz bir şeyi kısaltalım diye yola çıktık, daha da uzadı. Bırakın adil yargılanmış kararları. Oralarda değilim şimdi. Süreç de uzun. Şu an Türkiye enflasyonist bir ortama girdi. İnşallah düşecek. Bir de yargı 7-8 yılı buluyorsa bitti. O zaman sen ne bekleyeceksin? Ekonomik davalarda hele paranız çöp oluyor. Diğerinde de zaten, ceza yargıları ayrı. Dolayısıyla mesela bu İstinaf ya da İdari Hukuk’ta da bölge daire süreçlerine tekrar bir düşünmek lâzım. Burada nerede hata var? Süre neden uzuyor? Mesela bazen istenirse, çok özel bir durum varsa, peş peşe davalarla yargılama bitebiliyor, istisna olarak bazen cezada yapılabiliyor. Sanıyorum terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’da bile öyle yapıldı. Tak tak tak yargılandı, karar çıktı. Ondan sonra aslında ne güzel değil mi? 3 ayda karar çıkabiliyor. Herkes ister adaletin bir an önce tecelli etmesini. Buna mutlaka el atılması lâzım. Bunlar ülkenin başka açılardan gelişmesi için de çok elzem.

Şimdi dediğinize dönersek. Kendimize yaptığımız tekneler dışında ilk defa üçüncü bir gruba gemi inşa yolculuğumuza, 1997 yılında Bora Denizcilik’in sahibi Kaptan Alev Tunç’un bir gün bize gelip ‘Bir millî savunma işi var. Ona beraber girelim’ teklifiyle, Millî Savunma Bakanlığı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Subaylarının kullanacağı eğitim botları ihalesine, Aralık 1997’de girmemizle başladık. Biz 4 kardeşiz. Ben 1965 doğumluyum. Benim bir ufağım Ali Düzgit 1966 doğumlu, İTÜ Gemi İnşaatı Mühendisliği mezunudur. Ben Boğaziçi Ekonomi mezunuyum. 1969 doğumlu, 3 numara Murat Düzgit Yüksek Denizcilik Okulu mezunu, kaptan. En küçüğümüz de Metin Düzgit, 1976 doğumlu, İstanbul Erkek mezunu. Boğaziçi’nde Matematik okurken rahmetli Coşkun Yurtkoru bana “Çocuğu neden burada tutuyorsun? Yolla İngiltere’ye” dedi. Ben de hemen aksiyon aldım. “Bak, Coşkun Kaptan böyle diyor” dedim. O da istiyormuş herhâlde, South Hapmton’da okudu. Sonra City’de…



Coşkun Yurtkoru’yu da analım, Allah rahmet eylesin…

Tabii ki, Allah rahmet eylesin. Çok severiz. Adını da römorkörümüze verdik. Adı İzmit Körfez’de her gün anılıyor. Bir taneye rahmetli Metin Leblebicioğlu’nun adını verdik, bir taneye de Marin Römorkör ve Kılavuzluk A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı merhum sevgili Faruk Abimiz (Ürkmez)’in adını verdik. 3 römorkörümüzün adı, o büyüklerimizin adını taşıyor. Bir tanesine de, pek kamuoyunda duyurmadık reklamı olmaz böyle şeyin zaten, çok kötü bir şekilde gemide hunharca öldürülen Kaptan Bora Ekşi’nin adını verdik.

Siz ahde vefayı her zaman gözetiyorsunuz. Bilinmez bu tarafınız çok…

Bu sektörde, buna çok önem veren abilerimiz vardı. Yani, dolayısıyla, o 1997 eğitim botlarında Alev Kaptan ile yola çıktık ve 8 tane eğitim botunu, en çok da kardeşim Ali uğraştı, başarıyla yaptık. Ondan sonra Faruk (Ürkmez) Abi’yle bir ortaklığımız oldu. Onlarla beraber gemiler yapıp ihraç ettik. O zaman, dünyada Türkiye’nin ihraç ettiği en büyük gemiyi yaptık, Castillo de Trujillo. 31 bin tonluk bir gemiydi. O gemiyi de ihraç ettikten sonra ortaklık bitti, 3 senenin sonunda. Sonra kendimiz de gemiler yapıp, sattık. O ara bir kimyasal tanker furyası vardı. 2008 krizine kadar iyiydik bu konuda. Ondan sonra 2008’de, yaptığımız bazı gemileri satmayarak armatörü olduk. Çünkü fiyatlar düştü. Böylece, kimyasal tanker armatörlüğüne girdik. Onu da kardeşim Metin, başarılı bir şekilde yapıyor. Beraber çalışıyoruz ama esas operasyon onda. Yani biz, Faruk Abi’den ayrılıp, gemi yapıp ihraç etmeye başladığımızda tersaneler her geçen gün bir gemi yaparken kendine istediği meblağı artırdı. Dolayısıyla, artık tersaneniz sizin olmadan gemi yapıp satmanız zorlaştı. Yani çok ciddi bir kaynağı, tersanenin sahibine vermeniz gerekiyordu. O arada da Yalova da kurulmak üzere, biz bir yer aldık. Hissedarlardan biri olduk. İlk zamanlar, sektörün bir kısmı Yalova’ya karşıydı. “Burası tersane bölgesi olmaz, gerek yok” dediler. Biraz da Tuzla’nın alternatifi olmasın diye de istenmemiş olabilir. Ama bugüne gelelim, bugün öyle bir sonuç olmadığı çıktı. Bugün Yalova’da, şu an gemi inşa ve tamirde rakamlar Tuzla’yı yakaladı. Hatta bazılarında geçti. Zaten bunları yarış gibi kabul etmemeli. Yani buralar ülkemizin. Yarın İskenderun hepsini geçebilir. Şimdi İzmir Bölgesi’nde de bir yer var. Yeter ki bunlar verimli kullanılsın, ülkeye katma değer kazandırsın, Türkiye gelişsin.

Velhasıl, burası da gelişti. Biz de orada iki tane gemi yaptık, biri 16 bin tonluk DUZGIT ENDEAVOUR diğeri de 8600 tonluk DUZGIT DIGNITY. O gemilerimizi yaptıktan sonra, gemi yapmanın cazip olmadığı bir dönem olduğu için yapmadık. O arada tabii bir karar vermemiz gerekiyordu. Gemi inşa yapmayacaksan, tamir mi yapacaksın? Tamir için de iskele yatırımı lâzım, havuz lâzım. Biz zaten 2008’den sonra uzun bir zaman, o yaptığımız 5 geminin finansmanıyla boğuştuk. Düşündük taşındık, bir anda da yıllar geçiyor. Bir de bizde Ali’dir esas gemi inşa ile uğraşacak, onun da biraz motivasyonu kırıldı. Dolayısıyla Metin gemileri çalıştırmaya başladı ben de diğer hizmet sektöründeki işlerimizle uğraşmaya başladım. Orası biraz öyle atıl durdu. Sonra bir ara Arkas Denizcilik ve Nakliyat ile görüştük. Onların da Yalova’da yeri vardı ama devretmişlerdi. Lucien Arkas düşünüyor gibiydi ama yöneticileri pek istememiş. Onlar, yatırımı gözlerinde çok büyüttü. Çok para harcayacaklarını düşünüp, ‘bunun yerine 3 gemi daha alırız’ diye düşünmüşler. Hâlbuki o kadar büyük bir yatırıma ihtiyaç yoktu. Sonra başka bir grup vardı. Yabancılar geldi, ‘yat yapalım’ dediler. Bu tekliflerin arasından en cazibi, hem tanıdığımız için hem arkadaş, dost olduğumuz için Yavuz Kalkavan ve Servet Yardımcı’nın teklifi oldu. Servet Bey’in babası Şevket Yardımcı ile babam Salim Düzgit çok severlerdi birbirlerini. Ailece görüşürüz yıllardır. Dedi ki “biz tamirde zaten Avrupa’da bir numara olduk” yeni bir havuz aldılar daha büyük, o yeni havuzu alınca ellerindeki eni 37 m boyu 227 m bir havuz boşa çıktı. “Bunu ne yapacağız, birine vereceğimize yine işin içinde olduğumuz bir şey yapalım” dediler. Biliyorlar, bizim zaten aramızda iki tersane var. Detayları da çok çabuk aştık. Ben de pratiğimdir o işlerde. Formüle ettik, hemen çalışmalar başladı ve işin kâğıt üzerindeki ortaklık oldu. Sonra yatırım süreci oldu. 226 metre uzunluğundaki iskele inşası bitti. Aynı anda 5 gemiyi tamire alabiliyoruz. İskelemizin 16 metre eninde olmasının şu avantajı var, iskelenin ortasına giden vinç ileri geri giderken, gemilerin yanındaki gemi iskelesini sökmek zorunda kalmıyorsunuz. Mesela 8 ya da 12 metre olursa, sökmek zorunda kalıyorsun. Çok dar iskeleler var. O zaman geminin yanındaki iskeleyi kaldırıyorsun, bu da bir zaman kaybı ya da o vinç oraya gidemiyor. Dolayısıyla armatörler, operasyon olarak pek tercih etmiyorlar. Bu tip bir avantajı da var, tabii alanınız önemli. Biz de bir tane havuzun içine, iki tane havuzun yanına, iki tane de iskelenin yanına olunca 5 gemiyi aynı anda tamire alabiliyoruz. Zaten Beşiktaş Tersanesi’nin kendi pazarlama ekibi var. Tersane 50 bin metrekare, sahip olduğu 10 bin metrekare kapalı alanda çeşitli atölyeler mevcut. Dolayısıyla biz, ‘bizim yatırım bitti’ dediğimiz günün ertesi günü bize gemi geldi.

