PEKİN BARAN

Yeşim Yeliz Egeli

 

Müthiş bir derinlik, eşsiz bir içtenlik… PEKİN BARAN

İnsanlık tarihinin binlerce yıllık birikiminden süzülerek oluşmuş bir fazilet deryası. Her biri pırlanta değerinde olan birikimi ve bu büyük birikimden oluşan yaşamıyla edebiyattan sanata, ekonomiden felsefeye, politikadan bilime hemen her alandaki düşünce ve fikirleriyle etkileyici, kimi zaman eğlenceli. Varlığı; iyinin, güzelin, erdemin başka bir anlatımla tercümesi gibi. Sözün özü: Gerçek bir ‘insan’
[membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]
Denizcilik A.Ş.’nin Yönetim Kurulu Başkanı olan Pekin Baran, Galatasaray Lisesi ve Paris Hukuk Fakültesi’nden mezun. Babası Hayri Baran’ın da etkisiyle denizciliğe gönül verdikten sonra başta Deniz Ticaret Odası ve Türk Deniz Eğitim Vakfı’nın kuruluşu olmak üzere, sektörün kurumsallaşmasında ve ihtiyaç duyulan personelin eğitiminde çok değerli katkılarıyla biliniyor. TÜSİAD, DEİK, Türk-Fransız İş Konseyi ve Türk–İngiliz İş Konseyi’nde de aktif çalışmaları bulunan Pekin Baran, Türkiye’yi yurt dışında doğru anlatabilmek adına görev alan ve dış politikayı çok yakından takip eden bir isim. Aynı zamanda Galatasaray Üniversitesi Eğitim Vakfı Divan Kurulu’nda ve Piri Reis Üniversitesi Mütevelli Heyetinde Başkan Yardımcılığı görevinde bulunan Pekin Baran’ın eşi dünyaca ünlü piyanistimiz Süher Pekinel. Çok renkli entelektüel kişiliği ve beyefendiliğinin yanı sıra neredeyse yarım asra yakın mesleki deneyimi ile sıra dışı hayat hikâyesinden öğreneceğimiz çok şey var.
1941 yılında İstanbul’da doğan Pekin Baran Galatasaray ekolünden geliyor. Yedi yaşında girdiği okulda 12 yıl boyunca yatılı okumak, aynı insanlarla birlikte büyümek; sevgi dolu mütevazı kişiliğini, bu değerlerle kazanılan dostlukların aslında eskiyerek nasıl da anlam kazandığını anlatıyor bizlere. Arkadaşlarına çok düşkün. Mesela sınıf arkadaşlarından olan Engin Topsakal ile hâlâ birlikte çalışıyor. Şirketin Personel ve İnsan Kaynakları Müdürlüğü’nü üstlenen Engin Topsakal, Pekin Baran’ın yalnızca okul arkadaşı değil, 1972 yılında beraber denizciliğe atıldığı ve o andan bugüne dek sürdürdüğü çok kalıcı bir dostluğun simgesi.
Ve Pekin Baran böylesine sıkı dostlukların yatılı okul hayatının bir yansıması olduğunu düşünüyor. “Yatılılık bize çok sağlam arkadaşlıklar verdi. Bu arkadaşlıkların kıymetini bugünlerde daha iyi anlıyorsunuz çünkü hayat bir süzgeç. Her şey bu süzgeçten geçerken kıymet kazanıyor veya kaybediyor. Sonuçta birden bire fark ediyorsunuz ki onlar kadar değerli pek fazla bir şey yok hayatınızda…” diyor, yatılı okul yıllarından ve kurulan sağlam dostluklardan konuşurken.
