“Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum Şili Şili” demiş Şilili ozan Pablo Neruda desem ne dersiniz? Yani Nâzım Hikmet’i ve Aşık Veysel’i bilse belki böyle derdi demek istiyorum. Neruda’nın bizim şiirimizi öğrenmesine tam ramak kalmış, ozanımız Nâzım Hikmet ile 1963 Temmuz’unda Şili’de buluşup bir sürü şey paylaşıp konuşacakken, ozanımızın 63’ün 3 Haziran’ında ansızın ölümüyle bu buluşma gerçekleşememiş ve belki de çok önemli sonuçları olabilecek kültürel ilişkiler başlayamadan sonlanmıştı.”1
Şili haritada, Güney Amerika’nın en solunda yani batısında yer almış, incecik ve upuzun bir ülke. Yüzölçümü olarak bizimle aynı büyüklükte sayılır. Zaten yüzölçümü sıralamasında dünyada biz 37’nci onlar 38’inci sırada. Ülkemiz ile Şili’nin başka benzerlikleri de bulunuyor. Özellikle yakın tarihte benzer olaylar ve gelişmeler yaşanmış. Bunların en dikkat çekeni 11 Eylül 1973’te yapılan Pinochet Darbesi ve sonrasında ülkede olanlar. Türkiye’de de hemen 7 yıl sonra, çok benzer siyasi ve sosyolojik etkileri olan süreçler yaşanması bana Şili’yi gezip anlamaya çalışırken çok tanıdık gelmişti.
Pablo Neruda’nın evleri…
Tabii ki Şili denince 1971 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi ünlü ozan Pablo Neruda ilk aklıma gelenlerden oluyor. O güçlü anlatımı, İspanyolca’nın masalsı tınısı ile çok etkili yapıtları olan Neruda’nın Şili’de hayatını geçirdiği üç tane ev bulunuyor. Evler, Santiago, Valparaiso ve Isla Negra’da.

Neruda’nın Şili’de yaşadığı üç evin hepsi bugün Pablo Neruda Vakfı tarafından idare edilen müze ev konumundalar. Ozanın Şili’de yaşamını sürdürdüğü bu evlerden ilki Santiago’daki “La Chascona”; İkinci ev Valparaiso’da bulunan “La Sebastiana”; şairin yaşadığı üçüncü evi ise Isla Negra’daki El Quisco komünü yakınında. Ben bu evlerden La Chascona ve La Sebastiana’yı görme şansına eriştim.
“La Chascona”…
Turun başlangıç saatini evin limon ağaçlı bahçesinde oturarak bekliyordum. Turlar İspanyolca ve İngilizce. Pablo Neruda Vakfı kuralları gereği müze evlerde, kapalı mekânlarda fotoğraf çekilmesi yasak.
Dalgalı saçlı kadın demekmiş “La Chascona”. Son eşi Matilde’ye ithafen bu adı aldığı söyleniyor. Matilde, adını verdiği evin ruhunu oluşturma konusunda Neruda’nın yanında yer almış. Kadın estetiği, zevki ve yaratıcı entelektüel elleriyle evin şekillenmesinde büyük pay sahibi olmuş. La Chascona, tam bir zevk yuvası. Taş duvarları, beyaza boyanmış narin ferforje masa ve sandalyeleri, kireç boyalı duvarlar üzerindeki taşlarla bezenmiş figürleri görünce evin enerjik ve entelektüel havası içeri bile girmeden size ulaşıyordu. Ev, Avrupa’dan, Afrika’dan ve dünyanın diğer farklı bölgelerinden boy boy, özgün objelerle doluydu. Eee, Neruda yıllarca sürgüne yollanınca her yerden orijinal nesneler almış tabii ki. İrili ufaklı eşyaların hepsi özellikli parçalardı. Bu evin zevkle döşenmiş, zarif havası da değişik kültürlerden gelen bu farklı eşya ve objelerin uyumlu kombinasyonuyla düzenlenmiş olmasından kaynaklanıyor. Evdeki her detay renkli, oyuncaklı, canlı bir görünüme sahipti.

