Siz yeter ki yolu açın onlar parlarlar: EMİN EMİNOĞLU

Yeşim Yeliz Egeli

Davudi sesli, güleç yüzlü, ince esprili, nezaketli, sözünün eri… Cumhuriyet değerlerine ve ilkelerine ciddiyetle bağlı, vatansever… Hedefine ulaşmada ve yeni nesli ilkeli yetiştirmede başarılı. “Şu Çılgın Türkler” tabirini hakkıyla taşıyan. Öyle ki, Libya’ya açtıkları düzenli hattın ilk seferinde 1 dolara konteyner taşıyacak kadar kendinden emin. Şaşırıp “Ciddi misiniz?” dediğimde, “reklam kampanyasıydı” deyip gevrek gevrek gülebilen; Deniz Ticaret Odası Meclis Başkan Vekili, Vapur Donatanları ve Acenteleri Derneği Genel Sekreteri, ENMAR Denizcilik ve Tic. A.Ş. kurucusu Emin Eminoğlu ile 19 Şubat’ta vaktin nasıl geçtiğini anlamadığımız çok neşeli bir söyleşi yaptık. İlkleri başarmış, denizciliğin temellerini atmada ülkemizde öncü olmuş sektörümüzün duayen isminin “EN” hayali umarız tez vakitte gerçek olur

Tarihte bir yolculuğa çıkalım mı… Emin Eminoğlu kimdir, kimlerdendir, nerede doğmuş, yaşamı nerede, nasıl şekillenmiştir?

Öncelikle teşekkür ediyorum. Haftanın ilk günü, ilk saatlerde böyle bir söyleyişi yapabilmekten esasen ben de büyük bir haz ve mutluluk duyuyorum. Emin Eminoğlu kimdir? Emin Eminoğlu, aslen Konya Karaman kökenli ama Batı Trakya’da, bugün Yunanistan sınırları içerisinde kalan İskeçe’de doğup büyüyen biridir. Ben ilkokulu, ortaokulu ve liseyi İskeçe’de azınlık okullarında okudum. Sonrasında da yüksek eğitimim için Türkiye’ye geldim. Fakat oraya gelmeden önce ilköğretimimden kısaca bahsetmek isterim.

6 Ocak 1958’de dünyaya gelmişim. Osmanlı İmparatorluğu’ndan tayin alarak İskeçe’ye giden subay bir dedenin torununun torunuyum. İlginçtir ki, dededen kalan çok eski, Osmanlı tuğralı belgeleri yıllarca nenemin sandukasında saklamışızdır bizim tapularımız sanarak. Yıllar sonra ben bunları alarak Türkiye’ye getirdim, okuttum. Sonrasında bunu günümüz Türkçesi’ne çevirttiğimde aslında belgelerde, “Emin Efendi’nin vazifesi icabı belirlenen yere gittiği görüle, ailesini yerleştirdiği görüle, geri döndüğü görüle, kellesi vurula” yazılıymış. Aslında bir idam fermanıymış. Eskiden talimatlar bu şekilde verilirmiş bu vesileyle de öğrenmiş oldum.

Dedeniz idam edilmemiş, öyle değil mi?

Hayır, biz hiç dönmedik. Hep orada kaldık (Gülüyor).

Ben ilkokulu İskeçe Türk Okulu’nda ve İskeçe Türk Lisesi’nde okudum. Lise 1 veya 2’nci sınıftayken Atine Büyükelçimiz bizi ziyarete geldi. Birgün pencereden baktığımda bir Mercedes ve yanında bir Türk Bayrağı gördüm. O Büyükelçimiz benim idolüm oldu. Onu gördükten sonra hocalarıma hep “Böyle olmak için benim ne yapmam gerek?” dedim. Hocalarım da bana “Ankara’da Mülkiye diye bir okul var. Oraya girersen ve Hariciye’yi bitirirsen böyle olabilirsin” dediler. Dolayısıyla benim hayallerim bu şekilde gelişti. Okulu bitirdikten sonra Ankara’da sınavları birincilikle geçip Mülkiye’ye gittim. İlkokul hayatımda da 10 almıyorsam, notumu kabul etmezdim. Dokuz aldığımda bile tekrar sınava girmek isterdim, hocalarım da beni kırmaz tekrar sınav yaparlardı.

O günün koşullarında tüm gazeteler yazmıştı sınav sonuçlarını. Bugün o gazeteler yok ama benim arşivlerimde var. Bu gazeteler Mülkiye’ye giren ilk üç kişinin adını yazmışlardır. Babama göstermek için bu gazete kupürlerini kesip saklamıştım.

Peki çocukluğunuzda eğitim nasıldı?

Eğitim farklıydı. Biz ilkokulu 6’ncı sınıfa kadar okuyorduk. Sonrasında 3 yıl ortaokul, 3 yıl da lise okurduk. Öğretmenlerimiz Türkçe dersler için Türkiye’den gelirdi. O tarihlerde, bize öğretmenlik yapan Fahrettin Özdilek’i, Mualla Soma’yı, Beyhan Kurtuluş’u hiç unutamam. Onlar çok değerli, çok iyi öğretmenlerimizdi. Görev süreleri bitince geri dönerlerdi. Tabii o dönemde anlaşmalar tam uygulanıyordu, şimdi böyle şeyler olmuyor. Bizim zamanımızda Türkçe eğitim veren öğretmenlerimiz Türkiye’den tayin oluyordu. Ben bugünden o güne baktığımda çok iyi bir eğitim aldığıma inanıyorum. Bu eğitimlerle Mülkiye’ye geldim.

Mülkiye’ye ne zaman başladınız?

Mülkiye’ye 1976 yılında girdim. İlk dersimizde şunu gördüm, yanımdaki insanlar buradaki çok köklü okullardan geliyorlardı. İstanbul Erkek Lisesi, Robert Koleji, TED Ankara Koleji gibi… Bunlar zehir gibi talebelerdi. Hiç unutamıyorum, ilk derslerden biri, İstatistik dersiydi. Kitabın yarısını geçtik. Çünkü çoğunu atladık. Ben hiçbirini bilmiyordum, yanımdaki arkadaşlara bunu bilip bilmediklerini sorduğumda hepsinin bildiğini gördüm. O zaman ben “bunların hiçbirini bilmiyorum, buraya neden geldim” diye çok sorgulamıştım. Fakat oradaki ağabeylerimden biri bana önemli bir şey söyledi. “Nereden geliyorsun?” dedi, İskeçe Azınlık Okulu’ndan geldiğimi söyledim. “Bak etrafına buradakilerin çoğu en az 2-3 dille buraya geliyorlar ve zehir gibiler, senin yapman gereken tek bir şey var. Arayı kapatabilmek için gün 24 saat ise sen 25 saat çalışacaksın.” Ben yıllarca günde 25 saat çalıştım. Kitap alacak param olmadığı zamanlarda Ankara Millî Kütüphane’de çalışırdım. Aslında Ankara Millî Kütüphane’den hiç çıkmazdım. Bunun iki sebebi var. Birincisi, Ankara o tarihlerde çok soğuktu, kütüphane ise çok sıcaktı. İkincisi de, istediğim her türlü kaynağa ben Millî Kütüphane’de ulaştım. Hocalarımız o tarihte, çok değerli önemli isimlerdi. Benim tarih hocalarımdan biri İlber Ortaylı Hoca idi. Anayasa Hocam, merhum Mümtaz Soysal’dı. Bu insanlarla ders yapmak bir ayrıcalıktı…