Baran Ailesi’nin başarı öyküsü, ana hatlarıyla bakıldığında, sektörü bugüne getiren belli başlı ailelerde rastladığımız yaşam çizgisi ile benzerlik gösteriyor. Önce denizciliği meslek olarak seçen, bundan 60 sene önce ortada ne sektör ne mevzuat varken bu işe gönül veren, riske giren, el yordamıyla girdiği bir işte, kendi dehası ile başarıyı yakalayan Hayri Baran gibi girişimci kıymetli isimler ve onların çok daha iyi eğitim alan, babalarından aktarılan tecrübenin de yardımıyla dünyaya hızla adapte olan oğulları… Bu sayfalarda hayat hikâyeleri anlatılan ikinci kuşak mutlaka başarılı olmak zorundaydı ve adlarını mesleğin kurucuları arasına yazdırmayı başardılar. Öykünün geleceğini görebilmek içinse çok daha iyi eğitimli üçüncü kuşağın bu alanda kalmak isteyip istemediğine, işleri büyütmek konusundaki tutku ve azimlerine bakmak gerekecek herhalde. İşte bu nedenle, Pekin Baran’ın bugünlere nasıl geldiğini anlatırken babasından bahsetmemek olmaz. Çünkü ilk kuşağın yaşadığı sıkıntılar Pekin Baran ve yaşıtlarının o sorunları çözmek için neden canla başla çalıştığını, Türk denizciliğinin parlak dönemini nasıl tırnaklarıyla kazıyarak, sorumluluk alarak oluşturduklarını çok iyi anlatıyor.
Gelecekte Deniz Ticaret Odası başta olmak üzere birçok önemli organizasyonun kuruluşunda yer alacak biri olan Pekin Baran, lisenin ardından Fransa’ya hukuk okumaya gider. Aynı anda babası da işleri adım adım büyütmektedir. “Babam doğuştan çok varlıklı biri değildi. O zamanki denizcilik okulunda eğitmendi. Armatörlüğe geç sayılabilecek bir yaşta başlamıştı. 1950’lerde, herkesin devlet memuru olduğu o günlerde, büyük bir cesaretle her şeyini bırakarak, riske girerek, benim adımı verdiği ilk gemisini aldı. Hakikaten tırnakları ile kazıyarak işini başarıyla büyüttü. Ben hazır bir varlıktan ziyade, bir varlığın oluşması sürecine dahil oldum. Çok rahat yaşardık. Babam çok kalifiye bir öğretmendi. Bilirkişilik de yapardı. Bizim nesle bakarsanız hep benzer şeyler görürsünüz. Bizler için hayatın birinci gayesi ve rahatlığı, hiçbir zaman maddiyat olmadı. Çünkü daima onun sıkıntısı vardı akıllarda…
Babam gerçekten olağanüstü işler yaptı. Yaptığı şeyler arasında en önemlilerinden biri, dünyadaki en büyük 13 gemiden birinin Türk bayraklı olmasını sağlamasıdır. Ben üniversite tahsilimi Paris’te yaptım. Bir gün babam okula ziyarete geldi. Kaldığı otele iki tane Fransız girip, ‘Elimizde dünyada sadece 13 adet bulunan, dünyanın en büyük gemilerinden bir tanesi var, bunu alır mısınız? Çünkü bunu sipariş eden İtalyan son dakikada almayı beceremedi. Gemi 4-5 ay içinde teslim edilecek. İsterseniz size satarız’ dediler. Babam önce yanaşmadı. Böyle şeylere toktu. Fakat sonunda oldu ve dünyanın en büyük 13 gemisinden bir tanesinin sahibi olarak önemli bir iş yaptı. Bu bahsettiğim gemiler türbin gemilerdi ki o zaman daha Türkiye türbin gemileri görmemişti. Ona rağmen son derece başarılı oldu. Bana göre, bu başarısında hocalıktan gelmesinin büyük rolü var. Zaten ben de ilk işimi o gemi ile ilgili olarak yaptım.”