Sadece ilk girilen odadaki ayrıntılar bile anlatmakla bitmez çeşitlilikteydi. Fransa’dan metal mini bar, Polonya ve İngiltere’den küçük tahta kuklalar, Macaristan’dan bir battaniye ve birçok ülkeden ağaç eserler, heykeller, cam işleri ve resimler. Üzerlerindeki değişik kabartma desenlerle masada bulunan her biri ayrı renkte cam yemek takımları, misafirini bekler gibi kurulmuş durumdaydı. Rehber, “Matilde’nin kadın estetiği ve hünerli elleriyle oluşturduğu rüya bir mekân” diyordu. Özellikli objelerle süslenen oda artistik bir havaya bürünmüştü. Bu ufak gibi görünen ayrıntılarla birlikte yerine oturmuş, donanımlı bir konfor kendini gösteriyordu. Her şey iç içe ve çok ayrıntılıydı ama sıkıcı biçimde gözünüze sokulmamış, huzur veren bir kolaj gibiydi. Normalde bu kadar çok detay boğabilir insanı. Öyle olmuyordu ama bu evde. Kültür böyle bir şey işte, yakıştıranının elinde bambaşka bir coşku halini alabiliyor. Rehber, şairin kişiliğine ilişkin bilgiler de veriyordu tur esnasında. Mobilyalar içinde fark edilmeyen ufak bir kapağı itip açarken, “Neruda’nın çocuk ruhu da bir sürü orijinallik katmış bu evin yapısına” diyordu.
Bu çocuksu ve zamanında işe yarayan icatlardan biri de ev içindeki gizli geçitti. Bahçeden girilen alt odanın sonundaki tezgâh ve dolabın sağ yanından mobilya yüzeyine kamufle edilmiş gizli kapı, başka bir odaya geçişti. Bu gizli kapının hemen arkasında dört beş kişinin oturabileceği ufacık bir oda vardı. Gizli geçit sonrasındaki bu ufak mekân, Komünist Parti zamanlarında polis baskınlarına karşı ilk etapta saklanılacak yer ve toplantı odası olarak kullanılıyormuş. Oda bile denemeyecek alçak tavanlı bu ufak mekândaki eski bir televizyon ve içinde gümüş çatal, kaşıklarla yapılmış absürt enstalasyonun görünümünü arkada bırakıp küçük bir merdivenle çıktığımız yer, çalışma odasıydı. Oda ceviz bir masa ve sandalye ile sade bir huzur ortamıydı. Devamında yatak odası ve oturma odasını gezdik. Yatak odası da sade ve dinlendiriciydi. Yatak odasındaki banyo çok zevkli ve kullanışlı. Banyolarda o zamanlar için modern olduğunu düşündüğüm dekoratif fayanslar ve orijinal armatürler vardı. Her şey büyük bir kullanım kolaylığı ve estetik özellik taşıyordu. Devamında bir iki merdivenle yükselerek geldiğimiz oturma odası ayrı âlem. Tahta heykeller, zarif koltuklar, tablolar ve fotoğraflar. Her odaya geçişte az ya da çok merdivenler, geçişler vardı. Sofa, koridor arası mekânlardan geçiyorduk evin içinde. Oda ve geçişlerdeki şekiller muntazam geometriler değil. Yani, bir TOKİ estetiği yok tabii ama idare edeceğiz işte. Yaratıcı yuvarlaklıkları, ters açıları, birbirine uymayan farklı şekilleri, sıcacık “high level” bir gecekondu yumuşaklığında ortama uyum sağlayan çizgileri hissediyorsunuz. Her adımda ayrıntılar ve ayrı hikâyeler.
Şimdi Valparaiso’ya uzanalım.
“La Sebastiana”…
Valparaiso’yu yukarıdan seyredebildiğiniz evin bahçesinden okyanusa doğru uzanan manzaraya bakınca, bu evin de nasıl bir zevk yuvası olduğu belli oluyordu. Evin girişindeki holden tahta merdivenlerle bir kat yukarı çıkarken, taşlarla döşenmiş tarihi yelkenli figürlü, Pirî Reis’in haritasını andıran mozaik bir duvar resmi vardı. İlk kattaki ufacık oda ve minik balkonu arka bahçeye bakıyordu. Sigara içme odacığı sanki. Büyükçe bir puf ve duvarda resimler olan bu ara kattan merdivenlerle bir yukarı katta bulunan oturma odasına ulaşılıyor.