Mezun olduktan sonra parasızlık dönemimiz başladı. Çünkü talebeyken harçlığımı babam gönderiyordu. Mezun olunca bana “Allah yardımcın olsun” gibi bir şey söyledi. Tabii ben anlamadım, İstanbul’a geldim. Normal hayatıma devam ettim, nasılsa ay sonu gelecek diye. Aysonu harçlığım gelmeyince anneme telefon ettim, “ne oluyor?” dedim. “Her şey aynı bir değişiklik yok hayatımızda” dedi. “E neden para gelmiyor” dedim. “Onu babana soracaksın” dedi. Akşam babamı arayıp sordum. “E evladım söyledim ya, Allah yardımcın olsun dedim” dedi.

Bu Allah yardımcın olsun lafı bir öğreti miydi? Yoksa size kendi sıkıntılarını anlatamadığı için miydi?

Yok, bir öğretiydi. Ben ekonomik sıkıntı yaşamadım. Ankara’da 3 arabalı öğrenciden biriydim. Fakat bu bir öğretiydi. Bu zamana kadar annen baban sana yardımcı oldu, bundan sonra kendi ayaklarının üzerinde durmalısın, bizden yardımı da pek bekleme niteliğinde bir şeydi.

Babanız ne işle meşguldu?

Babam çiftçiydi. Biz çiftçilikle geçiniyorduk. Ürettiklerinden kendimiz için ayırdıklarımız da sattıklarımız da oluyordu. Yonca, buğday, tütün tarlalarımız vardı. Tütün tarlalarımız bir süre sonra kesildi. Sonrasında yonca ektiler ve öyle devam etti.

Neyse, bu parasızlık döneminde bir ilân gördüm. İlân beni tarif ediyor. “Yüksek eğitim almış olacak. Yunanca bilenler tercih sebebidir.” İlânı koyan Zihni Şirketler Grubu. Acente bölümüne eleman aranıyor. Ben ertesi gün iş görüşmesine gittim. Yıl 1982. Çok enteresandı. İlk soru şuydu: İşe ne zaman hazırsınız? Ben esprili olsun diye “dün” dedim. Baktım ki ciddiye alacak hemen “isterseniz yarın başlayabilirim” dedim. “Pazartesi gelin” dediler. Pazartesi başladım. Zihni’de tam 5 yıl yönetici olarak hizmet verdim. Gemi acenteliği, gemi işleri nedir bilmezdim. Bakın ben gemiye bile “sahip” derdim. O zaman “Vessel” olduğunu öğrendim. İlk olarak masamın sağına ve soluna en az 30’ar dosya koydular. Bunları incele dediler. Ben onları önce inceledim. Önce acente memuru olarak başladım işe.

Bir acente memuru ne iş yapar?

Ben işin sıfırından başlamak istediğimi söylemiştim. Çünkü öncelikle yapılan işi kavramam gerekiyordu. Bütünüyle anlamam gerekirdi. Acente memuru olarak gemilerle direkt çalışmak istedim. Gemilerin kontrolünü yaptım. Dışarıya çıkmaya başladım, polislerle, Sahil Güvenlik ile tanıştım. İşi nasıl yapmam gerektiğini onlara sormaya başladım. Ben acente bölümünde, operasyon denilen bölümde ilk yüksekokul mezunuydum.

Denize karşı merakım çocukluk yıllarında başladı. İdari bölüm mezunuydum. Birkaç arkadaşım kaymakamlık sınavlarına girdi, göreve başladı. Ben o zaman daha Yunan vatandaşıydım. O zaman yeniden sınav açıldı. Yöneticilerime bunu söylediğimde bana “yapamazsın sen şef oldun” diyorlardı.

Gün geldi, maiyet memuru olarak Muğla, Göcek’e atandım. O zamanlar benden cenneti tarif etmemi isteseydiniz, ben Göcek’e bakar “cennet burasıdır” derdim. Hükûmet binası iki katlıydı, tüm evler tek katlıydı. O zamanlar Göcek’in neresine giderseniz gidin Hükûmet binasını görürdünüz. Geçenlerde yeniden Göcek’e gittiğimde Hükûmet binasını 1 saat aradım, etrafındaki binalar o kadar yüselmiş ki artık Hükûmet binası görünmüyordu.

Ne kadar süre kaymakamlık yaptınız?

Hiç yapmadım. Öyle bir işe başlasaydım bırakamazdım. Denizciliği çok seviyorum. Eşimi çok seviyorum. İkisi arasında nereye gideyim diye düşündüm. Böylece İstanbul’dan ve denizcilikten vazgeçemedim. Denizcilikte bir kariyer yapmayı kafama koydum.

Denizciliğin nesini sevdiniz?

Her şeyini, her şeyini sevdim. Benim denizcilik hocalarımdan biri deniz şubeden emekli olmuş bir polisti. Yaşı 70’ti. Onunla beraber turist gemilerine çıkardım. Zaman zaman ona sataşırdık. “Artık yaşlandın, sen barfiks bile çekemezsin” derdik, bizim Cemal Amcamız bunu duyunca hemen barfiks çekerdi. Sabah erkenden görevler olurdu, “sabah saat 4:30 Cemal Amca gelemez herhalde” diyordum, gittiğimde Cemal Amca orada beni bekliyor oluyordu. Bizim başımıza türlü türlü işler geldi. Bizim çalıştığımız dönemde iletişim sistemleri bu kadar iyi değildi. Gemilerle iletişimimiz yoktu. Gemi kaptanına seni bekleyen biziz demek için elimize kırmızı bayrak alır sallardık. Bu “motorla biz sana geliyoruz, sen de biraz hız kes” demekti. Gemiyi kontrol etmek için bunu yapardık. Bu arada turistler hiç beklemezdi. Gemi yanaştığı zaman inmek isterlerdi. Bu yüzden işleri çok hızlı bitirmemiz gerekiyordu. Ben bundan çok keyif aldım. İnsanlar kısa sürede işleri bitirip, İstanbul’u gezmeye çıktığında mutlu oluyordum.