“Bitmeyen Senfoni’de bir Kusturica sahnesi”

Paris Hukuk Fakültesi’nde eğitimin ardından İstanbul’da avukatlık stajı… Özellikle ceza davalarında önemli deneyimler kazanarak Sultanahmet’teki Adliye Sarayı’nda geçen günler… “Çok şey öğrendim orada” diye anlattığı staj dönemi bitince, Pekin Baran askerlik görevini yapmak üzere orduya katılır. Kendi tabiriyle askerliğin “Bitmeyen Senfoni” olduğu o günlerde, 2 yıl askerlik yaparken, başına ilginç olaylar da gelir. “Babamın gençliğinde İkinci Dünya Savaşı tehdidi olduğu için, muvazzaflar ve yedekler aynı harp gemisinde askerlik yapmışlar. Onun için bütün komutanları tanırdı babam. Deniz Kuvvetleri’nden önemli kişiler hep evimizde olurdu. Hâl böyle olunca, ben biraz daha makul yerlerde askerlik yapma şansını elde ettim. Gölcük’te altı ay yedek subaylık yaptıktan sonra Taşkızak Tersanesi’nde Hukuk Müşaviri olarak çalıştım. Askerlik oldukça eğitici geçti. Mesela devletin personel idaresini ve işçi haklarını nasıl yönlendirdiği ve yönettiği konusunda ciddi bilgim oldu. Bir gün bana ‘sana bir itirafımız var, yandaki arsa ile aramızda bir duvar var, o yıkılmış. O arsa da Gümrük İdaresi’nin, sen onu Gümrük İdaresi ile bir konuş’ dediler. Ben dosyayı aldım, konuşmaya gittim; durumu etüt ettim, onlarla konuşmuş olarak geri döndüm. Amiral’e gidip, ‘Burada esrarengiz bir şey var, siz bir duvar yıkıldı diye anlatmıştınız ama iki duvar yıkılmış’ deyince çok büyük bir sessizlik oldu. Sonradan ortaya çıktı ki hakikaten bir değil iki duvar yıkılmış ama bunu söylemek istemiyorlar. Ben de Sherlock Holmes’ün yanında dolaşan yardımcısı gibiyim, masumane bir şekilde hareket ederek ortalığı daha da karıştırıyorum. Sonunda amiral, ‘Tamam sen fazla kurcalama işi’ dedi. Meğer iki duvar yıkmak büyük suçmuş. Böyle oldukça ciddi deneyimlerin yanı sıra daha enteresan olaylar da yaşadık. Mesela Personel İdaresi’nin başındaki albay ile sıcak bir diyalogumuz vardı. Bir gün bana, ‘İkimizin de içi sıkılıyor, hava da güzel, seninle gidip uçurtma uçuralım’ dedi. Gitmiş uçurtma bulmuş. Düşünebiliyor musunuz? Koskoca Taşkızak Tersanesi’nin içinde bir teğmen ve önünde bir albay, uçurtma uçurmaya gidiyoruz elimizde uçurtmayla… Tepede bir yere çıktık ve uçurtma uçurduk. Rejisör Emir Kusturica’nın filmleri gibiydi. Uçurtma uçtu, Albay çok mutlu oldu. Sonra düştü, hemen koştuk aldık, tamir ettik, bir daha uçurduk. Ama müthiş bir olaydı!

“Üç kuşağın öyküsü, sakin ve uzun akan Don Nehri gibi…”
Askerlik bittikten sonra kendi şirketimizde çalışmaya başladım. Mesela bu oda, babamın odasıydı ve binaya 1958’de taşınmıştı. Ne kadar uzun zaman olmuş değil mi? Babamın yakın arkadaşı, o zaman ticaret odalarının başkanıydı. Onun oğlu benim arkadaşım oldu. Onun iki oğlu da benim kızım ve oğlumla İngiltere’de aynı okulda okudular. Yani üç jenerasyon bir arada yetişti. Yavaş yavaş, zaman aktıkça hikâyeler Tolstoy romanlarına benzemeye başladı. Ya da mesela, Şolohov’un dört ciltlik “Ve Durgun Akardı Don” kitabı gibi… Niye durgun akar Don? Çünkü epey uzun gidiyor, böyle uzun gittikçe zaten durgun akıyorsun ama daha konsantre akıyorsun!