Tersanenin ismi neden Park oldu?

Onlarınki Beşiktaş, bizimkisi Düzgit Yalova. Uluslararası olsun istedik. Tabii Beşiktaş’ın bu konuda tecrübesi de çok. Yabancılara yönelik yerler buralar, müşterilerinizin yüzde 95’e yakını yabancı. Bu nedenle, birkaç öneri arasından seçtik. Yavuz’dan geldi galiba Park, bizde ilk duyduğumuzda bayıldık. Güzel de bir logo seçtik. Şimdi firma adını bu şekilde değiştireceğiz.

Ortaklığınızın yüzdesel oranları nedir?

Yüzde 50 onlar. Beşiktaş Tersanesi A.Ş.’nin içinde, onların ortaklık yapısı yani Yavuz Bey, Servet (Yardımcı) Bey, Nazım Kalkavan, Hüseyin Yardımcı ve Yavuz Bey’in diğer ortakları var. Biz de Düzgit Yalova A.Ş. olarak yüzde 50 hissenin sahibiyiz. Düzgit Yalova’nın (hissedarları) içerisinde de bizim ailemiz var.

Peki, Park Tersanesi için 2023 yılı içerisinde hedeflediğiniz belirli bir iş oranı var mıydı, ulaşabildiniz mi? Biraz da tersanenin altyapı ve üstyapı özelliklerinden bahsedebilir misiniz?

Tersane, eylül ayının sonuna doğru devreye girdi, yani gemi tamirine başladı. Ekim, kasım ve aralık ayında da faaliyetlerini sürdürdü. Tamire gelen gemilerde hafif bir azalma var. Çünkü (Ballast Water Treatment Sistemleri) Balast Suyu Arıtma Sistemleri yeteri kadar yapıldığı için o süreç biraz azaldı. Bir de sayı da artıyor tabii ki, dolayısıyla, bir işsizlik yok ama geçen yıllardaki yoğunluk da azaldı. Mesela geçen sene Tuzla’da ya da Yalova’da, yanaşacak iskele bulunamıyordu, havuza çıkacak sürelerde de bekleme süreleri vardı. Onlar biraz azaldı. Ama yine Allah’a şükür iş var. Bir de Türkiye’ye rağbet de var. Zaten alternatif de azaldı. Dolayısıyla bence bu çanakta iyi olmaya devam edeceğiz.

İşletme politikanızdan kısaca bahsedebilir misiniz? Park Tersanesi olarak hangi pazarları hedefliyorsunuz? İlk etapta iletişimde olduğunuz müşterilerinizin Park Tersanesi yatırımlarına nasıl geri dönüşleri oldu? Bir de siz hangi işleri katma değerli buluyorsunuz?

Beşiktaş’ın bir de kendi bünyesinde bir alt tersanesi var, Tuzla’da. Park olarak biz de o altın bir farklı boyutu gibiyiz. Biz de Yalova’dayız. Katma değer açısından da çok ihtisasım olan bir konu değil, onu söyleyeyim. Ben gemi tamirci uzmanı değilim. Uzmanı olmadığım konuyla ilgili çok yorum yapmam. Burada know how’ı olan Beşiktaş Grubu ama onlar da her şeyini bizimle paylaşıyor. Sık sık toplantı yapıyoruz. İcra Kurulu Başkanı Yavuz Bey, ben Yönetim Kurulu Başkanıyım. Herkes kendi katkısını sağlıyor. Her şey çok keyifli geçiyor. Yavuz Bey söylüyor tabii ki neleri tercih ettiğimizi. Şimdi, 250 bin dolar için gelen gemi de var, 1,5 milyon dolar için gelen gemi de. Tabii ki büyük olan tercih ediliyor ama büyük olanı da verimli yapman lâzım. Sırf rakam büyük diye, sonucu da büyük olmayabilir. Onda çok fazla emek ve zaman da harcayabilirsiniz. Belli bir konu var ama esas iyi bildiğim yerden size söyleyeyim. Demin, baştan söylediğim acı gerçeklerden dolayı şöyle bir realite doğdu. Burada sakın ha yanlış anlaşılma olmasın, çünkü yıllar önce de bir lafım yanlış anlaşıldı bugün bile internete girince ‘Gemicilere yarısı yeter’ başlığı çıkar. Hâlbuki orada söylediğim, asla böyle bir şey değildi. Söylediğim şuydu, “gemicilikte, gemi adamı döviz kazanıyor. Gemici bile 2 bin dolar alıyor. 2 bin doları, 12 ile çarparsanız 24 bin dolar. Ben az önce ne dedim, “Keşke Türkiye’nin kişi başı millî geliri 25 bin dolar olsa.” Türkiye’nin kişi başı millî geliri, bilmiyorum rakamları en fazla 10 bin dolar olmuştur tekrar. Şimdi 10 bin dolar nerede, 24 bin dolar nerede? Yani gemicilikte, istihdamda bizim gemilerin kaptanı maaş olarak aylık 14 bin dolar alıyor. 14 çarpı 12 nereye çıkıyor, 170 bin dolar. Dolayısıyla keşke bizim, Piri Reis Üniversitesi gibi çok daha okullarımız olsa, bunların meslek liseleri olsa, Ziya Kalkavan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi gibi Beykoz gibi. Gemi adamı yetiştirsek, hatta onları ihraç etsek. Çünkü bugün üniversite mezununun, mühendisin alamadığı yüksek gelir imkânları var. Hepsi ehliyet sahibi oluyor. O zaman da söylediğim oydu. “Gemicilerin aldığının yarısı alınsın” demedim. Yarısını bile alsa, kişi başı millî gelirin üstünde demek istedim.

Şimdi, gemi tamiri ve gemi inşaya gelince de usta konularımızda ciddi bir sıkıntı yaşıyoruz. Mesela depremden etkilenmeler, başta inşaat sektörüne, turizme geçişler oldu. Şu an Tuzla’da, kaynakçı bile bulamıyorlar. Ben bunları daha yeni duyup, öğreniyorum. Dediğim gibi çok içinde değilim. Sonrası olacak mı da bir şey değil. Geçenlerde, İstanbul Ticaret Odası Başkanımıza da karşı olduğumu belirttim, umarım yanlış anlamamıştır beni. Bir toplantıda, İçişleri Bakanımızın özellikle, Türkiye’deki yabancılara karşı sert uygulamalarına “biraz dur diyelim” dedi, hani öyle bir havası vardı. “Çünkü çalışan bulamıyoruz” dedi. Ben de orada, “bir dakika duralım, gerekiyorsa çalışan bulamayalım ama biz onları istemiyoruz” dedim. Yani, Türkiye’de çalışan iş gücü olsun diye bize dışarıdan insan gelmesin. Bakın, fazla nüfusun hiçbir şeye faydası yok. Dünyada örnekleri de çok ortada. En azından, fazlalaşsın diye uğraşmayalım. Olanı koruyalım. İnsanlar daha müreffeh bir yaşam sürsün. Bu ayrı. Burada yanlışlarımızı düzeltebiliriz. Eğitim sisteminde hata var işte. Bu üniversite sistemleri, bu kadar üniversite olması kesinlikle gereksiz. Bu çözülmeli. Meslek liseleri ve eğitimler, bunlar da olmalı. Herkes üniversite mezunu olmak istiyor.

Dünya Bankası (Türk) iş insanlarını bu anlamda eğer yabancı özellikle ‘Suriyeli’ işçi çalıştırırlarsa fonla hem maaşlarını ödüyor, birçok şeyden de muaf oluyorlar…

Vallahi ben onların detaylarını bilmiyorum. Öyle olsa da bunu onaylamıyorum. Dünya Bankası onlar Türkiye’de dursun diye düşünmüşlerdir. Boş verin siz onu. Bir kere bizim 8 milyon değil ki nüfusumuz, 80 milyon. Zaten ülke olarak nüfusumuz çok. Yeteriz yani kendimize. İlâve 3-5 milyona ihtiyacımız yok. Ülkeye verilen zarar çok daha fazla. Biz buralara toplamda çok büyük kaynak ayırmış durumdayız. İnsani boyutunun dışındayım. Savaş olur, bomba atılır,mesela Filistin’den getirdik, burada bakıyoruz. Buna kim karşı çıkabilir? Bunlardan yana bir sorun yok. Ama ben bütün kapıyı açacağım, içeriye milyonlar düzeyinde insanlar gelecek. Dünyada da zaten bunun bir örneği yok ve olmaması gerekiyor.

