NURHAN KÂHYAOĞLU

Yeşim Yeliz Egeli

‘Neden Türkiye yapmasın?’ dedik!.. Yaptık ve yapmaya devam ediyoruz…

Genç Türkiye’nin denizcilik vizyonunu bugünkü anlamda ilk Mustafa Kemal Atatürk çizdi. Emekli Tuğamiral Prof. Dr. Nurhan Kâhyaoğlu, bu hedefleri benimseyip kısa, orta ve uzun vadeli gerçekçi projelerin hayata geçirilmesinde büyük emekler sarf edenlerden -kendi ifadesiyle- sadece biri … İlkokul 23 Nisan kutlamalarında Bahriyeli kostümünü giydiği günden bu yana kalbi denizcilik için atan Kâhyaoğlu, bir ömre çok iş sığdırmış ve şevkle ‘üreten insan’ yetiştirmeye devam ediyor. MİLGEM (Milli Gemi) ve MİLDEN (Milli Denizaltı) hayalimizde önemli roller alan; hem İstanbul hem Gölcük Tersaneleri’nde komutanlık yapmış nadir isimlerden; Pîrî Reis Üniversitesi (PRÜ) Mühendislik Fakültesi’nde Dekan görevinin ardından aynı üniversitede öğretim üyeliğine devam eden Prof. Dr. Nurhan Kâhyaoğlu, bize yaşamını anlatırken Türk denizciliğinin hedeflerini ve Pîrî Reis Üniversitesi’ndeki eğitimin yüksek vizyonunu da kavramamıza yardımcı oluyor  [membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]

Bazı hayatlar vardır sadece onu sevenlerin ilgisini çeker, sınırlı bir çerçevede iz bırakırlar. Bazıları da vardır ki, ürettiği her fikir, gerçekleşsin diye elini taşın altına koyup yüksek bir bilinç ve kararla sahip çıktığı veya ürettiği her proje, memlekete katkı sağladığı gibi memleket sınırlarını da aşar; yaptıkları işler ve çizdikleri vizyon ile çalıştıkları kurumlarda, öğrencilerinden hiç tanımadıkları gençlere kadar ülke çapında büyük bir etki bırakırlar. İşte denizcilik alanında hem ordu (bahriye) hem de üniversite bacağında kalıcı işler yapan; Türkiye adına büyük gayret gösteren ve yeri geldiğinde ülkemizin kazançlı çıkması için uluslararası boyutta da etkili olabilen yüksek karakterli rol model şahsiyetlerden biri Prof. Dr. Nurhan Kâhyaoğlu… MİLGEM ve MİLDEN denildiğinde çoğu zaman, “Dönemin Tersane Komutanı…” diye ismi verilmeden hakkında konuşulan gerçek bir gizli kahraman! Bu projeleri toprağa ekip adım adım büyüten, MİLDEN’in adını koyup memlekette “Yapılacak işler” listesinde ön sıralara çıkartan, bu işlerin heyecanını bütün ömrü boyunca hissedenlerden biri… Nurhan Amiral’in yaşam öyküsü o kadar dolu, “Neden Türkiye bunları da başarmasın” dediği işler o kadar önemli ki, bir portreyi daha bu sayfalara sığdırmakta bu kadar zorlanıyoruz. Kâhyaoğlu’nun ana hatları ile yer verebildiğimiz bu yaşam hikâyesinde, burada aktarabileceğimizden kat kat fazla gayret ve memleket sevdası olduğundan emin olun.

İzmit’de 24 Kasım 1957’de doğan Kâhyaoğlu’nun baba tarafı Tekirdağlı. Kökleri Makedonya’ya uzanıyor. Dedesinin dedesi, Trakya Bölgesi’nin büyük bir kısmının kâhyası olduğu için, Soyadı Kanunu çıkınca aileye bu soyadı verilmiş. Anne tarafı ise Selanik göçmeni… Nurhan Bey’in yaşamı, daha başlamadan önce bile ilgi çekici… “Annemle babamın hikâyeleri ilginçtir. Bir ailenin 2 çocuğu, diğer aileden kardeşlerle evlenmiş; yani babamın kardeşiyle annemin abisi evleniyor, annem de abisinin eşinin abisiyle… Son derece nadir rastlanacak bir durum ama aralarında kan bağı yok doğal olarak.” Bir erkeğin nasıl olup da Nurhan ismi aldığını merak ediyorsanız, ismini dedesi vermiş. Nurten ve Nursen adını taşıyan iki kız evladın ardından babasının babası, “Üçüncü çocuk erkek doğarsa ismi Nurhan olsun,” diye ısrar etmiş. Tekirdağ anıları, daha çok yaz tatillerine rastlıyor. “Deniz Harp Okulu’nda 1. sınıfın yazında, rahmetli babaannemle bağda çapa yapmaya gittik. Onunla birlikte 10 gün bağda kaldım. Ceviz ve badem toplayıp çuvalla sırtımda taşıdığım o tatili hiç unutamam. Benim için çok değişik bir deneyimdi… Biz öğrenciyken, o bağlar ihtiyaçtan dolayı satıldı. Büyüklerimiz orayı terk etmek zorunda kaldılar. Hâlâ bir bağımız olmamasının eksikliğini duyarım. Küçük yaşta da bunun bilincindeydim. Eğer imkânım olsaydı, o toprakları satın almak isterdim.