İşe başladığım ilk günlerde yaptığımız şeyleri çok iyi hatırlıyorum çünkü ilk işlerin uğuruna çok inanırım. İlk işimde gemiyi bağlamak için Londra’ya gittim. Gemiyi BP’ye bağlayacaktık. Konunun en önemli yanı, o güne kadar hiçbir Türk gemisinin BP gibi büyük bir firmaya bağlanmamış olmasıydı. Üstelik bu bir tankerdi. Bugün artık çok olağan oldu ama o zaman bir tankerle BP gibi süper bir şirket için bütün dünya sularında çalışmak, bir ilk olması açısından çok önemliydi. 1970 yılı başında Londra’ya gittik. İngilizce biliyorum diye babam oraya beni gönderdi. Anlaşmalar yapılacaktı ve tabii ki hiç kolay bir iş değildi. Fakat orada çalışanlar nedense benimle çok sempatik ilişkiler kurdular. Çünkü genç bir insan, Türk, belki de onlar için garip biri. Çünkü o yıllarda hiçbir armatörlük şirketinde, bırakın üniversiteyi, doğru dürüst mektep bitirmiş kimse yoktu. İngiltere’de bile kariyer yolculuğu şöyleydi: Önce bir brokerin yanına ya da bir petrol şirketine girerdiniz. İnternet yok, telefon ve daktilo var. Bu adamlar hazırlanmış evrakları alıp, yürüyerek ‘city’ denilen yerde bir adresten diğerine götürürlerdi. O evrakları getirip götürürken o zanaatı öğrenenler, daha sonra müdür olarak işin başına geçerlerdi. Yani herkes tam alaylıydı. Bu sistemin içinde ben üniversiteyi Fransa’da okumuş biri olarak çok ilgi çekiyordum. Bu nedenle bana çok yardımcı oldular. BP’de şirketin tepe yöneticisi sabahtan akşama kadar benimle pazarlık yapardı. Akşam olunca ise beni içki içmeye davet edip anlatmaya başlardı: ‘Pekin, bugün fena değildin ama bir yerde hata ettin, bana bunu söylemeyecektin, bir daha bunu yapma’ derdi. Yani akşam öğüt verir, geliştirir, ertesi sabah yine pazarlığa başlardı. İskoçyalıydı.  Ben zaten İskoç ve İrlandalılara bayılırım. Çok sıcakkanlılar. İngilizlerin sopa yutmuş gibi soğuk duruşunu hiç göremezsiniz onlarda. O adamın bana verdiği derslerle kariyerimin ve belki de bu şirketin en kârlı işini yaptık. O yıllarda Vehbi Koç’tan daha fazla vergi ödedik. Bu mesleğin özelliklerinden bir tanesi de şu: Hiçbir zaman lokal kalmayacaksın. İlk ve de uzun zamanlı tek küresel meslektir denizcilik.”

Ünlü piyanist Süher Pekinel ile evlilik
İş hayatında oldukça girişken biri olan Pekin Baran, evlilik konusunda çok aceleci davranmaz. 1980’li yıllarda, biraz da geç sayılacak bir yaşta evlenir. İdil ve Emre isminde iki çocuğu olur. Bir süre sonra ilk eşinden ayrılır. İkinci kez imza attığı kişi ise dünyaca ünlü piyanistimiz Süher Pekinel’dir. Baran yıllar içinde kurduğu dernekler ve sivil toplum örgütleri ile sektörün önemli simalarından biri haline gelir. TÜDEV ve Deniz Ticaret Odası’nın ilk yıllarında kazanılan başarıları daha çok bütün şartların olgunlaştığı bir dönem olmasına bağlayan Pekin Baran, DTO öncesini anlatırken özellikle içinden çıkılmaz hale gelen bürokratik engellere vurgu yapıyor: “Deniz Ticaret Odası’nın kuruluş yılları oldukça enteresan yıllardı. O dönemle ilgili söylenmesi gereken ilk şey, armatörlerin çok ciddi bir ihmal sorunu olduğudur. Armatörler kamuoyunda kaçakçı olarak bilinirdi. Bu fevkalâde yerleşmiş bir yargıydı. Bu imaj yıllar içinde değişti ama o zamanlar oldukça ciddi ve etkili bir düşünceydi. Ortalıkta hiç gerçek olmayan haberler de