Velhasıl son iki, üç yıldır olan ekonomide, nasıl söyleyeyim, normalin dışındaki gelişmeler şöyle bir sonuç doğurdu; 400 dolara aldığın kişiye bugün 800 dolar veriyorsun, dolar karşılığı söylüyorum -yani aslında TL veriyoruz da- 800 dolara mutlu değil. Biz hiç böyle bir şey yaşamadık. Muhasebede eleman tutamıyoruz. Adamı 18 bin TL’ye alıyorsun, 25 bine çıkıyorsun ama internette 30 bini buluyor ve gidiyor. 30 bine çıkarsan içerdekini bozuyorsun. 30 bine çıkıyorsun yine başka bir şey çıkıyor. Herkes işe girdiği hâlde yüksek enflasyon sebebiyle, hâlâ iş aramaya devam ediyor. Bunun gemi inşa ya da gemi tamirinde de örnekleri var. Maliyet yükseltiyoruz buna rağmen hâlâ yeterli eleman bulamıyoruz. İlk defa da gecikmeler yaşadıklarını söylüyor. Şimdi size net örnek söyleyeceğim. ÖTV’siz yakıt artış oranı yüzde 200 küsür. Ocak ayından alırsan yüzde 700’e çıkıyor. Biz, böyle bir şey hiç yaşamadık daha önce. Yani döviz artardı, enflasyon da olurdu, el ele baş başa giderdi. Bu biraz dövizi tutma çabaları. Fakat bu özellikle ihracattan- Mesela şimdi siz, Almanya’ya bir tekstil ürünü satıyorsunuz 22 Euro’ya, karşı tarafa ‘Türkiye’de işçilik arttı, bu 42 Euro oldu” diyemezsin, almaz senden. Türkiye’de bir teklif alıyorsun 1 milyon dolar istiyorlar. 1 milyon dolara zaten Norveç’te de var. O da Norveç bot diye geçiyor. Bunlar nasıl düzelecek bilmiyorum. Tüm bunları konuşuyoruz. Bu arada kimse sakın Recep Düzgit çalışanların ücretleri çok diyor demesin, bunu demiyorum ben. Denge bozuldu diyorum. Çünkü onlar da geçinemiyor. Mesela bugün, çok doğru bir şey vardı bir yerde. Bunu en fazla haksız fırsatçılığa çevirenler, İstanbul’daki restoranlar. İnanılmaz rakamlar oldu. Bir örnek, X’de okudum, bilindik bir restorandan dürüm döner almışlar iki tane, 500 TL ödediklerini, buz gibi olduğunu ve içinden döner çıkmadığını ve iade ettiklerini söylemişler. Tepki vermeye alışmalıyız diyor. İnsanlar bunu yapmıyor bu nedenle bu büyük bir fırsata çevrildi. Enflasyon kaliteyi de düşürdü, bazılarına fırsatçılık yarattı.

Peki, kayıt dışıyı artırır mı bu?

Yani kayıt içi, kayıt dışı neticede böyle fuzuli bir gerçek var. Kesinlikle işçilerin aldığı maaştan yana bir derdim yok. Hayat da zor. Fakat şu realite var, bugün aralık ayının sonlarına geldik. Bugünlerde asgari ücret belli olacak, ocak ayının 1’i itibarıyla da yeni ücretler vereceğiz. Bu söylediğim maaş daha da artacak. Fakat sattığınız ürünlere bunu koyabilecek misiniz? Böyle bir şeyimiz yok. İhracatta bu pek mümkün değil. İhracatçılar konuşsun, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) anlatsın bunu.

Gelelim gemi tamirine. Mesela şimdi asgari ücret artacak. Çalışanlara yüzde 40 daha fazla vereceğiz misal. Ama 1 Ocak’ta ya da 31 Ocak’ta dolar yüzde 40 artmayacak. Siz 500 bin dolar çıkardığınız gemiye, “680 bin dolar oldu” diyebilecek misiniz? Hayır. Bunu bir cepten verirsiniz, iki cepten verirsiniz ama sonra… Gemi tamiri de yüzde 200 kârla yapılan bir şey değil. Şimdi, 30-35 olan bir marjda bunları verecek çok yerin yok.

Gemi inşa sanayi döviz girdisi sağlayan, yan sanayiyi sürükleyen, teknoloji transferini cezbeden, istihdam sağlayan, millî deniz ticari filosunu destekleyen ve ülkenin savunma ihtiyaçlarına katkıda bulunan bir sanayi kolu. Devlet Türkiye’ye gemi inşa alanında hak ettiği desteği veriyor mu? Sektörün rekabet gücünün de bilinmesi ve bu perspektiften değerlendirilmesi için işçilik ücretleri, yan sanayi girişimini ülkemizde göstermekle beraber yüzde kaç civarında bir yerli katkı kullanımı ile sınırlı kaldı, şu an ne durumda? Türk armatörlerinin tercihleri, örneğin Türk tersanelerine bakış açıları açısından özellikle büyük tonajlı gemilerde Türk armatörü tercihlerinde Japonya, Kore ya da Çin tersanelerine yönelik bir eğilimleri var. Bu yıllardır böyle biliyorsunuz. Türk armatörün ilgisini çekmek mümkün olur mu? “Türk armatörün dövizle imtihanını” esasen soru olarak hazırlamıştım. Doların yüksek olduğu zamanda yapılan kontratlar veya yapılan satın almalar tersanecilerimizi dolarda yaşanan düşüş veya bu baskılamayla birlikte olması gerektiği seviyenin altında seyretmesiyle zor durumda bırakmıştır diyebilir miyiz? Biraz önce ‘hiç böyle olmadı’ dediniz. Peki niye böyle oldu Recep Bey?

Bakın ekonomi gerçek olmayan hamlelere tepkisini acımasızca verir. Gerçek olmayan şeyler yaşadık. Yani piyasada faizler yüzde 30’ken, faiz oranını 8 yapıp sonra daha da aşağı çekersen olmaz. Hani biri bir hata yapar da bu süreçler 3-4 sene sürdürülmez. Mesela benim üzüldüğüm şu ki Türkiye ekonomisi, bunları yaşayacak bir durumda değildi. Hatta yöneticiler de aslında bunun şokunu yaşadı. Az çok verilere hâkimler, hepsi de bilmiyor değil bilenler tabii ki var. Diyorlardı ki “nasıl olsa istihdam var, şirketler çalışıyor” ve evet öyle. Ama ona rağmen yaptık. Olacak iş değil ki… Bunların hiçbiri yaşanmamalıydı. Bunlar üst üste yaşanınca bir yandan dövizi tutuyorsun, bir yandan dövizi satıyorsun, içeride seçimler var, üst üste zam yapıyorsun, EYT ödüyorsun. Bütün dengeler bozuldu. Bu dengeleri biraz açayım. Bir insan var ki fırsatını buluyor 100 TL’yi 500 TL yapıyor. Bakın alınan tedbirlerin birçoğu işe yaramadı. Yok, ‘stokçuların üzerine gideceğiz’, ‘fiyat artıranların üzerine gideceğiz’… Bu işler öyle olmaz. Öyle Stalin uygulamaları falan da pek geçmez ekonomide. Ekonominin kendi dilinden yaparsan çalışır. Öbür türlü yürümez, yürümedi de. Bu sefer de şu oldu, mesela kirayı yüzde 25 ile dengeledin. Artıramayan artıramadı. Artıran da artırdı. Ya da tam tersi. Yani şimdi aynı binada 5000 TL kira veren insan da var, 25 bin TL kira veren de var. Böyle bir şey hiç yaşadınız mı siz? Benim kastettiğim bu.

Peki gemi inşa sektörüne dönersek, bütüncül olarak denizcilikte bu anlamda Türk denizcisinin yani yatırımcısının, iş insanının, armatörünün, tersane işletmecisinin rekabet gücü var mı?

Bu dengeler elbet toparlanacaktır. Şu var ki dünyada da yüksek enflasyon olduğu bir dönemdeyiz. Orada da biraz düşüş oldu ama tabii onların oranları yüzde 3’e çıkınca enflasyon arttı deniyor. En yüksek olan da yüzde 10-11 oldu. Genel olarak her şeyi almasak da eskiden 300 dolara kaldığınız otel 600 dolar oldu. Bir acente botunun motoru diyelim 35 bin dolarsa 40-45 bin dolara çıktı. Döviz bazında artışlar var ama bizdeki boyutta değil. Dünyada genelde bir pahalılaşma, enflasyonist ortam var. Ama asla bizim gibi değil, bu arada bazıları buna sığınıyor ki bunu asla kabul etmiyorum, Türkiye’de olanların gerçekleriyle dünyada ve Avrupa’da olanlar aynı değil, zaten oranları da aynı değil.

O zaman bir ekonomist olarak bu ekonomik göstergeler ışığında ne gibi tedbirler alınmasını önerirsiniz?

Bence, biz de yaşadık o tecrübeleri, bir kere herkes ayağını yorganına göre uzatmalı. Türkiye’de, sermaye birikimi oluşması gerekiyor. Türkiye’de genelde firmalar çabuk büyümek istiyorlar, bu da sağlıksız yapılar oluyor. En ufak bir terslikte sorun yaşıyorlar. Ben şundan yana da değilim, “çok fazla şirket kuruldu, çok fazla girişimci oldu”, kaç tanesi sağlıklı? Mühim olan ayağı yere basan firmalar olsun. Türkiye’nin tabii ki KOBİ’leri, yeni girişimcileri olsun. Ama yeni kurulan 100 firmanın 90’ı, 2-3 sene sonra kapanıyorsa ve bir yığın da tahribat, takip altında borç yaratıyorsa, işçi alacağını alamıyorsa, başka sıkıntılar oluyorsa burada bir problem var.