Babam Kara Kuvvetleri’nde askerdi. O yüzden şehir şehir dolaştık… Ankara ve hayâl meyâl Çankırı’yı hatırlıyorum. Ama hafızamda canlı olan, hayatımın başlangıcı diyebileceğim yer Kağızman… Kağızman, Kars’ın kazası… Oraya gittiğimde 4-5 yaşındaydım. Ablamlar okula gidiyor, biri ortaokul diğeri ilkolkul. Ben evde onların ders çalıştırmalarına engel olduğum için, beni de okula götürmek zorunda kalıyorlar. Hâl böyle olunca, okulun Köy Enstitüleri’nden mezun idealist öğretmenleri beni görüyor. Yanlış hatırlamıyorsam İhsan Öğretmen. Diyor ki, ‘Bu çocuğu zaten okula getirip götürüyorsunuz. Nurhan, okuma yazma da öğrenmeye başladı. Bari kaydını yaptırın.’ Bu şekilde ben daha beş buçuk yaşında okula başladım. Keşke bütün okul hayatım, Kağızman’daki okul gibi olsaydı. Korunun içinde, her şeyi görerek, dokunarak öğrendiğimiz harika bir okuldu. Müthiş bir öğretmenimiz vardı. Ayrıca o bölgede yaşarken pek çok yeri görme fırsatını da buldum. Aras Nehri’nde yüzüp nehrin kenarında piknik yapmışlığım vardır. Doğu’yu, Rus, İran ve Irak sınırlarını, Erzurum, Erzincan… O güzelim yerleri hep dolaşırdık. Hafta sonları bir şekilde gidilirdi.

Babam Ankara’ya tayin olunca yeni gittiğim okulda zorlandım. Ben 7 yaşındayım ama ikinci sınıfta olduğum için 8-9 yaşında öğrenciler vardı sınıfımızda. Korunun içinde güzel bir okuldan çıkıp da Ankara’daki ilkokula başlayınca ortamı yadırgadım. Ödev yapmıyordum çünkü ödev yapmam gerektiğini bilmiyordum. Önce zayıf almaya başladım. İhtar çekip aileme haber verdiler. Bu bende o dönem travma oluşturdu. Belki de bu süreç, eksiklerimi tamamlamam için gerekliydi. Yenimahalle Güven İlkokulu. Orada 4 yıl aynı öğretmenden eğitim aldım. Adı ‘Uzma’ öğretmendi –yaşıyorsa Allah ömür versin, ellerinden öperim-, çok iyi ve öğrencilerini sahiplenen biriydi. Mutlaka ki, benim daha sonra kolej sınavlarımda başarılı olmamda büyük rolü vardır.”

Okurlarımızdan hatırlayanlar olabilir; o dönemler karnedeki notların haricinde ilkokul, ortaokul, lise için ayrı ayrı “Olgunluk Sınavı”na girilen zamanlar… İlkokulu bitiren Nurhan Kâhyaoğlu, o zamanlar bu konunun önemini çok idrak edemese de babasının müthiş fedakâr yaklaşımı ve ısrarı ile kolej sınavlarına hazırlanıyor. Olgunluk Sınavı’ndan sonra, elde hazırlık kitabı ile yeniden sınava hazırlanmaya bir parça üşense de hedefi, o günlerin en iyi okullarından biri olan Ankara Koleji… Nitekim ilkokuldaki güzel eğitim ve bir haftalık ciddi çalışma ile bu okula girmeyi başarıyor. Ailede yalnızca erkek çocuğa sağlanabilen bu kolej ayrıcalığının arkasında, babası kadar annesinin gece gündüz dikiş dikerek aile bütçesine yaptığı katkının da büyük rolü var.