İletişim yoksa peki kırmızı bayrağı sizin sallayacağınızı kaptana nasıl bildiriyordunuz?

Bir önceki seferden bildiriyorduk. Telefonla iletişimimiz hiç yoktu. Bir daha geleceği tarihte bayrağı sallayacağımızı söylüyorduk. Böylelikle kaybolduğumuz da çok oldu. Bir gün saat beş sularında denize çıktık. Gemiyi bekliyoruz. Aniden bir sis bastı. Sis basınca gemiyi görmek mümkün değil. Gemiyi kaybettik. Ne yapalım diye düşündük. Sis sirenlerine doğru gitmeye başladık. O zamanlar Ahırkapı’ya çıkıyorum diye Moda’ya çıktığım oldu.

Derken, Zihni’de 5’inci yılımı tamamladıktan sonra yine aynı kadroda olan 5 arkadaş ile yeni bir proje işine girdim. Böylelikle AKMAR’ın kurucu üyelerinden biri oldum. Orada Necdet Aksoy, Necdet Tarhan, Nezih Doğanlar, Andrea Vermez, Emin Eminoğlu beşlisi olarak AKMAR’ı kurduk. Burada önemli işler yaptığıma inanıyorum. Sonrasında kendi şirketimi kurma zamanının geldiği hissine kapıldım. 1992 yılında oldu bu. O tarihte hizmet ettiğim müşterilerden geldi bu talep. O talepten sonra, kendi şirketimi kurmaya karar verdim. 5 Mayıs 1992’de de ENMAR Vapur Acenteliği’ni kurdum. 32’nci yılı geride bıraktık. Hele de ilk zamanlarda tırnaklarımızla kazıyarak başladık.

Tırnaklarınızla kazımak… Bunu biraz açar mısınız?

Bakınız o zamanlarda ilk kez gemilerin ebatları büyüdü. Bu tip gemilere hizmet edebilmek için paraya ihtiyacınız vardı. Para ise o dönem bende olmayan bir şeydi. O yüzden o parayı bulabilmek için şöyle ricalarda bulunuyordum “size iyi hizmet verebilmek için lütfen paranızı peşin gönderin”. Birçok firma, “kaçmıyoruz, daha sonra göndereceğiz” diyordu. Biz genelde ilk başlarda parayı peşin istedik. Dolayısıyla biz de hizmetin en iyisini verebilmek için kolları sıvadık. Türkiye’de hat gemiciliğini başlatanlardan biriyim. Batı Afrika-Türkiye arasında çok uzun yıllar düzenli sefer yapan bir firmanın acentesiydim ben. Türkiye’nin ihtiyacı olan sert tomruk ithalatında taşımaların yüzde 99’unu biz gerçekleştiriyorduk. Dolu dolu 25 yıl bunu yaptık. Liberya’dan Fildişi Sahilleri, Kamerun hattındaki tüm ağaçların taşımalarını biz yaptık. Tomruk olarak getiriyorduk. Meşakkatli bir işti ama tam 25 yıl bu işi götürdük. Bugün Türkiye’de bastığınız parkede bile bir katkımız var. Bilin ki, o parkenin Türkiye’ye gelişinde ENMAR’ın katkısı var. Abanoz ağacının Türkiye’ye gelişini biz gerçekleştirdik. Abanoz biliyorsunuz 400-500 yıl garantili, çok ağır bir ağaçtır. Türkiye’yi abanoz ağacıyla tanıştıran kişiyim.

Daha sonra ülkemizde bazı çok önemli projelere biz imzamızı attık. Örneğin Mavi Akım projesinde bizim imzamız var. Ukrayna için 2 adet petrol arama platformu geçişi, İstanbul Havalimanı’nda yapılan çalışmalarda, deniz çalışmalarını yürüten ekibin Türkiye’deki acenteliğini biz yaptık. Burada başarı nereden kaynaklanıyor? Ben ve ekibim gemiye, yalnızca gemi gözüyle bakmayız. Ona kendi gemimiz gözüyle bakarız. Her gemiye kendi gemimiz gibi hizmet ederiz.

Bu anlayışa sahip kişiler sayesinde sektörün geliştiğini söyleyebilir miyiz?

Evet aslında. Geri dönüp baktığımızda anlıyorum ki başarıyı başka türlü yakalamak mümkün değil. Bir insanının milyon dolarlık gemisine hizmet ediyorsunuz. Bunu yaparken o kişinin sizden beklentilerini anlamak zorundasınız. Bugün ise acenteler çok çoğaldı. Yaklaşık 1600 acente var. Kişiler bu işe para için yöneliyor gibi geliyor. Bu ise bizi bir çıkmaza itiyor. 2005 yılından beri İMEAK DTO Gemi Acenteliği Eğitim Komisyonu üyesiyim. Bu işlerde çok çalıştım, büyük emeğim vardır. Eğitimleri düzenleyen 7 kişiye katkı veriyorum. Bu kadar çok acente olunca rekabet de çok. Bakıyorsunuz, geminin hizmetinin maliyetinin çok altında paralara hizmet verebileceğini iddia eden firmalar var. Bunun cezası var fakat bu kadar çok acentenin olduğu yerde tamamını takip etmek zor. Bu da hizmetin kalitesini düşürüyor. Aynı zamanda bize olan güveni de zedeliyor. Bu ahlâki değildir. Bu yarayı giderebilmek için çalışıyoruz ama henüz bu işi halledebilmiş değiliz.

Hayat işten ibaret değil, biraz da hayatınızın aşkından bahsedelim mi?

1976’da Türkiye’ye geldiğimde tanıştık eşimle. Caddebostan’da oturan dayımlara misafirliğe gittim. Bir baktım o da orada. Görür görmez insan aşık olur mu? Oluyormuş demek ki. Çok kısa süre sonra yemeğe davet ettim. Kendisi yengemin akrabasıydı. Sonrasında izinler alınarak, yemeğe çıkmaya başladık. O zamanlar yeğenlerimden biri muhakkak yanımızda oluyordu. El ele tutuştuğumuzda bile yeğenlerimden biri gelip bizi ayırırdı. Ahlâkın daha sıkı olduğu günlerdi. Bir kurallar zinciri vardı ve her şey onlara göre yapılırdı.