Alıyorsun İngiliz’in kalemini “Since 1756” yazıyor ya da başka bir ürünü 130 senelik bir firmanın. Bize daha güçlü ve oturaklı firmalar lâzım. Bunların yaptığı istihdam daha güçlü, ödediği ücretler daha yüksek, ödediği vergi de daha yüksek oluyor. Zaten o firmalar korkar bir şeyleri yanlış yapmaktan ve verimlilik esastır. Yani herkesin küçük olsun benim olsun. Her köşe başında bir girişim doğru bir şey değil.

Ama İngilizlere de bakarsak, tabii yüzyıllar boyunca gelişmemiş halkları sömürdükleri için 130-150 yıllık şirketleri var. Neyse…

Peki o zaman en son olarak şu an moral vermek gerekirse… Bu küreselleşen dünyada Türkiye denizcileşmeyi gerçek anlamda sizce başarabilecek mi? Yere sağlam basacak projelerimiz ne olabilir? Mesela siz örnek veriyorum, Koster Projesi Deniz Ticaret Odası’nda değerlendirildi ama çok yol alamadı. Yıllardır esasen değerlendiriliyor(!). Devlet Planlama Teşkilatı’nın da oluşturduğu komisyonların içerisinde çok geçmişte de yer alan bir proje ama hiçbir iktidarın döneminde maalesef gerçekleşmedi. Keza armatörlerimizin “tonnage tax” dedikleri gemi işletmecilerine özel bir vergi muafiyeti dünyada var. Gelişmiş ülkeler, biraz önce bahsettiğiniz İngiltere’ninki en sert diye biliyorum, Hollanda’nınki var, Yunanistan mesela Cunta döneminde bunu yapmış kendi armatörünü geri kazanabilmek için, Japonya bunu uyguluyor. Türkiye kendi armatörünü geliştirmek için stratejik yönde bu sektöre yaklaşsa neler yapmasını beklersiniz?

Tabii bunlar birbirinden ayrı konular. Önce Koster Projesi’yle başlayalım. Koster konusunda her zaman daha farklı bir duruşum ve görüşüm oldu. Çok da öne çıkmak istemedim, benim görüşüm en azından o projeyi destekleyenlerle örtüşmediği için.

Söylenen şuydu, “Türkiye kosterde Akdeniz’de öncü bir ülke ama kosterlerimiz eskidi. Bunları yenilemek lâzım ama… Koster sahiplerinin buna imkânı yok. Devlet desteğiyle bu iş gerçekleşsin.” Böyle bir dünya yok. Adamın 30 sene önce gemisi varmış, gemi gelmiş 30 yaşına. O güne kadar da kazandığını harcamış ya da ailesini geçindirmiş. Aile büyümüş. Bir gemiden belki 15 kişi yararlanmış. Ortada birikmiş sermaye de yok ama bu gemi eskimiş, yenisi olsun. Öyle bir dünya yok. Devlet senin gemini yaptıramaz. Bir daha söyleyeyim, bana bunu, Allah uzun ömür versin sektörde sağ olan bir abimiz söyledi, armatörlüğü konuşurken yani gemi tamirini değil, o ayrı, orada “emek yoğun” konusu var. Armatörlük emek yoğun bir iş değil, sermaye yoğun bir iş. 30 milyon dolar veriyorsun ve bir gemi alıyorsun. Gemide 15-16 kişi çalışıyor. Yunanlılar gibi çalıştırırsan da ofiste 5 kişi çalışıyor. Bitti. Bir geminin yaratacağı istihdam bu. Bazı şeyleri de “out source” ediyorsunuz. Bu kötü bir şey de değil. Bazı işler sermaye yoğun işlerdir. Dolayısıyla sermaye yoğun işte sermayesiz iş yapılmaz. Herkes armatör olacak diye bir şey yok. Armatör olmak için bir kere finans argümanlarına sıcak ve yakın olman lâzım. Bulunduğun platformlarda, buna imkân tanımalı. Yani kosterde bu dediğim olmadığı için de gelişmedi. İyi ki de olmadı yani devlet bir ara işin içine ortak falan da edilecekti. Yanlış. Nitekim buna rağmen, kosteri yapma imkânı olan kişiler yaptı. Dolayısıyla zaten imkânı olan, yani bu döneme kadar getirmiş, belli bir sermayeyi de biriktirmiş kişiler yapabilir. Bakın bizim devletimizin, ben hep söylerim, biz hep böyle Ulaştırma Bakanlığı, yok Denizcilik Bakanlığı da bir ara isteniyordu vs. Aslında kamunun yapması gereken çok şey yok. Az ve öz şeyler var. Mesela 2581 Sayılı Kanun, Türkiye Cumhuriyeti Devleti cebinden bir lira vermedi. İthalatı kolaylaştırdı. Gemi ithal etmek zordu, bir de döviz bulmak zordu. Sana döviz tahsisi yapılması gerekiyordu vs. Bunların önünü bir açtılar, Türkiye bir anda bir yığın adım attı. Ama ondan sonraki adımlar, 2581 Sayılı Kanun’da yapıldığı kadar katkı sağlamadı. TUGS pek bekleneni veremedi. Şimdi tonaj vergisini açayım, o biraz eksik biliniyor. Tonaj vergisinde söylenen şu, TUGS da biliyorsunuz yine Türk Bayrağı’na geçiyorsunuz, sadece kurumlar vergisi ve gelir vergisinden istisnanız var. Ama bu yetmiyor. Bir kere en başta, gemi finansmanında yabancı bankalar Türk Bayrağı’na karşı hâlâ endişeli. Yıllar önce Alman bankasıyla yaşanan sorun, hâlâ o dava devam ediyor. Bizim armatör arkadaşımız hâlâ o bankadan tazminat istiyor. Dolayısıyla her ne kadar kanunda madde değiştirilmiş olsa da yani sicil terkiniyle ilgili madde, onlar bu konuda çok rahat etmediler. Türk Bayrağı dışında bayrak istiyorlar. Türkiye’de, demin değindiniz, özellikle büyük tonajlı gemi siparişleri yurtdışına veriliyor. Zaten, o gemilerin neredeyse yüzde 99’u da yabancı bayraklı oluyor. Bir kere bunu da aşmalıyız. Bunu Türk kamusu da aşmalı, zaten gemi sahibi aşıyor da. Yani geminin yabancı bayraklı olması, dünyanın sonu değildir. Kötü bir şey de değil. Biz şimdi Rusya’da fabrikamız olunca, Cezayir’de bir Türk, biliyorsunuz Tosyalı Grubu, yanlış hatırlamıyorsam 6 milyar dolarlık yatırımları var. Biz bununla övünüyoruz, kötü bir şey olsa övünür müyüz? Cumhurbaşkanımız dile getiriyor, övünç kaynağı olarak. Keşke daha çok yerde olsa, bu Türkiye’nin gücüdür. Yabancı bayraklı gemi de. Şimdi düşünün, Fransız Bayraklı geminiz var. Arjantin’den yük alıyor, Çin’e taşıyor. Bakın Türkiye’yle hiç ilgisi yok. Ama bir Türk’ün sahibi olduğu şirket 3’üncü dünya ülkeleri arasında mal taşıyor, geminin bayrağına gitmiyor ki o para. O Türk’ün şirketine gidiyor. O Türk’ün şirketi de ya yeni bir gemi alıyor ya da Türkiye’de başka bir yatırım yapıyor, kazandığıyla bir arsa alıyor. Mühim olan sahiplik. Bayrağın hiçbir şeyi yok, bir artısı yok. Bu tonajda da söylenen şu, biliyorsunuz bu uluslararası para trafikleri, kara para hikâyelerinden herkes istediği ülkede banka hesabı açamıyor. Müşteriyi tanıma, sorgulamalar var. Bizim armatörlerimiz de diyor ki “biz niye Singapur’da, Hollanda’da ofis kuralım, başka yerlere gidelim. Zaten Türkiye’de yaşıyoruz, gemimiz olsun. Panama veya Norveç bayraklı olabilir. Olsun. Ama bizim navlunumuz buradaki bankaya gelsin. Buradan gitsin. Ama bunlar için de biz korkmayalım.” Yani yarın ben yabancı bayraklı gemim için… Mesela şöyle bir şey var. Diyelim ki sizin, Altunizade’de Kırmızı A.Ş. isminde bir armatörlük firmanız var. Tabii ki geminiz Malta bayraklı olduğu için Kırmızı S.A. diye de Malta’da bir firmanız var. Aslında geminin sahibi, Kırmızı S.A. ama buradaki aslında gösteri firması. “Management” gibi. Burada gemi adamlarıyla görüşüyorsunuz, sonra geminize alıp gönderiyorsunuz. SGK bunu öğrenirse, -gizli de yapılmıyor bu arada bu işler dediyor ki “sen Türkiye’de bir şirketle görüştün. Gemi yabancı bayraklı da olsa, sahibi yabancı da olsa, ben seni SGK’ya tabi tutarım.” Ama düzen böyle değil. Yabancı bayraklı… Cezayir’deki fabrikayı tutabiliyor musun? Tutamıyorsun. İş görüşmesini Altunizade’de yaptınız diyorlar. Bunu önlemek için insanlar gidip Singapur’da, başka ülkelerde firma kuruyor. İş görüşmelerini de oradaki management firmalarına veriyorlar. Hâlbuki burada olması gereken bu işe ortamı hazırlamak. Buradan da o geminin net tonundan, dwt tonajından yıllık bir para alacaksın. Türk Bayrağı çekmiş bir gemiye zaten kurumlar vergisi istisna verdiği için yabancıdan almayacağını beyan edeceksin. İnsanlar şu an ondan da korkuyor. ‘Acaba alırlar mı’ diye. Aslında, şu anki Gelir İdaresi Başkanımız bile bana “niye alalım, Türk’ten almıyoruz” dedi, ama bir garantisi yok. Yarın o gidecek, başkası gelecek. Bir de şu an ‘nereden ne alacağız’ diye bir ortam var. Bundan emin olmak istiyor bizim arkadaşlarımız ki son derece haklılar. “Ben başka ülkelere gitmeyeyim, Türkiye’de kurulayım” diyor. Ama mesela bunu anlamayan bir tekstil fabrikatörü “ne biçim şey istiyor bunlar” diyebilir. Ama bu dünyada böyle. Yani Yunan’ın da böyle bir hakkı var, Fransız’ın da var. Zaten zorlarsan da bir mecburiyeti yok. Zaten şimdi başka yerlere gitmesine gerek yok, Dubai var. Dubai öyle eskisi gibi de değil. Herkes memnun orada. Okullar iyi, çocuklar okula gidiyor, ortam iyi, eğlence var. Onlar da her yere uçabiliyor, oradan her yere gidiliyor. Dolayısıyla bunu diretirsen, kimse gelmek zorunda değil. Biz bu ortamı hazırlarsak, başkaları için de yani nasıl “Dubai merkez oldu,” diyoruz ya biz “Finans, iş merkezi olalım” işte bu ortamları yaratırsan insanlar geliyor. Anlatmak istediğimiz bu. Fakat bunu tam anlatamadık herhâlde. Mesela Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı Denizcilik Genel Müdürlüğü diyor ki “bu galiba bizim konumuz değil”.