“Mesleğimi, 23 Nisan’da
Bahriyeli kıyafetini
giyince seçtim”

“Benim içimdeki denizcilik aşkının 2 büyük sebebi var. İlki, sanırım 1963 yılı, 23 Nisan törenleri sırasında annem bana bahriyeli kıyafeti dikmişti. Kendisi dikiş konusunda çok yeteneklidir. Bu arada babaannemin de 96 yaşına kadar dantel (iğne oyası) yaptığını ve hakikaten el becerilerinde ikisinin de müthiş olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Dediğim gibi, annem bana çok güzel bir kıyafet hazırladı. Ben 23 Nisan’da o kıyafetle büyük bir heyecan ve onurla yürüyordum. Çevremdeki çocuklar bana ‘Bahriyeli, Bahriyeli’ diyerek seslenmeye başladılar. Küçükken çok taklit yapardım. Asker taklidi ya da yöresel şiveler… Etrafıma büyükleri toplayıp onları güldürüp, eskiden çok meşhur olan şemsiye çikolatalardan aldırırdım. Bahriyeli olma fikri o zaman zihnime kazındı. Bir de tabii babamın asker olması ve Ankara’ya gidişimiz. Kendisi, Ankara’da Genel Kurmay Karargâhı’ndaydı. Orada heyecanlı Silahlı Kuvvetler spor müsabakaları yapılırdı. Voleybol, basketbol, güreş, futbol… Bu maçlarda bir voleybola hayran kaldım bir de Bahriyelilere… Törenlerde giydikleri kıyafetlerden çok etkilenirdim. Bir keresinde Deniz Kuvvetleri voleybol ve basketbolda şampiyon oldu. Ben kendi kendime düşünmeye başladım: Bahriyeli olabilir miyim, voleybol oynayabilir miyim? Sonradan ben ve dayımın oğlu, ikimiz de Deniz Lisesi’ni kazandık.”

İlkokula Kars’ta başlayan Nurhan Kâhyaoğlu, sonraki sınıfları Ankara’da tamamlayıp, sınavı kazanıyor ve ‘68-72 yılları arasında zamanının en iyi okullarından TED Ankara Koleji’nde okuyor. Deniz Lisesi’ne geçmeden önce, Kolejde en büyük tutkusu voleybol! “Ben, 12 yaşında kolej takımında lisanslı voleybolcu oldum. Sonra Yıldız Takımı’na girdim ve voleybolu çok sevdim. Hâlâ çok seviyorum. Bence herkes voleybol oynamalı. Eğer bir takım oyunu olarak oynarsanız, büyük katkılarını görürsünüz. Başınızda antrenörünüz olacak, koçunuz olacak ve bir takım olarak strateji belirleyip oynayacaksınız. Voleybol rakiple temas etmediğiniz ama rakibin canına okuyabildiğiniz veya onların sizin canınıza okuyabileceği müthiş bir spor. Her şeyden önce strateji var işin içinde. Teniste tek başınasınız, voleybolda ise takım halindesiniz. Teniste lider olmanız lazım voleybolda ise takım oyunu oynayacaksınız. Yine biri lider olacak ama o kişi, siz varsanız var. Ben bundan çok büyük dersler çıkarttım. Ayrıca yabancı dilimin gelişmesine de büyük katkı sağladı.
Kolejden sonra kafayı Deniz Lisesi’ne taktım. Bu arada babam sürekli beni vazgeçirmeye çalışıyor. Ettiği tek laf var; ‘Hariciyeci ol.’ O aralar ben, Hariciyeci ne demek, onu bile bilmiyorum. ‘Yok, ben istemem.’ diye diretiyorum. Babamın ne olmamı istediğini liseyi bitirdikten sonra biraz anlayabildim. Sanırım sivil hayatın içinde olayım; Dış İşleri’ne gireyim; yabancı dil eğitimim sayesinde büyükelçiliğe kadar uzanan prestijli bir meslek hayatım olsun istiyordu. Ben inat edince, tuttu, askerliğin nasıl bir meslek olduğunu öğretmek için aldı beni Doğu’ya, Güney Doğu’ya götürüp kışlaları gezdirdi. Yorucu bir yolculuktu. Dönüşte dedim ki, ‘Beni buraya niye getirdin? Ben Kara Kuvvetleri’ni istemiyorum ki, ben Bahriyeli olmak istiyorum!’ Bu konuda ısrarcı davrandım. Deniz Lisesi’ne kayıt olmak için iyi kötü bir izin koparınca, zarf postada kaybolur diye telaşa kapıldım. Ortaokulu yeni bitirmişim. Yaşım tek başına seyahat etmek için küçük. Hayatta ilk defa tek başıma yola çıktım. Heybeliada’ya gidip evrakları okula kendim teslim ettim. Orada Nuri (Üskent) Dayım vardı. Daha ilk günden benden söz aldı; ‘Okulu kazanırsan ben seni bir yere bırakmam, bizde kalacaksın.’ diye. Gerçekten de -sağ olsun- 7 yıl onlarda kaldım. Tanıyan arkadaşlarım bilirler, kendisi harika bir insandı. Dayımın ve yengemin –ışıklar içinde yatsınlar- üzerimde emekleri büyüktür.