dolaşıyordu. Mesela o zamanlar biz tankerciydik. Babam hakkında tankerde konyak taşıyıp bunu satarak para kazandığı yönünde asılsız söylentiler çıkmıştı. Tabii babam bunları duyunca çıldırırdı. İmaj fevkalade kötüydü. Belki sektörün bu izlenimi bırakacak bazı günahları da vardı ama bu derece kötü bir imajı hiç hak etmiyorduk. İşte tam da böyle bir anda tarihi bir şans oldu. Türkiye’de ihtilal olduğunda ülkeyi yöneten beş orgeneralin ikisi denizciydi. İhtilal konseyinin üyesi Nejat Tümer Paşa ve Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı ve de Başbakan Bülent Ulusu Paşa. Emekli olmuş Celal Eyicioğlu Paşa da benimle beraber DTO’nun ilk Meclis Başkanı’ydı. O sırada ben Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapıyordum. Bu paşalar, daha önce babamın üç yıllık askerlik yıllarından arkadaşlarıydı. Onun için bizim ailemize de çok yakındılar. Ve bu üç paşa denizciliğin kalkınması için müthiş bir çaba sarf ettiler. O sayede DTO kuruldu. Ama Oda’nın kurulması için armatörler arasında bir birlik olması lazımdı. Bir de artık konuların devletin kriterleri içinde izah edilebilmesi gerekiyordu. Mesela Bülent Ulusu Paşa bizi bakanlar kuruluna çağırdı. Benim dışımda iki üç kişi daha vardı, heyet olarak gittik. Bütün bakanlar da davet edildi. Devletin altın yaldızlı, ay yıldızlı tabaklarında yemekler yedik. O tarihe kadar böyle şeyler hiç görülmüş şeyler değildi. Ondan sonra peş peşe reformlar çıktı. Biz de çok çalıştık orada. O sayede DTO son derece faydalı işler yaptı. Çünkü olayları bireysel hikâyelerden çıkartıp sektörel boyuta taşıdı ve kurumsallaşmada ciddi bir adım oldu. Bugünlere hep oralardan geldik. Bence o başarı da bir takım olayların yan yana gelmesinin verdiği tarihi fırsatlar sayesinde oldu.
TÜDEV’in kuruluşu da aşağı yukarı aynı şekilde ama tarih olarak daha sonradır. Denizcilik sektöründe korkunç bir arz-talep dengesizliği vardı. Özellikle zabitan bulmak çok zordu. Babam Denizcilik Yüksek Okulu’nda öğretmendi. Onun zamanında eleman sıkıntısı o kadar had safhaya gelmişti ki, kaptanların eşleriyle kocalarını ikna etsinler de gemi bağlı kalmasın diye toplantı yapılırdı. Yaz aylarında limandan gemi kaldırmak fevkalâde zordu. Sonra Deniz Ticaret Filosu DTO sayesinde önemli bir sıçrama yapınca durum daha da vahim oldu.

“TÜDEV’in açılışını sokakta yaptık”
Bu arada sektörün profilini daha net görebilmek açısından, sektörün o zamanki temsilcilerine bakmak lazım. Deniz taşımacılığı sektörü uzun yıllar 3 veya 4 armatör firmasının dışında yüzde 90 devlete aitti. Daha önce de vurguladığım gibi, Bülent Ulusu’nun başbakan olması ve de diğer ihtilal konseyi üyelerinin de destek vermesi sonucunda bir perspektif değişikliği oldu. Bu anlayış değişikliği sektör açısından çok önemlidir. O dönemde artık denizciliğin, armatörlüğün devlet eliyle yapılmayıp özel sektörle yapılması gerektiği prensibi kabul gördü.  Aslında burada geç kalınmışlık bile var. Deniz Nakliyat’ı konuşacak olursak, Deniz Nakliyat önce ilerleyemedi. Ancak özel sektöre geçip, bir uyum süreci geçirdikten sonra sıçrama yapabildi. İşte bu DTO’nun kurulmasından sonraki dönemlere isabet etti ya da paralel olarak gitti diyelim. Ama sonuçta bir gün geldi bu ilerleme zabitan eksikliği nedeniyle tıkandı.