Denizcilik bankası olmalı mı Türk armatörünün güvenebileceği?

Ona geleceğim. Burada tonaj vergisi, ya da adı ne çıkarsa, yabancı bayraklı gemilerin Türkiye merkezli olmasında armatörün ve yatırımcının ne ödeyeceğini baştan bilip, bunun da değişmeyeceği bir düzen kurulursa, Türkiye’ye buradan çok artı gelir. Bir kere bir yığın döviz gelecek. Türkiye’de pek bilinmez, en büyük armatörlerden biri, hatta belki 1’incisi Ciner Grubu’dur. O kadar gemi, milyar dolar tutar yıllık kiraları var. Kötü mü olur, onların Türkiye’ye gelmesi? Pekâlâ İngiltere bankalarına da gidebilir. Tabii ki bir kısmı gelecek, bir kısmı gidecek. Ama Türkiye’de kalanları olacak ya da bizim bankadaki dövizlere ihtiyacımız olduğu bir dönemde, o para Türkiye’deki bankalara gelsin. Bakın hiçbir şeyi Türkiye’ye getirmezseniz, hiçbir şeyiniz olmaz. Gelsin bir şeyler, artanlar da katma değer yaratır. Özetiyle bu.

Şeye gelirsek de bir kere devletler aslında armatöre çok bir şey yapamaz. Armatörün navlununu devlet belirlemez çünkü, uluslararası konjonktür belirler. Dolayısıyla biz Oda ya da Bakanlık olarak, ne kadar çok küçük sorunlar çözmekle uğraşsak da navlun çıktıysa çıkmıştır, düştüyse düşmüştür. Armatörü esas orası etkiler. O da uluslararası piyasaların bir sonucu. Tek başına, bunu etkileyebilecek düzeyde bir armatör de yok. Dolayısıyla navlunlar iyi olduğunda, bu sektör iyidir. Bu sektör ne yazık ki arzı biraz fazla bir sektör, yani sürekli yeni gemi girişi var. Ona da engel olamazsınız. Dolayısıyla da dünyanın ekonomisi belli bir oranda büyümezse, gemi girişi olduğu için navlunlar düşer. Ekonomi birinci sınıf dersi, bunu hep söylüyorum bir daha söyleyeceğim, armatörlük tam rekabet piyasası işidir. Tam rekabet piyasasında kâr sıfırdır. Sebep; piyasaya giriş olur, kısa dönemde kâr edebilirsiniz, orta ve uzun dönemde edemezsiniz çünkü giriş olur. Mesela konteyner gemileri yükseldi. Hemen yeni konteyner gemileri gelir, çünkü piyasa serbest. Engel yok. Yeni konteyner gemisini yasaklayabiliyorsanız yasaklayın ama öyle bir şey yok.

Bir de internet çıktı, bu işler bozuldu. Eskiden insanlar gelen teleksi Rumca veya İngilizce bilen birkaç tane brokera ya da sektörde eski abiler var, onlara okuturdu, “navlun burada” diye. Karadeniz’de bir yükü, bu taraftaki 3-5 insan öğrenebilirdi. Şimdi ise öyle değil. Bir internete giriyorsun, senin gemin Polonya bayraklı, Kamboçya’daki yükü bile öğrenebiliyorsun ve gemin oralarda bir yerdeyse ya da uygunsa, ona teklif veriyorsun. Tüm dünya bunu biliyor, bu bir şeffaflıktır. Bir de giriş serbestisi var. O zaman da uzun dönemde girenler olacağı için mutlaka fiyat düşer. Nitekim uzun bir dönem üstüne konteyner yükselmişti, girişler arttı, 24 bin TEU’luk gemiler yapıldı. Bir de limanlarda bekleme süreleri uzamıştı. Onlar da düzelince, değişti. Şimdi, araba gemilerinde çok navlun yükselmesi var. Kira rate’leri çıktı çünkü elektrikli arabalara fazla bir arz var. Türkiye’de en büyük katkı, biz bunu hep söyledik, devletin bir ya da iki kamu bankasını denizcilikte ihtisas hâle getirmesi lâzım. En azından şube bazında. Bunlar birkaç kere denendi ama arkası getirilmedi. Yani bunlar, tam kanunla verilmiş görevler olmadı. Denizciliği bilmediği için denizci bir şirketin bilançosuyla normal bir şirketin bilançosu aynı değildir. Orada bir gemi alıyorsunuz 30 milyon dolar. Onun amortismanı var, sanki zarar gibi gözüküyor hâlbuki öyle değil. Nakit akışını iyi okumak lâzım. Gemi bir tamire giriyor, daha önce harcamadığın bir parayı harcıyorsun. Denizi bilen, deniz hukukunu bilen, deniz piyasasını bilen bankalara ihtiyaç var. Öyle olmayınca da özel bankalarda bazen talepkâr oluyor, bazen olmuyor. Mesela şimdi, birkaç bankanın ihtisas denizcilik şubesi var. Onlar iyi, kendilerini bu konuda eğittiler ama pek örnek kalmadı. Onların da imkânları sınırlı. Bir de şu an ülkemizde, döviz kredisi vermek pek cazip değil bankalar için. Dolayısıyla hepsi ondan kaçıyor çünkü ülkenin aldığı tedbirler, döviz kredisi verilmemesine yönelik. Ama bizim işimiz de dövizle. Bir ara, Türk Eximbank çok iyiydi. Fakat herkes Eximbank’a koşunca, imkânları yetmez oldu. Bunları geliştirmek lâzım.

Bir de Türk bankalarının teminat sorunu var. Onları da değerlendirebilir misiniz?

Türk bankaları şundan kurtulamadı. En basit örnek vereyim, denizcilikte önde gelen bankalarımızdan biri diyelim, sahibi yüzde yüz yabancı. Onlarda kredilerimiz vardı. Evlerimiz ipotekli, arsalarımız ipotekli, şahıslar olarak kefaletimiz var, gemilerimiz de ipotekli hatta hisse rehinimiz vardı o da böyle. Bir de gemilerin borçluluk oranları çok değişti. Şu an gemilerin değeri bile kredinin üç misli yüksekte. Rakamla söyleyeyim, krediler 11 milyon dolar, gemiler 30 milyon dolar. Bir de üstüne dediklerim var. Biz, “bakın, biz yeni kredi bulacağız ve bunların hepsini kapatacağız. Dolayısıyla ipotekleri, kefaletleri kaldırın, zaten gemiler değerli” dedik. ‘Yapamayız’ dediler. Türk bankacılık sektöründe, bunu yapamıyorlar. Korkuyorlar.

Neden yapamıyor? Kaçıracağını mı düşünüyor gemiyi?