Deniz Lisesi’nin sınavını ikinci yedek olarak kazandım. Tüm kazananlar kayıt yaptırmıyor. Yedeklerden de alıyorlar. İki kişinin dışında daha 50 kişilik yedek liste var. Yani kazandığım kesin gibi. Ben havaya uçtum ama annem başladı ağlamaya. Annem 19 yaşında evlenmiş ve evlenir evlenmez ilk gittiği yer Kızılçakçak… Kızılçakçak, Ardahan Rus sınırı. Köyde toplam 3 tane ev var. Aslında farklı yerlerde yaşamanın zenginliğini de taşır annem. Ata binmesini bilir. Kayak yapar. Tabanca atar. Ama işte, kadıncağız zaten babam asker olduğu için belirli bir oranda çile çekmiş. Üzerine ben de kalkıp, 13-14 yaşında, ‘Evden ayrılacağım, yatılı okula gideceğim…’ deyince, başladı ağlamaya…

“Deniz Lisesi’nde voleybol
oynamak istiyorsan
derslerin iyi olmalı”

Biz Deniz Lisesini ve Harp Okulu’nu, 12 Mart’la 12 Eylül 1980 arasında okuduk. 12 Mart 1971’den sonra ’72 yılında Deniz Lisesi’ne girdik, 1979 yılı Ağustos ayında mezun olduk. Liseye başlayınca, hemen voleybol takımına girdim tabii… Her gün voleybol antrenmanı, her hafta sonu maç; Yıldız Takımı olarak gidiyoruz. O zaman maçlar Altunizade ve Bağlarbaşı’nda. Eğer takım iyiyse, antrenör çalışma bittikten sonra, ‘Hadi gidin,’ derdi. Kadıköy’e gider bira içerdik. Bazen çok iyi oynayıp maç kazandıysak, ‘Hadi, yarın sabah gelin.’ derdi. Antrenörün, ‘Yarın sabah gelin,’ demesi, bizim için ‘Sizi Amerika’ya bir hafta tatile gönderiyorum,’ demesi ile aynıydı. Düşünebiliyor musunuz, sabah 5’te kalkıyorsunuz, ilk vapurla dönüyorsunuz ama pazar akşamı İstanbul’dasınız ya, o jest hayatımızın en büyük ödülüydü. O ödülü de maçı kazanıp hak edersek alabiliyorduk. Bu yüzden bizim için çok değerliydi. Bu arada, hafta içi de derslere çalışıyoruz çünkü not ortalamanız 4 üzerinden 2,0’ın altına düşerse yani bir tane F’niz olursa, maça çıkamazsınız. Hemen takımdan ilişiği keserler. Olacaksa beraber olacak. Hem akademik yönün güçlü hem de sportif olacaksın. Bu arada ben gülle de attım, yüzdüm de. Yani bizim bir tane spor lisansımız yoktu, 4-5 tane lisansımız olurdu. Eskrim oynadım ve floreciydim. Birçok alanda müsabakalara katıldım.

Yatılı okulda okumak da kişiyi olgunlaştırıyor bence… Ayrıca yatılı okullarda, dostluklar bambaşkadır. Biz o dönemden arkadaşlarla şu an yan yana gelelim, hemen başlarız eğlenmeye… Bakın, Aristo’ya sormuşlar, ‘Dost kimdir diye?’ ‘Bir başka ben.’ demiş. Felsefi olarak biraz ağır ama bana göre çok nefis bir dostluk tarifi bu. Çok arkadaşım var. Hiçbirini ayırmak istemem ama “Bir başka ben” olan 2-3 dostum var. Ama arkadaş olarak sevdiğim çok kişi vardır tabii…”
Bugün baktığımda hayatımda, annemin, babamın ve 2 ablamın büyük desteği olduğunu görüyorum. Çünkü ailede kolej okuma ayrıcalığı bir tek bana sağlandı ve onlar da bunu olgunlukla karşıladılar. Ablamlar da çok başarılı işler yaptılar. Biri hukukçu oldu; avukat olarak Çalışma Bakanlığı Hukuk Müşavirliği’nden emekli… Diğer ablam da jeoloji mühendisliğini seçip Bayındırlık Bakanlığı’nda önemli görevler yaptı. Benim doktora yapabilmemin en önemli nedeni, İngilizce bilgim. Bu İngilizce bilgisi de kolej ve tabii üzerine Deniz Lisesi ve Deniz Harp Okulu’ndaki eğitimim sayesinde..