Dayımın evi Caddebostan’daydı, yazları orada denize girerdik. Orada mahallenin çocuğu olduğumuzdan, Budak Sineması’nda biletleri kapıda biz kesiyorduk. Sandalyelerin tamamı dolarsa bir gazoz alıyorduk. Kulüp 33 dönemin revaçta olduğu bir yerdi. Bir kere gittim, o zaman da arkadaşlarımdan biri Suadiye’den bir kızdan hoşlandığı için dayak yedik. Bir daha da gitmedim.

Dönemin eğlence anlayışı nasıldı?

İş yıllarımda tavernalar çok popülerdi. Yönetici olarak, yabancı müşterilerimizi Ferdi Özbeğen’e götürürdük. Yarım saat sonra kalkmak isterledi ama şirket masrafları kabul ettiği için sonuna kadar oturmak isterdik. O zamanlar biz çok büyük işler yapıyorduk. Günde 3-5 gemi işi yapıyorduk. Bu acentelikte mükemmel bir rakamdır.

Zihni o dönem okul gibiymiş…

Zihni muazzam bir okuldu. Ben çalıştığımda genel müdürümüz Raymon Muzuri Bey’di. 7 yabancı dil bilirdi, 8’inci yabancı dili de Hintçe’nin bir lehçesiydi. Çalıştığımız bir şirkettekiler o lehçeyi konuştuğu için o yaşında bu dili öğrenmişti. Kendisinin yazdığı mektupların hep bir suretini tutardım. Çok değerli yazıları vardı. O tarihte Zihni’de nereye baksanız çok değerli insanlar vardı. Zihni bir okuldu hatta bir kolejdi. Türk sahipli ilk gemi acentesiydi. Patronumuz Asaf (Güneri) Bey ileriyi görebilen, yaratıcı, çok iyi bir liderdi. O günün koşullarında yazdığı yazıları size anlatamam. Kendisine hep hayranlık ve saygı duymuşumdur. Bugün eğer Türk denizciliği bu seviyeye gelmişse, Asaf Bey’in katkıları vardır.

Oradan ayrılıp kurulan şirketleri saysam sayfalar yetmez. Mehmet Kutman, Nezih Doğanlar, Levent Karaçelik… İlk kurulan şirket Martı idi, Rıfat Karakimseli’nin. Affan Sözalan. Az önce bahsettiğim AKMAR’ın kurucuları… Hepimiz Zihni kökenliyiz. Çok çok değerli isimler var. Efsaneler var. Bu okulun sahibi Asaf Bey idi.

“Amerika’yı keşfettik”

Diğer firmaların hepsi, özellikle acentelik ekaliyetin elindeydi. Telex’in altına isminizi yazmanız, o kişilerle irtibata geçmeniz mümkün değildi. Sürekli işin başındaki kişi bunu yapardı. Zihni’de durum böyle değildi. Eğer telefonu düşürebilirseniz, telefonu açıp konuşabilirdiniz ki bu uzun saatler sürerdi. Telex’le de yazışabilirdiniz. Ben Telex ile ilk kez üniversitede tanıştım. Ahmet Demir Hocamız Büro Yönetim dersi için bizi ODTÜ’ye götürmüştü. “ABD’ye bağlandık, kim yazmak ister?” dedi. İnanmadım. “Hi, where?” diye bir mesaj yazdım. Bir baktım karşıdan cevap verdi. Ben bu hikâyeyi arkadaşlarıma bir yıl anlattım. O günün koşullarında Amerika’yı keşfettik.

O Telex makinesi tonlarca ağırlıktaydı. Zihni’ye girdiğimde ise Siemens marka birçok makine ile karşılaştım. Artık küçülmüşlerdi. İlk iki yıl o odadan hiç çıkmadım. Müşterilerle karşılıklı yazıştık. Sonrasında Fax makineleri çıktı. Karşı taraf bizden Fax istiyordu. Geminin konoşimentosunu, evraklarını Fax ile göndermeye başladık. Gönderirken inanmazdık, sonrasında Fax bizim olmazsa olmazımız oldu. Sonrasında Telex’den vazgeçer olduk. Sonrasında değişim hızlandı. İnternet ve mesajlaşma sistemi geldi. Bir baktık ki burası bambaşka bir dünya. Birçok işi tek bir yerden yapabiliyoruz.

Öğretmen arkadaşlarımdan biri anlattı. İlkokulda bir sınav yapılıyor, sınav sorusu şu: Eğer biri size evinizin nerede olduğunu soruyorsa, ne yaparsınız? Çocuklardan biri tüm seçeneklerin üzerine çarpı atıp, “Konum atarım” yazmış. Durum bu, gelişme böyle bir şey. Teknolojiye alışmamız gerekiyor, hemen adapte olmamız gerekiyor. Hem vakıf olmalıyız hem de kulanabilmeliyiz.

Türk Denizciliği’ne ne gibi katkılarınız oldu?

Biz ticari hayatımıza adım attığımız günden bugüne, bir kolej olamasak da bir okul olduk. Yetiştirdiğimiz arkadaşlarımız kendi şirketlerini kurdular. Bir, yetiştirdiğimiz elemanlar sektöre faydalı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. İki, bizim okulumuzun onlara verdiği ahlâki denizcilik kurallarına hâlâ bağlılar. “Emin Eminoğlu ile ya da ENMAR ile yazılı bir şey yapmanıza gerek yok, onların sözlü olarak kabul etmesi yeterlidir” derler bizim için sektörde. Biz bu şekilde öğrettik, onlar da başarıyla devam ettiriyorlar. Sektöre şu hizmetleri verdik, “Saipem 7000 Boğaz’dan geçemez” deniliyordu, biz dedik ki, “hayır geçer, geçmeli de”. Onları ikna etmek için bir ekibi Hollanda’ya götürdüm. Bir bakın, gemiler ve teknoloji çok geçirdi, bakın Saipem 7000’in altında 36 tane pervane vardı. Bütün aşamaları geçtikten sonra bu geminin geçişinin izin hakkını aldık. Saipem 7000 geçerken, tam rakamı hatırlamıyorum ama Montrö Anlaşması ile devletimizin gelirinin artmasını sağladık. Güvenlik çok elzem. Bugün eskiye oranla güvenliğimiz ileride ama daha da ilerleyecek.

Devletimiz bizden bir şey isterse biz tartışmayız. Çünkü biz devletimiz kazansın isteriz. Her türlü yardımı verdik, vermeye hazırız, bizden yetişen kişilere de bunu dikte ettik. Devlet bizden bir şey isterse yanında yer alırız bunu da yetiştirdiklerimize öğrettik.