Bir gün, denizcilik sektörünün birbirinden çok farklı tipolojideki insanlardan oluşmasına rağmen bu insanların inandıkları bir proje ve itimat ettikleri birisi olduğu takdirde tereddütsüz bir birlik ve beraberlik içine girebileceklerini ve de müthiş bir özveride bulunabileceklerini gösteren bir olay oldu. Ben de çok şaşırdım. Bu kadarını hiç beklemiyordum. Eşref Cerrahoğlu ile birlikte deniz eğitiminin yapılandırılması için bize o zamanın parası ile 2 milyon doların üzerinde bir senet imzaladılar. O zamanın parasıyla diyorum çünkü o günlerde armatörler kesinlikle zengin insanlar değillerdi. Senet imzaladılar çünkü ben senet istedim. İmzaladılar, getirdiler, senetleri vermezseniz yapmıyoruz dedik. O senetleri aldık, hepsini de ödediler. Müthiş bir olaydı. O sayede gittik Tuzla’daki Denizcilik Fakültesi’nden başladık. Ardından adım adım çok enteresan olaylar ve anılarla dolu bir süreç gelişti. Mesela size ilk kursun açılışını anlatayım: İlk kursumuzu Şişli’de verdik. Fakat açılış yapacak yerimiz yok. Ama açılışa dönemin Başbakan’ı Mesut Yılmaz gelecek. Sokakta yaptık açılışı… (Gülüyor) Kaldırımda ben başkan olarak hoparlör ile konuşmamı yaptım; Başbakan konuşmasını yaptı; derken alâkasız adamlar toplandılar, inanılmaz bir kalabalık oluştu ve gazetelere geçtik. Aslında sokakta olması nedeniyle daha da etkili bir açılış oldu. Hani her şey yıllar içinde süzgeçten geçiyor demiştim ya… Hakikaten şimdi anlatırken bazı anlattıklarıma kendim bile inanamıyorum. Bu da böyle bir olay. Kursu ilk açtığımızda zabitan meslek kuruluşlarıyla büyük mücadeleler verdik. Çünkü yeni zabitler yetiştirilmesi zabitan yetiştiren İTÜ Denizcilik Fakültesi’nin ve zabitlerin işine gelmedi. İlk anda zabitan sayının artmasından korktular. Rekabetin artmasından çekindiler. Ama hiç korktukları gibi olmadı. Bugün hâlâ, o günkü kadar olmasa da, dönem dönem ciddi şekilde kalifiye zabitan eksikliği yaşıyoruz. Yani o zaman yaptıklarımızın, söylediklerimizin çok doğru olduğu ortaya çıktı. Filo 15-20 misli büyüdü ve bir tek zabit işsiz kalmadı. Çünkü bu işin uluslararası bir iş olduğunu söyledik, ‘Biz yalnız kendimiz için eleman yetiştirmek istemiyoruz. Bunu, Türkiye’deki gençliğin ekmek kapısı olarak da görüyoruz ve bütün dünya filosunun ihtiyacı olduğu için bu işe giriyoruz’ dedik, söylediğimiz her şey de tam olarak doğru çıktı.