Harp Okulu’nda o beyaz
ayakkabıları
giydiğin zaman…

Biz liseyi bitireceğimiz zaman, Harp Okulu 4 seneye çıktı ve farklı branşlara ayrılmaya başladı. Ben Gemi İnşa bölümünü seçtim. Harp Okulu’na geçince anında havanız değişiyor. En önemli değişim ayakkabı ve şapkadaki sakındırakta, şapka siperinin üzerindeki ince şerit. Birden siyah ayakkabılar çıkıyor, yerine subaylar gibi beyaz ayakkabılar, şapkada da siyah sakındırak yerini subay şapkalarında olan altın sarısı sakındırak alıyor. Bunu yaşamayan kişi bilmez. Çok büyük bir motivasyon. Beyaz ayakkabıyı giydiğiniz gün, bitti. Al sana, Oramiral Nurhan Kâhyaoğlu! Daha liseden yeni mezun olmuşsun ama bir anda geleceğe ışınlanabiliyorsun o ayakkabılar ve sakındırak sayesinde… Böyle bir ruh halindeyken, not ortalamasının ileride önemli olacağını hiç düşünemedim. Deniz Harp Okulun’ndan iyi notlarla mezun olan arkadaşlar, yüksek lisans için yurt dışına gittiler. Ben bu hakkı kıl payı kaçırdığımı mezun olduğumda öğrendim, ancak gemi hayatına girdikten sonra, ‘kendimi nasıl geliştirebilirim?’ diye düşünmeye başladım.
Deniz Harp Okulu’nda okuduğumuz dönemde sivil üniversitelerden gelen çok değerli hocalardan ders aldık. Mesela İTÜ’den Prof. Dr. Kemal Kafalı, Prof. Dr. Reşat Baykal, Prof. Dr. Tarık Sabuncu, Prof. Dr. Teoman Özalp, Prof. Dr. Ali İhsan Aldoğan ve Prof. Dr. Hasbi Yavuz şu anda hatırladığım her biri kendi alanında duayen isimler. Teknik konuların dışında da bizi çok kıymetli insanlar yetiştirdi. Hukuk alanında Prof. Dr. Süheyl Donat ve Prof. Dr. İsmet Giritli; ekonomide Prof. Dr. Doğan Kargül, uluslararası ilişkilerde Prof. Dr. Cengiz Okman’ı saymak lazım. Böylesine kıymetli insanlardan ders almış olmayı, çok önemli sayıyorum.

Türk denizcisi yetiştirmenin
sihirli formülü

Bugün Prof. Dr. Nurhan Kâhyaoğlu’nun çok yönlü, memleketin faydasına öncelik veren, yüksek ve ileri bakış açısına sahip, sanat ve spor ile zenginleşen etkili bir kişilik ve tabii sorun çözme yeteneğinin ötesinde vizyon çizme kabiliyetine sahip olmasının en büyük sırrı, Deniz Harp Okulu’nun sunduğu üst düzey eğitim olsa gerek. Kendisi de bunu sık sık vurguluyor. “İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrencilerin aldığı derslerin aynısını biz Deniz Harp Okulu’nda gördük. Askeri derslerin yanında farklı derslerle güçlendirilen zengin bir kadro vardı. Bir İTÜ’lü 140 kredilik ders görüyorsa biz 182 kredi ders görüyorduk. Çünkü bizde ek olarak silah, harekât, harp, deniz gücü gibi pek çok farklı askeri ders de vardı. Okuduğumuz yıllar, 1977, 1978, 1979… Hatırlarsanız o dönem, boykotlar nedeniyle üniversitelerde ders yapılamıyordu. Ben Profesör Kemal Kafalı’nın sınavda bize sorduğu soruların aynısını, İTÜ’de sorduğunu ve bizde başarılı yanıtlar çıkınca gidip orada bizim imtihan kâğıtlarımızı tahtaya asıp örnek gösterdiğini ve ‘Harp Okulu’ndakiler bu soruları başarıyla yanıtlıyor.’ dediğini biliyorum.

Beden eğitimi dersleri, Deniz Harp Okulu’nda çok önemlidir. Bize bu alanda gerçekten çok farklı, çok uzman kişiler eğitim verdi. Her biri unutulmayacak mizaca ve bilgiye sahip insanlardı. Mesela beden eğitimi dersimiz var; o dönem sanırım Binbaşıydı, Çetin Gürses aslında voleybol antrenörü de –Ankara’da voleybol müsabakalarında seyrettiğim Deniz Kuvvetleri takım oyuncularından biri- bize yakın dövüş gösteriyor. Kendisi, siyah kuşak; bize karate, judo, tekvando öğretiyor, hatırladığım kadarıyla doktora tezi konusu, ‘Yüzerken kol açısı kaç derece olursa ve ne kadar ileri atılırsa, daha hızlı yüzülür?’ Yani müthiş insanlardı. Karate dersine dönecek olursak, hoca bize ‘Yakın boğuşma’ öğretirken anlatıyor, bunu böyle yap, şunu şöyle yap, sonra da kaç. Aksi takdirde daha ileri gidersen rakibi öldürebilirsin. Sana bir saldırıyı bertaraf etmeyi ve adam yerde sürünürken kaçmayı öğretiyor. Ama esas aklımda kalan; ‘sakın kaçarken yanınızdaki kızı almayı unutmayın,’ demesi! İşte hayat tecrübesi böyle bir şey! Çünkü bu tip kavgalar genellikle yanında kız arkadaşın varken olur. Dolayısıyla yanındaki hanımefendiyi de orada unutmaman gerek. Ben bu dersi ömrüm boyunca unutmadım. Hoca dövüş konusunu bitirdi, elindeki teybe bastı, vals çalmaya başladı. Tabii, sınıf erkek dolu… 30 erkeği iki gruba böldü. Bizi eşleştirdi. Yarısı dam yarısı kavalye… Bir ki üç, bir ki üç… Biz hem gülmekten kırılıyoruz hem de dans ediyoruz! Büyük ihtimalle benim hayatım boyunca yaptığım ilk valsti. Sonra hoca yanımıza oturdu. ‘Bakın çocuklar,’ dedi; ‘Siz Bahriye Subayı olacaksınız. Bahriye Subayı, geceden sabaha kadar, köprü altında votka, rakı içer simitle… O adamlarla sohbet eder. Başı belaya girerse, kendisini savunur ve kaçar. Akşama da kız arkadaşını yanına alıp dışarı çıkar. Yeri gelir, en iyi ortamda Belçika Prensesi ile dans eder.’ İnanır mısınız; bu hocanın söylediklerini ben aynen yaşadım. Onlar söyledi diye değil, bire bir aynısı oluyor. Galata Köprüsü’nün altında, votka içenlerle içki içip simit yedim. Belçika Prensesiyle dans etmedim ama eşimle çok iyi vals yaparım.”