Oturma Odası, La Chasona ile yarışacak güzellik ve özgünlükteki objelerle süslenmişti. Oda, girişindeki sehpada müthiş estetik bembeyaz porselen bir boğa ve az ilerisinde küçük beyaz bir at heykeliyle başlayan detaylarla doluydu. Bu ev de sert çizgili geometriden ziyade, yumuşak hatlara sahipti. Geniş oturma odasının tüm camları Valparaiso Limanı’na ve denize bakıyordu. Yükseklerden okyanusa doğru uzanan engin bir his. Bu pencerelerin ortasına doğru karşılıklı iki koltuk konulmuştu. Şairin oturup gökyüzü ve denizi seyrettiği koltuğun önünde, ayaklarını dayamak için kullandığı ayak koyma sehpası burada da vardı. Bu koltuğun adı da “La Nube”, Türkçesiyle “Bulut”. Bu manzara koltuklarının hemen üzerinde, tavana asılı, portakal renkli, dondurulmuş bir kuş, cam bir muhafaza içinde tablo gibi duruyordu. Köşede çok estetik ve değişik renklerde cam takımlarla donatılmış bir yemek masası ve masanın yanında, duvara dayalı aynalı bir komodin bulunuyordu. Komodinin hemen solunda ufak, girişi kapısız bir yer vardı. Burası, Neruda’nın her evinde en önemli yeri işgal eden, dostlarına içki hazırladığı küçük bir bardı.

Çocuksu ve sürprizleri seven Neruda’nın bu barın içinde başka bir odacığı daha vardı. Barın içinden ulaşılabilecek egzotik desenli, ferforje bir kapıyla ayrılmış bu odacık, hazırladığı kokteyllerin formüllerinin öğrenilmemesi için girdiği sır odacığıymış. Odacık içinde, yarı gizli başka bir odacık, Neruda’nın sevdiği, matruşka gibi iç içe bir tarz olmuştu. Barın kendisi başlı başına bir âlem. Açık bordo boyalı bir duvarda, cam objeler ve birçok ülkeden ufak heykelcikler bulunuyordu. Bir balık tablosu, aplikler, denizcilikle ilgili süsler, at nalından türlü metal objelere kadar muhtelif dekorasyon malzemeleri, bara monteli bir gemi çanı, kadın suratı resmedilmiş duvara asılı tabaklar, gemicilikteki iskele ve sancak tarafları sembolize eden kırmızı ve yeşil halkalı saatler, Afrika’dan gelme olduğunu düşündüğüm bir asâ. Duvarda Balkan kostümü olduğu çok belli iki büyük resim vardı.
Hedonist Aydın…
Keyif arzusu ve rahatına düşkünlüğü her noktada anlaşılıyordu. Gerek La Chascona gerekse Valparaiso’daki evinde koltuğunun önündeki ayak koyma taburesinden tutun, yüzlerce ayrıntı ve özellik. Zevk içinde yaşamış Neruda. Tam hedonist bir komünist. Ancak “insan” Pablo Neruda, tam bir hedonist yani zevk düşkünü benim hislerime göre.
Daha anlatılacak çok ayrıntı var. Aldığım notlardan yararlanarak bu tarihi kültür mekânlarını size aktarmak istedim. Üzerinden silindir gibi geçen baskı rejimleri bile bu tarihi miras değeri olan mekânlara zarar verememiş. Ne mutlu!
Neruda’nın yaşadıklarına dair “Unutmak Yok” isimli şiiriyle son veriyorum yazıma.
Sağlık ve huzurla güzel günlere…
Unutmak Yok…
Öyle çok ki ölüler,
ve öyle çok ki al güneşle yarılmış
hendekler,
ve öyle çok ki gemilere vuran
miğferler,
ve öyle çok ki öpüşlerle kilitli eller,
ve öyle çok ki unutmak istediklerim.
- 1Güney Amerika’da 120 Gün, Gürcan Elbek, e-kitap ↩︎
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.