Ailenin geçmişinde Beykoz’da tersanecilik de var. Yaşanılan anılar ise gemi inşa ederken o dönemde karşılaşılan bin bir türlü güçlüğü net olarak ortaya koyuyor: “Babam devlet dışında bu işe giren ilk tankerciydi. Çok da başarılı olmuştu. Türkiye’nin hem ham petrol hem de rafine petrolünün gemilerle nakliyesini yaparken, birden bire mevzuat ile karşı karşıya kaldı. Denizcilik ile kesinlikle bağdaşmayacak bir takım mevzuat unsurları vardı. Mesela o günlerde Türkiye’de bir gemi inşa edeceksiniz; en aşağı bin kalem ithal etmeniz lazım ve hepsi için ayrı bürokratik formaliteler yapmanız gerek. Bu şartlar eşliğinde gemi inşa etmeniz de uzun zaman alıyordu tabii. Yurt dışında yedi ayda inşa edilen gemi, bizde iki yılda inşa edilebiliyordu. Biz gemiden ziyade armatör firmasıydık. Gemi almak istiyorduk mesela… Yeni gemi alacağız ihtiyaç var, bunu yerine getireceğiz paramız var ama kredi bulamıyoruz. Kredi buluyoruz, müsaade alamıyoruz. Şaka gibiydi hakikaten! O yüzden rahmetli babam, ‘Oğlum bak, bu iş o kadar zordur ki, atın olur meydan olmaz; at olur, meydan olur, bu sefer de süvari olmaz’ derdi. Yüzde yüz haklıydı. Hatta onun zamanında gemiler kararname ile alınırdı. Mesela o gün Başbakan İnönü ise, İnönü’nün imzası gerekirdi. Bizim dönemimizde de gemi almak için kredi anlaşması yapardınız, onun müsaadesini almak gerekirdi. Bunun için geceli gündüzlü bir ay uğraştıktan sonra mutlaka bakanın da şahsi imzası lazımdı. Sonunda Deniz Ticaret Odası ve Turgut Özal’ın, amirallerin yaptığı inanılmaz reformlar, denizcilik sektörünün doğal yapısına kavuşmasında çok etkili oldu.
O zaman gemi alınamadığı için babam Beykoz Tersanesi’nde kendi gemilerini inşa etme yoluna gitti. Burası da çok enteresandır, ben 15 yaşındaydım. İlk aldığı gemi ki, 1954 yılında Türkiye’de alınan ilk yeni inşa gemiydi. Almanya’da bir tersaneye sipariş etti. O zaman gemiler ahşap modellerle yapılırdı, herhangi elektronik bir şey yok anlayacağınız. Burada o gemileri taklit ederek 11 tane gemi yaptık. O gemilerle de Türkiye’nin bütün kıyı sahillerindeki rafine petrol ihtiyacını karşıladık ve tektik! Petrol Ofisi de en büyük müşteriydi. Fakat 10-15 yıl sonra artık bunların ekonomik olarak verimli olmadıkları bir dönem geldi. Dolayısıyla gemileri Petrol Ofisi’ne satıp daha büyük gemilere konsantre olmaya karar verdik.
Pekin Baran, denizciliği global anlamda iyi bilmesinin de bir yansıması olarak, Türkiye içinde ve dışında karar mekanizmalarını yönlendirebilmek, ülkenin çıkarını korumak adına oldukça aktif çalışmalara imza atan bir isim. TÜSİAD’da yönetim kurulu üyeliği, başkan yardımcılığı unvanlarının yanı sıra Fransa ile ilişkilerde Türkiye adına sunumlar yapıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin AB ile ilişkilerini yakından takip eden biri. Bu konuda hükümetin attığı adımları destekleyen Baran, Türkiye’nin şu anda Avrupa’yı tam üyelik konusunda samimiyetsiz bulduğunu ve buna karşı ‘ne ileri ne de geri’ politikası yürütmeye başladığını vurguluyor. AB’nin Türkiye’ye, Türkiye’nin de en azından referans anlamda AB’ye ihtiyaç duyduğunu savunan deneyimli isim, yakın gelecekte AB’den beklediği sıcaklığı göremeyeceğini anlayan hükümetin, haklı olarak Rusya, Orta Asya ve Orta Doğu’ya yaklaştığını ve bu coğrafyada pek çok ülke için birleştirici rol oynadığını belirtiyor.