Akademisyenlikte önünde
açılan yol, profesörlüğe
kadar erişiyor

İleride Tuğamiral olarak emekli olan Kâhyaoğlu, 1979 yılında mezun olduğunda ilk olarak İzmir’e tayin olur. TCG Serdar isimli gemide elektrik subayıdır. İşte bu dönemde, mesleğinde olabilecek en iyi yere gelebilmek adına yüksek lisans sınavlarına girer. Sınavı kazanmasına ve o alandaki yeterliliğine rağmen, mezun olduğu okulun mühendislik ile eşdeğer görülmemesi nedeniyle ilk denediği üniversiteye prosedür gereği kabul edilemez. Ardından, Deniz Harp Okulu’nda hocası olan Prof. Dr. Kemal Kafalı’nın İTÜ rektörü olması ve onun büyük katkılarıyla kimi yönetmelik değişiklikleri sonucu İTÜ Gemi İnşa ve Deniz Bilimleri Fakültesi’nde intibak eğitimi ardından 1983’te Gemi İnşa ve Gemi Makineleri Mühendisi, 1985 yılında da Yüksek Mühendis olur. Böylece önünde 2012 yılında Piri Reis Üniversitesi’nde profesörlüğe kadar uzanacak bir kapı açılmıştır. Aynı zamanda, “1773’te Deniz Harp Okulu mu, İTÜ mü kuruldu?” diye uzun yıllardır sürüp giden polemiğe, 2 okuldan da mezun biri olarak son vermek istemektedir. Aslında Kâhyaoğlu, İTÜ ve Dz. Harp Okulu’nun 1773 yılında kurulmuş olan tarihimizin ilk çağdaş mühendislik okulu Mühendishane-i Bahri Humayun’un tek yumurta ikizleri olduğunu vurgulayarak, “Ben Mühendishane-i Bahri Humayun mezunuyum!” demektedir.

“Deniz sizinle dalga geçer
ama siz denizle dalga
geçemezsiniz!”

“Deniz Harp Okulu 1979 mezunuyum ve 2011 Ağustos’unda da Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli oldum. İlk gemim olan TCG Serdar’da, 1979-82 yıllarında yani 3 yıl kaldım. Orada önce Elektrik Subayıydım, ardından 1 sene Yara Savunma Subaylığı yaptım. Sonra TCG Öncü’ye Baş Çarkçı, ardından TCG Yıldırım ganbotuna II. Çarkçı olarak tayin oldum. Oradan makine subaylığı için ihtisaslaşma kursuna gittim. O kurs yaklaşık 6 ay sürer. Daha sonra sırasıyla Gölcük’e, TCG Saros isimli mayın tarama gemisi ve Beykoz’a TCG Albatros hücumbotuna Baş Çarkçı olarak tayin oldum. 1986 yılında Deniz Harp Okulu’nda Gemi İnşa Öğretim Üyeliği’ne atandım.

Elbette, denize çıkmak, karada çalışmaktan çok farklıdır. Siz çıkarken denize bakarsınız, her şey güllük gülistanlık… Ama eğer barometre, basınç, bulutlar nasıl hareket ediyor, rutubet nedir, rüzgâr nereden esecek gibi soruların yanıtını bilmiyorsanız, yarım saat sonra içiniz dışınıza çıkar. ‘Allah belamı versin ben niye denize çıktım!’ dersiniz ya da daha diyemeden başınıza kötü bir şey gelir. Ama tüm bunları bilerek çıkarsanız, deli danalar gibi dövüşürsünüz. Benim tavsiyem şu: Deniz sizinle dalga geçer. Sizin hiçbir şekilde dalga geçmemeniz lazım! Denize çıkacak ekip, her şeyi harfi harfine yapmalıdır.”