Aynısını ben Marin Römorkör’de de yaşadım. Marin Römorkör, bir teminat mektubu aldı. O zaman daha fatura kesmeye başlamamıştık, 2009’da. Römorkörü ipotek verdik. Sonra izin aldık, şirketin bir kazancı var, hiç borcu yok. Dedik ki “kaldırın bu ipoteği römorkörden”. Zaten teminat mektubu 9 milyon TL, yani küçük. Kaldırmadılar. Yabancı bir ülkenin bankasına gittik, sadece gemi ipotek aldılar. Türkiye’de bunu yapan banka olması lâzım. Türkiye’de bunu yapan banka olduğu an, Türk denizciliğinin en büyük ilerlediği gün olacak. Bunu, ne kadar anlatabildim bilmiyorum. Çok küçük ama çok net bir örnek. Bu arada bakın, ben biraz önce kapitali olmayanın, devletin de desteğiyle ya da başka zorlama destekle, gemi sahibi olmaması gerektiğini söylemiş biriyim. Dolayısıyla ikisi birbiriyle karışmasın. Bu ikinci verdiğim örnekte, öyle bir durum yok. Zaten geminin değeri, borcun üç misli olmuş ve kazancı da iyi. 3 geminin de kira kontratı var. Zaten öyle olmasa, o yabancı banka risk almaz. Ama Türkiye’deki yabancı sahipli banka, bunu yapmıyor çünkü Türk yöneticiler, Türkiye dinamikleri, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) kuralları, zimmet maddesi ve alışıla gelmişlikler bunu onların yapmasını engelliyor. O zaman da Türkiye’de denizcilik ancak yurtdışına gidip, bu imkânları yaratabilen girişimcilerin yaptığıyla gelişebiliyor. Diğerleri, o kosterin peşinde koşan arkadaşlarımız, yapamıyor. Çünkü onlar, bu dediğim boyuta gidip, o kredi imkânlarını yaratamıyorlar. Ölçek olarak da dünyada artık engeller var. Mesela, birçok kuruluş 50 milyon dolar, bazıları 100 milyon dolar altı işlere bakmıyor. 100 milyon dolar bizim koster armatörü için hayal ötesi yerler. Dünyada, gemi finansmanına bakan yerler, küçük işlere bakmıyor artık.

Esasen çok güzel vurgu yaptınız. Ülkenin isminde deniz olan bir bankası vardı. O zaman Cumhuriyeti kuranların kalkınma projeleri içerisinde denizcilik işletmeleri kuruldu, KİT’ler kuruldu, bankası da vardı isminde denizcilik olan… Bunların hepsi değişti, umarım iyileşir. Son olarak söylemek istedikleriniz var mı?

Deminki bir eksik kalmasın. Bu çok önemli. Burada bir şey daha söylüyorum, devletten teşvik istemek, devletten bir yerde ödeme beklemek değil bu söylediğim. Dolayısıyla daha kolay bir şey. Bu mesela, bizim Denizcilik Genel Müdürlüğü’nde aradığımız, konuştuğumuz bir yığın küçük talihi konular; tabii onların kendi içinde, atıyorum, motorcuların, Antalya’daki günü birlikçi tekne işletmecilerinin konuları değil, ama esas armatör gemi sahibi ve onların etrafındaki, onları ilgilendiren kısımların, ana konusu finansmana erişimdir. Hak edenin bu arada, öyle herkesin değil. Ama onlar için ortam hazırlanması lâzım. Buna da eğer bir ya da iki kamu bankası girerse, Normal şartlarda BDDK kanunlarına uygun, ekstra bir kıyak çekme mânâsında söylemiyorum, sadece ortamı hazırlarsak, o bilançolara bakmayı, demin söylediğim en basit, o teminat yapısına yaklaşmayı, adam gibi gemi ekspertiz değerini doğru düzgün bilmeyi, piyasayı gerçek okuyabilecek ve ona göre istihdamını yapacak ekibi kurup ortamı yaratacak bankaya ihtiyacımız var. Zaten iki kamu bankası ya da bir kamu bankası yapsın, diğerleri hemen peşinden gelir. Mesela demin bahsettiğim örnekte banka, biz krediyi kapatırken üzüldü. Ama dediğimizi yapmadın!

Siz çok güzel bir şeye değindiniz. O zaman denizcilik profesyonellerinin eksiği şu diyebilir miyiz: Evet, denizciler zaman zaman siyasetçi çıkardı ama denizcilik vizyonuna sahip, bütüncül denizcileşmeyi ülke genelinde ve gelecek nesillere de bırakacak sürdürülebilir bir politika geliştirecek hiç bürokrat hazırlamıyorlar. Yani iğneyi kendimize nasıl batırabiliriz?

Olabilir, o da bir bakış açısı. Şöyle ki ülkemizde siyasete girme ortamları, pek belli bir yere gelmiş, belli bir düzeydeki iş insanı ya da kendini geliştirmiş başka profesyoneller için çok uygun değil. Yani partilerin süreçleri, birçok insanı yıldıracak süreçler. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi, (Cumhurbaşkanı’nın sağlık sektöründen atadığı birini Sağlık Bakanı yapmasına izin veriyor ancak öyle bir imkân olursa olur. Onun için de Cumhurbaşkanı’nın ilgi alanında olması lâzım o kişilerin ya da görebilmesi lâzım. Nasıl bilsin herkesi 80 milyonda! Öyle bir şeyin tabii faydası olabilir. Bu arada şunu söyleyeyim; şu an denizcilikten sorumlu Bakan Yardımcısı Durmuş Ünüvar, sektörü çok iyi bilen biri. Çok da düzgün bir insan. Mesela sektör için bir kazanç. Ama söylediğim konular, tabii Ulaştırma Bakanlığı’ndaki Bakan Yardımcılığı düzeyini aşıyor. Çünkü burada başka bir vizyon lâzım. Mesela Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, turizmciler için büyük bir şans. Neden? Sektörün içinde çünkü. Biliyor, hele bir de bu bilgilerini objektif kullanıyorsa (kullandığını da varsayıyorum ki görevine de devamı takdir edildi)… O, mesela sektörün bazı taleplerini reddediyor, biz de biliyoruz. Çünkü onun bir fayda sağlamayacağını biliyor. Burada da mesela ben, denizcilikle ilgili bir yığın talihi konular gelse, insanlar mutlu olmayabilir çünkü ben de reddedebilirim. Çünkü ana konular başka ve onu çözmeye çalışmak lâzım.

Ama Binali Yıldırım “Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme” Bakanı’ydı

Binali Bey yaptı. Ama Binali Bey bir, Türkiye’nin çok önemli altyapı yatırımlarının yapıldığı dönemde 11-12 sene Bakanlık yaptı. Ulaştırmada, yüzde 1 değil denizcilik. Şöyle, onu da yanlış anlıyoruz. Bakanlık’ın yaptığı yatırımlar açısından bakınca öyle. Hâlbuki denizcilik çok önemli de bakanlık kendi bütçesine de baktığı için orada, karayollarına bağlayınca tabii olayın boyutu değişiyor. Havacılık da var. Bir de iletişim var. Yani Türkiye’nin en değerli satılan şirketi haberleşmeydi, o da orada. Demiryolu orada yatırım istiyor. Bütün bunlar yapılırken; Türkiye’nin köprüleri, Marmaray hepsi yapılırken, şunu itiraf edelim ben o haklı o haksız demiyorum ama Binali Bey denizcilik sektörüne küstü uzun bir dönem. En başta değildi ama uzun bir dönem küstü. Dolayısıyla bazı şeylerde belki hevesi de kalmamış olabilir.

Neden küstüğünü biliyor muyuz?

Boş ver, nasıl olsa üzerinden çok zaman geçti. Aslında Türkiye’nin belki yararlanabileceği bir dönemde de bir de Başbakanlığı oldu. Orada da 15 Temmuz yaşandığı için o dönem de öyle boğuntuya gitti, dolayısıyla kısmen oldu. Ama yine de çok önemli katkıları da oldu. Hiç olmamış gibi konuşamayız. Çok önemli destekleri oldu.

Evet, şu an oğulları da ciddi bir filo sahibi?

Bugün, tersanelerin yatırım yapabiliyor olmasının sebebi, kullanım haklarının 49 yıla uzaması. Bakın bunlar önemli hareketler. Çünkü o tersaneyi kimse alıp, bir yere götürmüyor. Ama adam yatırım yapamıyordu çünkü kontratında 5 sene vardı. Bunlar uzatılınca, gelişme oldu. Kime yaradı bu şimdi? Bir kişinin değil ki bunlar herkesin ayrı ayrı girişimleri var. Bu tip şeyler yapmak lâzım. Bunlardan da ülkeye dönüş olması lâzım. Buna bakacağız. Yoksa yani yatırımları boşuna yapmışız. Mesela ben, Kanal İstanbul’u konuşmak istiyorum aslında.

Buyurunuz lütfen, önce Kanal İstanbul’a hangi açıdan baktığınızı tanımlarsanız çerçevesini, daha açık olur.