Yunan Devleti ile yaşamış olduğunuz o meşhur hikâyeden bahseder misiniz?

Ben Türkiye’ye geldiğimde Türk asıllı bir Yunan vatandaşı olarak geldim. Mülkiye’den bir arkadaşım İskeçeli olduğumu duyduğunda “Türk müsün, Yunan mısın?” diye sormuştu. Kendisine çok kızmıştım, o kadar utandı ki, sonrasında gelip İskeçe’yi ziyaret etti.

Son sınıfa kadar öyle devam ettim. Sonrasında nişanlı olduğum için, evlenmeden önce askerliğimi yaparım, evliliğimi de yapar sonra dönerim diye düşündüm. Geç kaldım, geç kalınca Yunan Hükûmeti bizi vatandaşlıktan attı. O tarihte tabii canlarına minnet. Eğer doktor olsaydım, atmazlardı çünkü doktora ihtiyaç vardı: Mülkiye’yi bitiren bir insan orada ne yapacak! Dolayısıyla askerlik yapmak için dönmüyorsanız fırsat bu fırsattır deyip attılar. Sonrasında ben “Heimatlos” oldum. Yani memleketsiz kaldım. Türkiye o zamanlar hemen vatandaşlık vermiyordu. Uzunca bir süre bekledim. Türkiye bana seçme ve seçilme hakkı için her türlü hakkı veriyor. Geri döneceğimize inanıyorlar. Çünkü orada yetişenlerin oradan geri gelmesini istemiyorlar. Orada Türklerin olmasını istiyorlar. Baktılar ki ben yaşlanıyorum, Türk vatandaşlığını verdiler.

O dönem bu hikâyeyi Osman Öndeş ağabeyimize anlatmıştım. Kendisi “Heimatlos Naim” diye bir yazı yazmıştı fakat adımı kullanmadı. Aslında “Heimatlos Emin”di o yazıdaki kişi.

Gençliğin vermiş olduğu heyecanla, delikanlılıktan, Konsolosluk’ta vatandaşlıktan atılma belgemi aldığımda “vermiyorsanız vermeyin” diye bir esip gürlemişliğim oldu. Bunlar iki ülkenin aldığı kararlardı. Artık böyle değil. Yunanistan Ortak Pazar ülkesi oldu. İskeçe’de ve Gümülcine’de Türkçe radyo var artık. Ki eskiden evinizin basılacağı durumlardı, bunlar artık normalleşti. Ailemin mezarlığı, mezarları halen orada, akrabalarım orada. Gidip ziyaret ediyorum artık.

Ofisinize girdiğimde bakır ibrikler ve romörkünde tomruklar olan bir tahta araba gördüm. Ve tablolarınız… Bir özlem mi var, ne anlatıyorlar?

Özlem her zaman var tabii ki. O araba bana Afrika’dan bir arkadaşımın hediyesidir. O tabloları bir sergiden aldım. Neden istediğimi de sordular. Anlattım. Birinci tabloda pejmürde bir kıyafetle elinde fenerle duran bir çocuk var. Bak bu çocuğun parası yok ama elindeki fener çok kıymetli. O fener aydınlığa giden yolu gösteriyor. İkinci tabloda da fötr şapkalı, artık yolu bulmuş adam. “Bu benim” dedim. “İlk tablo benim ilk başladığım yıl” dedim. “Bu iki tabloyu alıyorum” dedim. Diğeri fotoğraf, o da benim için kıymetlidir, bizim İskeçe’de balığa gittiğimiz yerde oturduğum çardak ile o kadar aynı ki. Orada babam da var, aslında o değil ama ben böyle hayal kuruyorum, köpek de benim çocukkenki köpeğim. Bizim gideceğimizi anladığında arabaya önce o binerdi.

Bir de Atatürk resimleri var. Çocukluk yıllarımdan beri evimizin her duvarında Atatürk resmi vardır. Ona karşı inanılmaz bir bağımız ve sevgimiz var. Kendisi bizlerin kurtuluşu ve kuruluşunu sağlayan insandır. Biz Atatürk İlke ve İnkılapları’yla büyüdük. O’nun dışında herhangi bir şeyi düşünmemiz mümkün de değildir. Sonraki yıllarda kendisini çok derinlemesine araştırdım: Ben dünyalıysam, Atatürk de mi dünyalı? Bu ülkeye lütuf olarak verilmiş bir insandır diye düşündüm hep. Türk insanı Atatürk’ü değerlendirirken çok büyük bir hata yapıyor. Zamanın, mekânın, durumun koşullarını hiçe sayıyor. Bugünün penceresinden bakıyor. Ama o günün koşullarından bakarsanız karşınızda bir dâhi olduğunu anlarsınız. Bir Fransız’ın bir sözü vardır. “Türk milleti, Atatürk’ü Allah’a ondan sonra her şeyi Atatürk’e borçlusunuz” der. Bu doğrudur. Bugün biz Atatürk’ün kurmuş olduğu bize gösterdiği şeyleri tam olarak yerine getirebiliyor muyuz? Hayır. Fakat sapmamamız gerekiyor, o yolu hep bulacağız. Buna inanıyorum. O bize yalnızca bugünleri değil, ileriki yüzyılın da aydınlık yolunu gösteren kişi. Ona sarılırsak doğru yolu bulabileceğimize inanıyorum.

Libya ile çalışmanızdan bahseder misiniz?

Şu anda Libya ile çalışmaya başladık. Bugün Libya netice itibarıyla iç savaşın içinde. Henüz bitmedi bu savaş ama yeniden yapılaşma başladı. Köprüler, yollar, evler yeniden inşa ediliyor. Bu yapılaşmada yer almak için herkes yarışıyor adeta. Libyalılar Türklere her zaman iyi bakmışlardır. Bir çok kelimeleri de Türkçe. Biz orada baskı kurmamışız. Onlara sorduğumuzda şikâyeti olan kimseyi görmedim. “Osmanlı Dönemi gayet iyi dönemlerdi” diyen çok kişiyi gördüm. Kaddafi döneminde de başarılı bir şekilde gidiyorlardı fakat sonra birden kendisi devrildi. Ondan sonra ülke üçe bölündü. Sonrasında bunu yeniden toparlayabilmeleri çok güç oldu. En azından şunun farkına vardılar. Bu savaşın kimseye faydası yok. Henüz tam olarak tek yönetim altında değiller fakat Libya’nın menfaatleri gözetilerek yeniden yapılaşma konusunda hemfikirler. Türkiye’den çok fazla mal alınıyor. Mobilyadan tutun, ütü masasına kadar buradan alıyorlar. Çimento platformuna kadar talipler. Bu yeniden yapılanmada Türk ihracatçı geride kalmamalı. Biz on günde bir, bir gemimizi yüklüyoruz ve Bingazi’ye gönderiyoruz. Eğer yeterli miktarda yük varsa Mısrata’ya da Tripoli’ye de gidebiliriz.