“Ben de oradaydım”
Prof. Dr. Nurhan Kâhyaoğlu, sohbet ederken son derece mütevazı… Zaten kendisine soru sormaya ihtiyaç yok, renkli bir hayat yaşamanın avantajı ile bizi şaşırtan pek çok anıyı, arka arkaya çok güzel bir Türkçe ile tane tane anlatıyor. Elbette bir ömür, projelerden ve mesleki kariyerden ibaret değil. Ara ara okuldayken birbirlerine yaptıkları komik şakalardan, ailesi ve arkadaşları ile izlediği operalar ve okuduğu kitaplardan da söz ediyor. Çoğu zaman ne düşündüğünü izah etmek için bir filmden alıntı yaparak sohbeti tatlandırırken sizi düşünmeye sevk ediyor. Sinema tutkusu her halinden belli olduğu için eşiyle tanışmasının da kültür-sanat sohbeti ile başlamasına hiç şaşırmıyor insan.
“Ben şehir dışında görev alsam bile, İstanbul’a geldiğim anda hemen arkadaşlarımla buluşuyorum; sinemalara, tiyatrolara, balelere ve bilhassa konserlere gidiyoruz. O zaman, İstanbul Sinema Festivali ve İstanbul Müzik Festivali, çok önemli tabii… Festival’de yeri geliyor aynı gün peş peşe 3 film izliyoruz. Benim yıllık izinlerimi festivale göre ayarladığım çok olmuştur. Böyle kendimizi sanatla tamamlamayı çok önemsediğimiz dönemlerimizden birinde, bir arkadaşımın ailesinin evinde saç baş dağınık sınavlara hazırlanıyorum. Orada biriyle tanıştım. Sohbet ederken anlatıyorum işte, şu filme gittim, bu konseri dinledim diye. Karşımdaki dinliyor ve ben de oradaydım diyor. Sonra biraz daha renkli bir konu anlatmak için, ‘Miles Davis konserine gittim. Bana dil çıkarttı. Ben de dil çıkartırken fotoğrafını çektim,’ diyor. ‘Ben de heyecanla ‘ben de o konserdeydim. Davis’in dil çıkartmasını gördüm. Fotoğrafı çekeni de gördüm. O kız sen miydin?’ diyorum, Cevap, ‘Evet o bendim!’ İşte o güzel ve zeki kız, benim eşim oldu.
Eşim Mimar Sinan Üniversitesi Endüstri Tasarım Bölümü’nün ilk mezunlarındandır. Annesi, kayınvalidem yani annem; daha önce vefat ettiği için ben kendisiyle hiç tanışmadım. Eşim 1 yıl Almanya’ya gidip yabancı dil öğreniyor. Sonra dönüyor. İstanbul’da tatil köyü inşa eden bir şirketin dizayn ofisinde çalışıyor. Daha sonra bir iş ilanı ile Teletaş’a giriyor. Henüz 15 yaşındayken ailesinden ayrılmış ve 12 Eylül sonrası üniversite yurtlarında kalırken bayağı örselenmiş biridir. Öte yandan endüstri tasarımı alanında ilk mezunlardan olduğu için hem iç mimari yapabilme şansı var hem de formasyona sahip. O nedenle kendine Teletaş’ta kolayca iş bulmuş. Ben eşimle tanıştığımda Teletaş’ta çalışıyordu. Sonra bir yatçılık şirketinde tasarımcı olarak çalıştı. Ardından bir üniversitenin Meslek Yüksek Okulu’nda teknik resim dersi verdi. Şimdi emekli… Şu an evimizin tadilatıyla uğraşıyor. Baştan aşağı bütün tasarım ona ait.”
Anlayacağınız Profesör Kâhyaoğlu, 1989 yılında bir aile dostunun evinde sınavlara çalışma telaşındayken tanıştığı eşi ile fotoğrafçılık, yatçılık, sinema gibi sayısız ortak ilgi alanını keşfederek evlenmiş. 1991 yılında Deniz Harp Okulu’nda öğretim üyesi iken ilk çocukları doğmuş. Şelâle Hanım’la, Lâlehan ve Can isminde iki çocukları var.