Ben, açık konuşmayı seven biriyim. Bir kere, Kanal İstanbul neyin ihtiyacı? Kanal İstanbul’un söylendiği ihtiyacı, mesela bir abimiz var diyor ki “İstanbul Boğazı’nın yangın merdiveni” o da onun argümanı. Ya da “İstanbul’da 18 milyon inşan yaşıyor, İstanbul Boğazı’nda bir LPG gemisi patlarsa şu olur, o yüzden bu olur” deniyor. Kanal İstanbul’un yapıldığı yere de yerleşim düşünülüyor. Buradakiler insan da oradakiler değil mi? Bir kere, gemicilik açısından da Kanal İstanbul’a, öyle bir ihtiyaç yok. Bu kadar net söyleyeyim.

Bir armatör olarak söylüyorsunuz bunu değil mi?

Yok, her armatör bu bilgileri bilmez. Bilmek zorunda da değil. Ben, çocukluğumdan beri Boğazlarla ilgili çok ciddi verilerin içinde olduğum için söylüyorum. Bir kere Boğazlar’da alınabilecek en önemli güvenlik tedbirini, inisiyatifi üstüne alarak, Binali Yıldırım Bey almıştır. Bu, kamuoyunda da pek doğru dürüst bilinmez. Nedir? İstanbul ve Çanakkale Boğazı’nda seyir iki yönlü yapılır idi. Zaten uzun yıllar, Türkiye’deki yöneticiler, en tepeye, Cumhurbaşkanına kadar Türk Boğazlarında, Montrö Anlaşması’ndan dolayı biz, herhangi bir şeye müdahale edemezdik. Türkiye bu konuda ilk inisiyatifini, 1994 yılında Türk Boğazları Tüzüğü’nü çıkararak yaptı. İlk defa biz burada kurallar koyduk ve bunları uluslararası ilân ettik. IMO’ya bazı şeyleri mecburi yapamasak da şiddetle tavsiye ettik. Kurallar dedik ve Boğaz’da bir “seperasyon kanalı” gösterdik. Bunun sancak seyrini başlattık. Eskiden Boğaz’da, akıntıya göre hem sancak hem iskele seyirleri vardı. O günden sonra da her gün, cesaret alarak yeni kurallar koymaya başladık. En sonunda, mesela Ramazan Mirzaoğlu İstinye’deki Gemi Trafik Hizmetleri’ni açarken dedi ki ‘Bu yaptığımız yatırımları çok yakında amorti edeceğiz.” Kast ettiği, Türk Boğazları’ndan Montrö kapsamında alınan ücretlerin artırılmasıydı. Ama bunu yapmak 2022 yılına kadar olamadı.

Kendisi 2000’lerin başında, Denizcilikten de sorumlu Devlet Bakanı’ydı.

Denizcilikten sorumlu Bakan’dı, evet. O zaman, Devlet Bakanlığı müessesi vardı ve tek konusu buydu. Ama ihtisası bu değildi, kimya öğretmeniydi diye hatırlıyorum. O mesela, Bakan olarak çok önemli vazife yaptı. Gemi Trafik Hizmetleri’nin kurulması için Boğaz’da, birçok radar kuleleri kurulmuştu. Ben ondan duymuşumdur, “deruhte-i mesuliyet” aldı. Kendi söylemiştir. Çünkü radar kuleleri için izin verilmiyor. Biri Anıtlar Kurulu’na, biri Boğaziçi İmar Kanunu’na takılıyordu gibi. Bir yığın kule yapıldı. Galiba İstanbul’da 8 tane, Çanakkale’de ve Marmara’da var. Bakan olarak, ‘sorumluluk bende’ diyerek imzalamış ve hâlâ kullandığımız çok önemli olan Gemi Trafik Hizmetleri Merkezi’ni hayata geçirdi. O dönemde Türkiye, 250 milyon TL’ye yakın yatırım yaptı. Bakan’a “Efendim, biz Montrö’deki hakkımızı düşük alıyoruz. Bunu artırınca, bu para çıkacak” dediler ama ne Dışişleri ne de o zamanki Bakanlar, Başbakan, Cumhurbaşkanına kadar gitti mi olay bilmiyoruz, yapılamadı. Altın Frank olayı. Bu inisiyatif, daha geçen sene yapılabildi ve Türkiye bunları 5 misli artırdı. Bu senenin başında da yüzde 8 daha artırdık. Hâlâ bu kadar artırmamıza rağmen, uluslararası Antlaşma’dan gelen hakkımızın 4’te 1’ini alıyoruz.

Şimdi, konu karışmasın, Kanal İstanbul diyorduk. Burada şu oldu, Marmaray inşaatı başladığında, Marmaray Avrasya Tüneli gibi bir şey değil. Avrasya Tüneli’nde bir kazıcı alet var, toprağın altına girdi, oradan arabalar geçtiği için, arabalar belli bir açıya kadar gidebiliyor 15-20 bayır çıkıyor. Dolayısıyla o girdi Yenikapı’nın oradan, çıktı karşıdan. Ama Marmaray’da tren gideceği için açı galiba 5 derecenin üzerinde olmuyormuş. Dolayısıyla denize, 30-40 metrelik plakalar hâlinde, o rayların geçeceği tüneller indirildi. Bu da hassas operasyon olduğu için Boğaz trafiği bazen komple bazen tek yönlü kapatıldı. Dolayısıyla Marmaray inşaatı boyunca, Türkiye’nin 1994’ten beri alabildiği cesur kararların devamı olarak, dediler ki “Biz böyle bir inşaat yapıyoruz. Dolayısıyla Boğaz’ı tek yönlü kapatıyoruz.” Binali Bey’in yaptığı şu oldu, baktı ki bu tek yönlü Boğaz trafiği güzel çünkü Türkiye’de Boğazlar’da kaza yılda en az 4-5 tane olurdu, en çok da Kandilli’de olurdu. Çünkü Kandilli hem dardır hem de dönüş var. Binali Bey şunu yaptı, Marmaray’ın inşaatı bittikten sonra denizi de bilen biri olduğu için sundular da muhtemelen kendisine, “tek yönlü uygulamaya devam” dedi. İmzayı attı. İşte “deruhte-i mesuliyet” budur. Şimdi, bu kadar kazasız süreçten sonra artık kolay kolay kimse çift taraflı geçişe “ok” diyemez. Dolayısıyla bir kere bizim İstanbul Boğazı’nın, keza Çanakkale Boğazı’nda da kazaların en büyük sebebinin 1’incisi ortadan kalktı. İki, Gemi Trafik Hizmetleri çok gelişti. Artık gemileri her yerde görüyoruz. Hızlarına bakılıyor, en ufak bir şey olduğunda operatörler devreye giriyor. Kıyı Emniyeti’nin alet edevatı çok arttı. Yeni düzenlediler, şimdi 150 metrenin üzerinde tehlikeli gemilere bile eskort römorkörü var. Diğeri, Marmaray’ın yapıldığı yıllarda, İstanbul Boğazı’ndan geçen gemi sayısı, ya yılda 54 bin ya da 56 bindi. 56’ya çıktığı sene de olabilir ama 54’ten yüzde yüz eminim. Şu an bu sayı, 42 bine düştü. 40 bini gördüğümüz sene var. Bitti bakın, 54 binle 40 bin arasında çok büyük bir fark var. Bir de tek yönlü var. Tek yönlüye rağmen, beklemeler makul bir süre. Dolayısıyla Türkiye Kanal İstanbul’a, bu kadar büyük bir kaynağı harcayıp -inanılmaz bir paradan bahsediyoruz 25-30 milyar dolar- asla bunu gemi trafiğiyle geri alamaz, bildiğim için söylüyorum.

‘Biz bu yatırımı gemi trafiğiyle geri alamayız’ diyorsunuz doğru mu?

Aslında alamayız. Yani İstanbul Boğazı’ndan geçen gemilerden, Montrö’den mecburi aldığımız para onu ödeyemez ki… Bir kere şunu söyleyeceğim, bu çok basit bir matematik hesabı, önceki Bakanlarımıza sunum yapmışlar, gemi trafiği 75 bine çıkacak diye. Sunumu yapanlara, sayı düşerken hangi projeksiyonla yaptıklarını sordum, ben de Boğaziçi’nde istatistik okudum. Yani ekonomi öğrencileri istatistik alır. Düşen sayıda, artan bir sonuç nasıl çıkartabiliyorsun? Yok ki.

Bir de gemiler de büyüdü değil mi?