İlk düzenli hat açtığınızda cidden 1 dolara yük taşıdınız mı?

Türk piyasası bizi tanısın, bize güvensin ve bizimle mallarını taşıyabilsin diye bunu yaptık. Çünkü bizi bilmiyorlardı. 1 dolar yapınca bizimle yükleyenler, eksik olmasınlar, onlar bizim reklamımızı yaptılar. İnandılar bize. Sonra bir baktılar 10 günde bir gemi geliyor, yük yüklüyor. Her şey düzgün gitmeye başladı.

Buradan oraya her şey gidiyor ama Libya’dan buraya ne geliyor?

Oradan buraya hurda demir geliyor. Bazı firmalarımız hurda demiri oradan alıyorlar. Savaştan çıkmış bir ülkede başka ne beklersiniz. Hurda beklersiniz, hurdalar geliyor. Bu şu anda devam eden bir hattımız. Ayrıca, Malta da Sea Now diye ortaklaşa iş yaptığımız Türk armatörlerine hitap edebileceğimiz bir hizmet var. Bu firmanın kefiliyiz. Dolayısıyla Türk armatörleri Malta’da herhangi bir işleri olduğunda bizleri arayarak “Malta’ya gidiyoruz, şöyle bir işimiz var, ne dersiniz, kaç paradır” diye bize sorduklarında anında yardımcı olacağız ve bu hizmetten de beş kuruş para istemiyoruz. Yeter ki onlar orada düzgün, iyi bir firmadan hizmet alabilsinler diye bizim kurduğumuz müşterek bir ilişkimizdir

Hiçbir tutar talep etmiyoruz dediniz. Bunun bir sınırı var mı?

Tabii ki, onlar Malta’daki acenteye para ödemek zorundalar. Fakat bize para ödemelerine gerek yok. Biz bunu tamamen Türk armatörlerine hizmet edebilmek amacıyla yaptık. Çünkü Malta’da zaman zaman duyuyoruz, “bizi şöyle soydular, şöyle paralar aldılar” diye. Biz burada kefiliz. Bizi aradıklarında Sea Now ve oradaki ortaklarımıza yönlendirdiğimizde, iyi hizmet alacaklarının kefiliyiz.

Bu hizmeti sadece Türk armatörlerine mi veriyorsunuz?

Malta’da işi olan ve bizimle irtibata geçen herkese bu hizmeti veriyoruz.

Konteyner ağırlıklı olarak Valetta’da konteynerler büyük gemiler tarafından bırakılıyor. Onlar harp gemileri. Onların bize pek ihtiyacı olacağını zannetmiyorum. Fakat, kargo gemilerimizin de ihtiyacı olabilir. Sadıkcan Bey’in uğraşları neticesinde, İstanbul Havalimanı’nın üçüncü ek pistleri yapıldı. Oradan gelen gemiler hizmet verdi. Hep onun girişimleri sayesinde aldık. Mersin Limanı’ndaki draftın derinleşmesi biraz daha büyütülmesi operasyonlarında da yine çok sıkı bir şekilde çalışıldı. Sormuştunuz, “ENMAR olarak ülkeye ve sektöre ne gibi faydalarınız oldu” diye. İşte ben bunların hepsini hem ülkemize hem de sektöre faydalı işler olarak değerlendiriyorum. İkinci neslimiz de onlar bayrağı alıp götürecekler. Üçüncü nesil de geliyor. Torunum 7 yaşında. O da denizciliği çok sevdiğini söylüyor. İnşallah o da büyüyünce bizi yarı yolda bırakmaz. O da bayrağı ikinci nesilden alır o yürütür diye bakıyoruz. Dolayısıyla, ENMAR bir aile şirketi olarak kuruldu. Aradan 32 yıl geçti, böyle devam ediyor. Bundan sonraki süreçte de yine aile bağlarıyla kuvvetli bir şekilde yürür diye düşünüyorum.

Savaştan çıkmış bir ülke, tarihi bağımız var. Libya’nın şu an neye ihtiyacı var?

Türklere ve Türkiye’ye bir güven var. Neye ihtiyaçları var konusuna gelirsek, her şeye ihtiyaçları var. Yeniden yapılanan bir ülke. Unutmayalım, bir iç savaştan çıktılar ve bu iç savaş onlara büyük yaralar açtı. Maliyeti çok yüksek olan kayıplara uğradılar. Bir sürü tesis bombalanma neticesinde hasar alıp çalışamaz duruma geldi. Şimdi bütün bunlar yeniden yapılanıyor. Köprüler, fabrikalar, yollar, asfaltlar… Yetmedi, malzemeye ihtiyaç var. Bakın son zamanlarda yine ihracatçılarımızdan ünlü bir firma da Libya’ya mal gönderiyor. Ütü masası, çocuk arabaları, kumaş… Aklınıza ne geliyorsa ucuz bulunan tekstil malzemeleri ağırlıklı olarak bütün bunlar gidebiliyor.

Biz tek limana, Bingazi’ye gidiyoruz. Türkiye’de Trakya ve Anadolu yakasında olmak üzere iki tane yükleme yerimiz var. Bingazi Limanı’nda lojistik servislerini veren bir lojistik firması Libya’nın her yerine ulaşıyor. Kara taşımasıyla mal oraya gitmeden önce zaten gerekli hazırlıklar yapılıyor. Örneğin, Trablus’a gitmesi gereken ne varsa onu kara taşıt araçları hazır vaziyette bekliyor. Geldiğimizde, mal indirildikten sonra hemen alınıp adrese teslim ediliyor. O hizmeti de yine aynı lojistik firması veriyor Libya’da. Şu anda gayet iyi bir şekilde devam ediyoruz. Daha büyük bir gemi alımı da yapıldı. Şu ana kadar yaptığımız bütün seferleri Türkiye’den kiralamış olduğumuz bir gemiyle yaptık, çok da başarılıydı. Ancak, firma kendi gemisini de satın aldı. Dolayısıyla şu anda bundan sonraki seferler ek sefer olarak düzenleniyor. O da devreye girdikten sonra daha yüklü miktarda malın sevkiyatı olabilecek. İnşallah yeterli yükü de bulup taşımaya biz hazırız, yeter ki Türk ihracatçısı da bizi seçerse taşımada memnuniyetle yerine getireceğiz, biz yükü yükledik mi 4’üncü gün varış limanındayız.