Arkadaşım ölünce tanker işini bıraktım
Uluslararası ilişkileri iyi bilmek insanı daha serinkanlı düşünmeye, olaylara global bakmaya yöneltse de, şirket bazında bakıldığında bütün sorunları çözmeye yetmiyor. Dolayısıyla yaşanan bazı sıra dışı olayların insanı duygusal olarak etkilememesi çok zor. İşte böyle çarpıcı tecrübelerden biri mesleğe yeni girenlere ders niteliğinde: “Irak Savaşı, Humeyni dönemindeydi. 150 bin tonluk Atlas tanker Ras Tanura’dan Türkiye’ye ham petrol getirecekti. Oraya giderken bombalandı. Babam vefat etmişti. Bunun üzerine orada 45 gün tamir ettirdik. Aynı yükü yeniden buldum ve yükledik. Bu sefer yüklü olarak bombaladılar. Üstelik benim askerlik arkadaşım Ekrem ikinci kaptandı ve orada vefat etti. İkinci seferde artık cumhurbaşkanı dahil, devletin güvencesi altında olduğumuzu zannediyorduk fakat güvence hiçbir şeye yetmedi. Raporlar, prosedürler derken sonunda gemi yine bombalandı. Bu geçirdiğim ilk kötü deniz olayı değildi ama benim için çok büyük bir bomba oldu. Daha önce mesela bir gemi Atlantik’te çatladı, ikiye ayrıldı. Onlarla üç buçuk ay uğraştım. Bunun gibi başka olaylar da oldu ama bu çok çok feciydi. Çünkü orada hayatını kaybedenlerden biri de arkadaşım. Cenaze merasimine gitmek, orada ağlaşan, haykıran yakınlarını görmek beni çok etkiledi. Başka nedenler de vardı ama bundan dolayı da tankercilikten ayrılmış olmak beni memnun etti. Çünkü gerçekten çok etkilendim o olaydan.
Böyle bir iş yapıyorsanız hiç tahmin etmeyeceğiniz olaylarla karşı karşıya kalarak olgunlaşıyorsunuz. Bunları negatif olarak alıp da kendinizi bloke etmeniz doğru değil. Bu hayatın parçası. Hele denizcilik gibi her yerde her şeyin olabileceği bir meslek icra ediyorsanız buna alışacaksınız. Mesela daha gençken cuma akşamları çok korkardık. Çünkü ne zaman bir kaza olsa mutlaka cuma akşamı olurdu. Tabii o zamanlar teleks, faks yok. Telefonlar bile doğru dürüst çalışmıyor. Bu nedenle ‘cumartesi, pazar o gemiyi nasıl oradan sökeceğim’ diye düşünürdüm. Hafta sonu arkadaşlarımla doğum günü kutlarken, biraz da çakırkeyif olduğumuz anlarda, gecenin 3’ü gibi çok geç saatlerde telgrafla felaket haberleri aldığım, Kızıldeniz’deki gemi batacak mı diye haber beklediğim çok olmuştur. Sonuç olarak, bu tanker olayı benim için çok acı oldu ama bu meslekte bunlar var. Her an her şeye hazırlıklı olmak lazım.”
Yaşam, babalarımızdan çocuklarımıza doğru akıyor. Babası için, “Hakikaten çok severdim babamı. Aynı insan değildik ama çok güzel bir diyalogumuz vardı” diyen Pekin Baran çocukları için, “Ne oğlumun ne de kızımın bana ve yaptığım işe yüzde yüz bağımlı olmasını istemem. Ne kadar özgürce onlarla birlikte olabilirsem ve onların kararlarına, benim için zor olsa bile, ne kadar uyabilirsem o kadar mutlu olan biriyim. Mesela oğlum şimdi benimle çalışmıyor. Onun kendi işi var. Eski binaları alıp restore ediyor. Çok da başarılı. Kızım da onunla ortak fakat armatörlüğü de seviyor. Ben bunları kontrol etmek yerine özgür bırakmaktan, kendi yarattıkları başarıları ve mutluluklarını görmekten yanayım” diyor.
Denizcilik için yaptıkları bu sayfalara sığmayacak kadar engin, takdire şayan başarılar. Aydın görüşü ve eğitime olan adanmışlığı sade bir sektörü değil, daha birçok genci, Türkiye’yi aydınlığa çıkarabilecek güçte. Varlığınızla geleceğimize kattığınız değerler için sonsuz teşekkürler…

[/membership]

Bunu Paylaşın