Evet, gemilerin tonajı büyüyor. Hatta bazıları, İstanbul Boğazı’ndan geçebileceği kadar büyüyor. Yani mesela boyunu 150 metrenin altında tutanlar, 299 metre tutanlar var çünkü İstanbul Boğazı’nda 300 metrenin üzerinde gemi geçişi yok gibi bir şey, yasağa yakın. Ama enini artırabiliyorlar gemilerin. Zaten Boğaz’dan geçen tonajların, yük tonajında çok düşüş yok ama gemi sayısı önemli. Neticede gemi trafiğini o yaratıyor. Mesela benim bir düşüncem daha var. Buna belki Kıyı Emniyeti’ndeki arkadaşlarımız karşı olabilir ama aynı fikirde olanlar da var. Bugün dünyada en çok ne konuşuluyor? Emine Erdoğan’ın da çok üzerinde durduğu sıfır atık, çevre, emisyon. Boğaz’dan gemi geçiyor, şimdi herhâlde son yapılan düzenlemeyle, 6-7 bin eskort belki 8-10 bine çıkmıştır, bilmiyorum. 10 bin yani 32 bin, 40 bin Boğaz geçişi var. Bunlardan neredeyse 10 bin gemiye yakınının yanında, römorkör gidip geliyor eskort. Bunların makine güçleri çok yüksek. Bazıları, gemilerden daha güçlü. İkinci bir gemi trafiği ve dalga yaratıyor. Mesela Boğaz’ın kıyısal bir yapısı da var. Bunu en iyi bilenlerden biri de Allah uzun ömürler versin, Rahmi Koç. O inanamıyor bu çıkan dalgalara çünkü eskiden Yavuz Zırhlısı, İstanbul Boğazı’ndan geçecekken, üç gün önceden duyuru yapmışlar. Yavuz’un Boğaz’dan belli bir hızla geçeceğini söyleyip, tedbir alınmasına dair. Düşünebiliyor musunuz, o zamanki hassasiyeti… Yani “dalga olur, sandallarınıza ya da herhangi bir şeyinize zarar gelir” diyerek. Böyle bir yazışma var.

Bu römorkörler, çok büyük dalga yaratıyor. Bu süreklilik arz eden bir şey. Bunun yerine ne yapılabilir? Küçük suda, şamandırada başka yerde rıhtımda harekete hazır tutarsınız 10 yerde, zaten geminin yanında giderken de bazen yarım mil bazen daha uzun mesafe arkasından geliyor geminin. Sürekli seyir yerine, Boğaz’da hazır beklerler. Bir şey olursa yine müdahale ederler. Geminin başında, “standby” denilen pozisyonda, hazırda duracak. Aynı parayı da alsın, kimse itiraz edemez. Devlet karşında var. “Eskort” yerine, “standby bekleme” dersin. Zaten çok büyük paralar da almıyorlar. Ama mesela bu seyir beni rahatsız ediyor, bu ülkenin vatandaşı olarak.

Kanal İstanbul’a dönersek. Gemi trafiği düştü, tek yönlü seyir var. Kimse diyemez ki “gemi makinesi şey oldu (bozuldu), bir tane yalıya çıktı” bu her zaman olacak. Zaten Kanal İstanbul Projesi’nde, şu an son hâlinde, 225 metre eni, 22 metre mi ne derinliği konuşulan bir kanaldan bahsediyoruz. Bu kanaldan, Boğaz’dan geçen 200 metrelik tankerlerin bile oradan geçeceğini sanmıyorum, 299 metreler var. Tonaj olarak diyorsak, 150 bin tonluk tankerleri, bunların hiçbiri Kanal İstanbul’dan geçemeyecek. Büyük konteyner gemileri, 300 metrelikler, Çanakkale Boğazı’ndan geçen 400 metrelikler, bunların hiçbiri de geçemeyecek. Ne geçecek? Rusların, Cumhurbaşkanımız da biliyor, “kakalak” derler, nehir tipi Rus gemileri geçecek. Küçük olduğu için yanlış anlaşılmasın, nehir gemileri aslında bizim kosterler gibi. Matematiği tutmuyor diyorum ya… 54 bin gemi geçen Boğaz’dan, gemi sayısı 42 bine düştü. 42 binin 10 binini, hatta bu hesaplamayı “Kanal İstanbul, İstanbul Boğazı’nın yangın merdivenidir” diye sunum yapan büyüğümüz de söyledi, Kanal İstanbul’dan en fazla 10 bin tane gemi geçirirsiniz. Zaten 10 bin gemiye düşürürseniz, buradaki 42 bin, 32 bine düştüğünde İstanbul Boğazı’ndan geçme burada bu kadar rahatlar artık, hiç bekleme de kalmaz. Öbürlerini de mecbur edemezsin. Montrö var. Zaten bir tonajın üstünü geçiremiyorsun. Onlar büyük oraya. Dolayısıyla o 10 bin gemi, orada, kusura bakmayın, akşam sefasına döner. Yani ne ekonomik bir dönüşü olur ne de… Bu sefer de “Zaten siz, Kanal İstanbul’un bu tarafına bakmayın, Kanal İstanbul aslında gayrimenkul projesi”. Evet, ne yazık ki öyle. Bir başına da bir liman düşünülüyormuş. İşte liman cazibe merkezi olacak. Öbür yerlerinde evler yapılacak. O zaman da şuna geliyoruz. Bir; İstanbul’un Avrupa Yakası adaya dönüyor. Yani İstanbul’un Boğazı burada, öbür tarafta da işte, Silivri mi neresiyse orası. Kesince, Türkiye’nin en önemli böyle bir şehrini siz, bir anda adaya çeviriyorsunuz. En ufak şeyde, 8 uçak kalkıp bir bomba attı mı, kaç tane köprü yaparsan yap hayat bitti. İki; biz İstanbul’a bir nüfus daha gelmesin derken, bir anda 500 bin mi, 1 milyon mu kişi gelecek. İstanbul’u, Tekirdağ’a doğru büyütmüş oluyorsunuz. Bunun, hakikaten bir faydası yok bu ülkeye. “Oraya biraz daha gelişim yapacağız, ev yapacağız” diye, o inşaatlarla ekonomi bir süre hareketlenecek diye… Bir daha söylüyorum, İstanbul’un üçüncü köprüsü erken yapılmıştır. Ama ihtiyaçtır. Er ya da geç ülkenin buna ihtiyacı var. Havaalanı da bence, insanlar hiç bunu biliyor mu bilmiyorum ama havaalanında indikten sonra arabanıza binene kadar 2 bin adım atmanız lâzım. Genelde de hep en uçta indiriyorlar nedense. Diyorlar ki “65 yaş üstündekileri taşıyacağız” nasıl taşıyacaksınız? Niye taşıyacaksınız, bir havaalanındaki herkesi? Zaten nereye kadar taşıyabiliyorsunuz? En fazla pasaportların olduğu yerin üst katlarına kadar. Oradan aşağı iniyorsunuz yine yürüyorsunuz. Sonra bir daha, sonra bir daha. Bunu özellikle söylüyorum Melika Sultan Eczanesi’nin önünden geçmeden havaalanının dışına çıkamıyoruz. Hâlbuki onun önünden geçmesek 500 adım az atacağız. En son gümrüklü alandan çıkarsınız değil mi? Karşında kapı var çıkamıyorsunuz oradan. Oradaki satıcıların önünden geçmen için. Yabancıların satıcıların önünden geçmesini istiyor olabilirsin ama beni neden geçiriyorsun? Neden sadece VIP hizmet alanlar bunları yaşamıyor, belki farkında bile değil.

5-10 sene sonra olsa da olabilirdi ama oldu. Helâl olsun. Neyse havaalanı son derece faydalı bir şey. Bakın bunlar faydalı işler. Atatürk Havaalanı aslında büyüyebilirdi. Sabiha Gökçen Havaalanı’nın da büyüme projesi vardı. Bunlar değerlendirilmedi belki bilmiyorum, karar vericiler tarafından İstanbul Havaalanı yapıldı.

Çanakkale de bugünün değilse 4-10 sene sonranın ihtiyacı yapıldığı için de hiç konusunu etmiyorum. İzmit Körfezi, lâzımdı. Büyük olay, helâli hoş olsun. Avrasya gibi 4 tane daha yapılsın. Bakın ben, yatırıma karşı bir insan değilim. Ama Kanal İstanbul’da, bunların hiçbiri yok. Çünkü Kanal İstanbul’da, diğerlerinde olan dönüşüm yok. Gemilerden böyle bir para alamazsın. Orada yaratılacak emlak, rant ve konut işi de ülkeye büyük ölçekte fayda sağlamayacak. İstanbul’un nüfusunun artmaması gerekiyor.

Peki İstanbul deprem bölgesi efendim. Sizler de yöneticilersiniz esasen. İMEAK Deniz Ticaret Odası yarı kamu. Nihayetinde bir deprem söz konusu olduğu zaman 3’e bölünmüş olan Bir İstanbul’dan nasıl tahliyeler söz konusu olacak veya ulaşım nasıl sağlanacak?

Tüm bunları düşününce, söylediğimin yapılması gerektiğini bir kez daha anlıyoruz, teyit ediyoruz. Burada sadece mevcut binalar, bakın görüyorsunuz burada, bunların da sağlam olmayanlarının derhal yıkılması ve yenisinin yapılması gerekiyor. Ama ilâve değil.

Peki siyasete atılmayı düşünür müsünüz?

Uygun ortam olduğunu görseydim, atılırdım ama demin söylediğim sebeplerle atılmadım. Mesela, yıllar önce genç bir iş insanımız TÜSİAD eski başkanlarından biri siyasete girdi. Sonra dedi ki “Bu ülkede siyaset yapmaya uygun konjonktür için erken daha, bir 15-20 sene geçmesi lâzım”. Çok merak ediyorum, aslında bu binada kendisi. Bir gün görünce soracağım, 15-20 yıl sonra uygun ortam oldu mu? Bence olmadı. Hatta bence, geriye gidiş oldu. Ne yazık ki…

Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.

Bunu Paylaşın