Uluslararası arenadan farklı hat sahipleri var mıdır, direkt oraya mal taşıyan?

“Bingazi’ye yok, Trablus’a var. Bingazi’ye giden bir tek bizim hattımız var. Diğer büyük firmalar tercih etmiyorlar. Onlar Trablus’a gitmeyi veya Valetta’ya gidip malı boşaltıp daha sonra feeder gemilerle Libya’ya gönderme yolu var, bizim ise direkt.

Deniz ürünlerini sever misiniz? İşten uzaklaşıp rahatlamak istediğinizde nerede bulursunuz kendinizi?

Deniz ürünlerinden hiç ayrıştırmadan ne çıkarsa yerim. Çocukluğumdan beri böyledir. Aile olarak da böyleyiz. Torunum bile şu anda deniz ürünleri tüketiyor. İsmen de istiyor. Bakın 7 yaşında olmasına rağmen “şuraya gidelim kalamar yiyelim” diyor. Deniz ürünlerine karşı ailece düşkünüz -herhalde benden kaynaklı-, çünkü çocukluğumdan beri deniz ürünlerini çok seviyor ve çok tüketiyorum.

Tarihe çok merakım var. Son olarak gittiğim yerlerden biri Mısır, ki beni çok etkiledi. Onun haricinde denize, sahili olan neresi varsa orası benim yerim. Oraya hep giderim. Bugün Akdeniz’de sahili olup hangi ülkeye bağlı olursa olsun hepsini gezdim.

Yelkenle mi gezdiniz?

Hayır, zaman zaman arkadaşlarımla küçük bir grup halinde Cote D’azur’a gidelim dedik, ya da İtalya’nın bir sahiline gidelim dedik ve gittik. Denize yakın olan her yer benim tercihlerimin arasında. Denizden hiçbir zaman kopmadım, kopamayacağım da. En çok sevdiğim şeylerin başında balık tutmak geliyor. Boş zamanım olursa balık tutmak büyük bir zevkim. Babamla çocukluk yıllarımdan başlayan bir alışkanlığımdır. Balığa çıkarken dostlarım beni gördüğünde, “herhalde bu denizde balık bırakmayacak” derlerdi.

Salim (Düzgit) Amca profesyonel. Ona ulaşabilmemiz zor. O kılıç balığı avlıyor. Bir de kılıç avlamak bir yana, kılıç balığına çok büyük bir saygısı olduğundan hâlâ onu ağla tutmuyor. Eski usûlde avlanmayı istiyor. Eski usûl avlanmak demek, kılıç balığının bir özelliği var, tekneyle yarışır, teknenin önüne geçer, adeta “seni nasıl geçtim” der. Teknenin önüne geçtiğinde muhtemelen, ben o tekniği bilmiyorum ama zıpkınla durduğu bir yeri vardır. Salim Amca da pat diye zıpkını atar, eğer isabet ettirirse balığı yakalar. Bu kılıç balığını yakalamanın en ahlâki yoludur. Kılıç balığına da saygıdan dolayı öyle olur. Bizimki öyle değil. Bizimki olta balıkçılığı. Fakat giderken herkes “denizde balık bırakmayacaksınız kardeşim ya” diyor. Önemli olan malzeme değil, dönüşte ne getirdiğinizdir. Biz istavrit ile zaman zaman lüfer ya da levrek yakaladığımızda neredeyse bunu Avustralya’ya kadar duyuruyoruz. Avustralya’daki arkadaşımızı arayıp “levrek yakaladım haberin olsun n’aber” diyoruz.

Şimdilerde Bodrum Akyarlar’da küçük bir teknemiz var. Yaş almaya başlayınca insanlar kendini yormayacak küçük, balıkçılık yapabilecekleri teknelerle ancak açılabiliyor. Bu sene eğer balıkta başarılı olursam size haber vereceğim. Hatta sizleri davet edeceğim. “Bak bunları ben yakaladım” diye ama yakalayabilecek miyiz, bilmiyorum.

Tutmayı biliyorsunuz, peki pişirmeyi biliyor musunuz?

Hem de nasıl. Çok da iyi bir aşçıyımdır. Çünkü üniversite yıllarında ev arkadaşlarımla birlikte yemeği biz yapıyorduk. İyi bir aşçıyımdır ama Eşim mutfağa pek girmemi istemez. Ortalığı batırdığımı söyler. Galiba, o yemeği yapayım derken, arkası çok kirleniyor. Sapanca’da özellikle her gittiğimizde balık yaparız. Ben pişiririm. Balık ve et konusunda iyi bir aşçıyım.

Cumhuriyetimizin 100’üncü yılını hep beraber coşkuyla kutladık. Denizcilik sektörümüz de esasen birçok atılım geçirdi. Sektörün gelecek için eğitimde neye ihtiyacı var sizce?

İki tane anım var. Bunlardan bahsetmek isterim. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ), Gemi İnşa Fakültesi profesörlerinden biri çok yakın arkadaşım. Bir gün bana “Gel bak Gemi İnşa Fakültesi’ne, Türkiye’nin en iyi talebeleri, en iyi puanları alarak buraya geliyorlar. Bir iş adamı gözüyle gemi inşa konusundaki tecrübelerini paylaş” dedi. Ben zannettim ki sınıfa gireceğim, Profesör yanımda oturacak, soru cevap kısmında bana ihtiyaç duyulacak. Barış Barlas Hocam geldi ve çocuklara önce beni tanıttı, sonra da “iyi çalışmalarınız olsun, dersiniz üç saat” dedi ve gitti. Ben böyle bir şey beklemediğim için çok şaşırdım. Karşıma baktım, karşımda 70 küsur kişi oturuyor ve hepsinin gözleri parlıyor. Çok zeki çocuklar. “Ben bunlara nasıl bir ders yapacağım” dedim ve sonra kendimi toparladım ve kendilerine, “bakın ben size 2,5 saat anlatacağım, yarım saat de soru-cevap yapacağız. Bu gidişatı sever misiniz?” dedim. “Tamam hocam” dediler. Ben 2.5 saat denizciliğin nereden başlayıp bugünlere nasıl geldiğini anlattım. Derken arkadan bir el kalktı, ilk soruyu ben sorayım der gibi. Gelen ilk soru “Hocam, denizcilikte mafya var mı?’ oldu. Döndüm dedim ki: Ben size 2.5 saattir bunları mı anlattım, bunu mu merak ettiniz?

O aralar hakikaten bir sürü sektörde, büfelerde bile “mafya şuraya da el attı” diye basında haberler yer alıyordu. Bir karışıklık vardı o dönemde. O da denizcilikte de var mı diye merak etmiş. Dedim “sen bunu unut”. Ben size şunu soruyorum. Bana en az yakıt yakan, en az (mürettabat) kişiyle giden, en çok malı taşıyan ve hız yapabilen bir gemi inşa edin. “Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?” dediler. “Norveçliler yaptı. Geliyor” dedim. Çünkü O tarihte henüz yoktu, Maersk’in yapmış olduğu insansız konteyner gemisi denizlere inmemişti. “Bakın çok kısa bir süre sonra karşılaşacaksınız. Uydudan hareket eden gemileri dünya yapacak ve sizin önünüze getirecek. Siz çalışmaya başladığınızda patronunuza ne diyeceksiniz? Biz bunu yapamıyoruz mu diyeceksiniz? Her zaman zorlayın kendinizi, imkânsız diye bir şey yoktur. Çok çalışmanız ve bunu yapabileceğinize inanmanız gerekir. Ben inanıyorum, yaparsınız siz” dedim.

Ben derse başladığımda 70 kişiydik, ancak dersin sonuna doğru geldiğimde galiba 200 kişi olduk. Ayakta olan kişiler de vardı. Niye? Çünkü bu evlatlar cep telefonlarıyla haber verdiler dışarıdakilere belli ki. Kapıyı vuran geliyordu, bir anda 200 kişi olduk. Çok zevkli oldu. Orada birkaç kişiyi mimlemiştim çok güzel sorular sormuşlardı. Onları bir süre takip ettim, şu anda Türk gemi inşa sektöründe yer alıyorlar ve çok başarılı projelere imza atıyorlar. Fakat, duyduğunuz bir sürü gemi projesinde o gençlerin imzası var. Siz yeter ki yolu açın onlar parlarlar.

İkinci anım ise, kendimi bildim bileli Vapur Donatanları ve Acenteleri Derneği’nde yöneticilik yapıyorum. Bunu sevdiğim için yapıyorum. Sektöre yardımcı olabilmek için, keza Deniz Ticaret Odası’nda da böyle görevleri çok severek yerine getiriyorum. Hiç unutamadığım ve beni çok etkileyen bir eğitim vardı. Acente olabilmek için 5 günlük bir eğitime tabi tutuluyorsunuz. Beş günün sonunda sınav, sınavda başarılı olursanız da acentelik kartını alıp acente olabiliyorsunuz. Bu acente eğitimine başlamadan önce de ya başkan ya da başkan yardımcıları bir konuşma yapıyor. Benden rica ettiler çocuklara konuşma yapmam için. Bir baktım 132 kişilik çok büyük bir grup. Ben kendilerine bir konuşma yaptım ve konuşmanın sonunda bir şey beni çok duygulandırdı. Çocuklardan bir tanesi “Ben buraya bu mesleği basamak yapmak için geldim. Çalışacaktım ama başka bir iş arayacaktım. Sizi temin ederim, konuşmanızdan o kadar çok etkilendim ki acente olmaya karar verdim” dedi. Ben de kendisine acente olup olmayacağını, takip edeceğim dedim. Çok başarılı bir acente var oldu sonra. Bu gibi şeylerde bazen bize diyorlar ki, biz bugüne kadar acenteliği meslek olarak görmemiştik ama bugün meslek olduğunu anlıyoruz ve bu konuda kariyer yapacağız.

Kimlik kartınız var. Liman Başkanlıklarına ve limanlara girdiğinizde kimlik kartınızı göstermek zorundasınız. Ben acenteyim demek zorundasınız ve o kartla şifre işlemi yapıyorsunuz. Büyük sorumluluklarınız var. Bugün bütün acente arkadaşlarıma derim ki: Unutmayın, siz gemiye adımınızı attığınız ânda belki de Türklerle hiç karşılaşmamış insanlara denk geliyor ve ülkenizi temsil ediyorsunuz. Dolayısıyla size yakışacak şekilde hareket edin, giyinin ve emniyetinizi düşünerek berenizi kafanızdan eksik etmeyin. Bütün bunları yapın gemiye öyle çıkın ki acente konusunda gemideki herkes size saygı duysun.

Bundan sonrası için ne planınız var?

İnsan devretmeyi bilmeli. Eğer kurumsallaşmayı sağladığınıza inanıyorsanız devretmeyi de bilmeniz gerekir. Ben de gönül rahatlığıyla bundan sonra ikinci nesle devretmeye hazırım. Bayrağı bundan sonra onlar alacak. Ben de çekilmeyeceğim, ENMAR da benim çocuklarım gibi, yarattığım bir şirket. Bu şirketi de aileden görüyorum. Buradan kopabilmem mümkün değil, eğer kabul ederlerse danışmanları olurum. Elimi buradan çekemem ama artık kendime zaman ayıracağım kesin. Özellikle balık tutma konusunda son derece hevesliyim. Torunuma bir sözüm var, ona balık tutmayı öğreteceğim. Onu da üçüncü nesil olarak yetiştireceğim.

Buraya sürekli olarak geleceğim çünkü sosyal görevlerim de devam ediyor. İdare ile de iç içe olmak zorundayım. Sektörün buna ihtiyacı var.

Becerebilirsem, haftanın üç günü iş, dört günü de kendine zaman ayırma olarak planlıyorum. Memleketimizde görmediğim, gezmediğim yerleri gezmek istiyorum. Yurt dışından çok, memlekette gezmediğim yerlere ağırlık vermek istiyorum.

Bir de hayaldir bu ama, olur inşallah, bizim logomuz E ve N harfidir, bu “Emin Maritime” demektir. E- dalgalı bir denizi, N- “input/output”u temsil eder. Hayalim bacasında bu logo olan bir gemi görmektir.

Konteyner gemisi mi tercih edersiniz?

Konteyner gemisi çok isterim. Bunu ben mi yoksa yeni nesil mi gerçekleştirecek onu göreceğiz.

Yeni nesille tanışmak isteriz.

Bu kişiler ikinci nesil. Vapur acenteliğinin başında olan Sadıkcan Bey, Enerjinin başında olan Onur Bey. İnşallah hedefleri arasında ENMAR amblemli gemi bacası görebilmek vardır. Onlar izin verirlerse ben de yavaş yavaş çekilerek işi onlara bırakmak isterim. Bana izin verebilecek durumda olan bu gençlerdir. Ben de gönül rahatlığıyla gözüm kapalı onlara devredebileceğime inanıyorum. Gençler ne düşünüyor bilemem. Onlar da kendileri anlatsın.

Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.

ETİKETLER: ,
Bunu Paylaşın