Sabah Binbaşı, Akşam Yarbay
Albatros hücumbotunda çalışırken bir gün arkadaşlardan Deniz Harp Okulu’na tayin olduğum bilgisini aldım. İnanamadım tabii… Birbirimize ciddi şakalar yaptığımız için onlar da benimle dalga geçiyorlar zannettim, ama doğru çıktı. Üstelik bu görevde doktoraya devam edebileceğimi söylediler. Çok sevindim… Böylece Gemi İnşa derslerine girmeye başladım. 1 yıl sonra da Grup Başkanı oldum ve 10 yıl kaldım okulda. Ben ders verirken önceki dönemlerde olduğu gibi yine İTÜ’den Prof. Dr. Tarık Sabuncu, Prof. Dr. Aydın Şalcı, Prof. Dr. Yücel Odabaşı gibi hocalarımız derse giriyorlardı. Yani kendi hocalarımla beraber ders verme şerefine nail oldum. Sonraki yıllarda ben de kendi öğrencilerimle tersanelerde çalıştım. Şimdi de üniversitede birlikte hocalık yapıyoruz. İkisi de ayrı ayrı benzersiz keyif…
Bana göre akademik ilerlemede işin aslı doktora yapmak. Onu bitirdikten sonra, iş size kalıyor. Zaman sizin… Kitap yazmak, makaleler, bilimsel faaliyetler; siz ne kadar emek verirseniz o oranda gelişir. Ben 1992 senesinde, doktor unvanını aldım. Deniz Kuvvetleri bunu onayladı, kabul etti. Böylece 3 yıl kıdem aldım. Şöyle söyleyeyim, bizdeki kurmay sınıfı arkadaşlarımız kadar kıdem aldım ve terfi ettim. Bir gün sabahtan derse girdim, binbaşıydım. Öğleden sonra, ‘Onay geldi, terfi ettin.’ dediler. Öğleden sonra aynı sınıfa ‘Yarbay’ rütbesiyle girdim. Etraftakiler de bana soruyorlar, ‘Komutanım ne oluyor?’ diye… ‘Terfi ettim’ dedim. Karşımdaki şaşkın soruyor, ‘Böyle mi oluyor?’ Gülüştük tabii… Ben de şaşkın, ‘Böyle oldu…’ dedim.”

“Gemiyi Galata
Köprüsü’nden kesip
geçirdik”

Tuğamiral Nurhan Kâhyaoğlu’nun hayat hikâyesinde tersanelerde Komutanlık yaptığı dönem, bir anlamda tersanelerimiz ve gemi inşa kapasitemizdeki gelişimi göstermesi açısından değerli. Taşkızak’tan Gölcük Tersanesi’ne uzanan anılarda hep aynı güçlü duyguyu hissediyorsunuz: “Almanlar’ın ya da diğer ülkelerin yapabildiğini, biz neden yapmayalım?”
“Taşkızak Tersanesi’nin ilk dizayn baş mühendisi, Yarbay Ata Nutku’dur. Daha sonraları da çok değerli baş mühendisler var. Taşkızak Tersanesi’nin son Dizayn Baş Mühendisi de, Albay Nurhan Kâhyaoğlu’dur çünkü, 1999 yılında Taşkızak Tersanesi kapandı ve İstanbul Tersanesi’ne taşındı yani Pendik Tersanesi’ne ve ben Taşkızak Tersanesi’nin son Dizayn Baş Mühendisi ve İstanbul Tersanesi’nin de ilk Dizayn Baş Mühendisiydim. Bu arada İstanbul Tersanesi’ne taşındık ama o dönemde çok önemli bir olay var çünkü 1999 yılı depremi oldu. Bu depremden önce de zaten Taşkızak Tersanesi’nde çok ciddi sıkıntılar vardı. Oradaki alüvyon nedeniyle deniz doluyor, havuz batmıyor ve çıkması gereken gemileri havuzdan çıkartamıyoruz. Mesela Hucümbot bitmiş, sahil güvenlik gemimiz bitmiş; elinizde sıfır gemi var, çıkartıp testlerini yapamıyorsunuz. Köprü açılmıyor çünkü… Hatırlarsanız, Galata Köprüsü açılamıyordu. Deprem günü, yani 17 Ağustos 1999, sabaha karşı 80 sınıfı dediğimiz, 180 tonluk bir sahil güvenlik botunu, yepyeni sıfır gemi, köprü üstünü kesip, gemiyi ağırlıklarla daldırıp, köprünün altından 30 santim geçecek şekilde batırıp, köprüyü geçirip, tekrar Karaköy’de kaynakla birleştirdik. Sonuçta mecbursunuz aksi takdirde gemi orada çürüyecek. O tersane, şimdi ADİK Tersanesi’nde çok önemli projelere imza atmış olan emekli Tuğamiral Metin Poyrazlar’ın komutasında, tersane personelinin büyük özveri ve becerisiyle, havuzlarıyla beraber, Pendik Tersanesi’ne 3 günde taşınmıştır. Ve biz, 15 Kasım 1999’da teslim aldık. 16 Kasım’da orada gemi havuzladık. Bize teslim edilen 6 adet sivil gemiyi, yapılan sözleşme ve anlaşma gereği, zamanında istedikleri şekilde tamamlayarak teslim ettik.

Tabii, deprem gecesinin ertesi, görüntüler çok etkileyiciydi. Tersane personeli deprem gecesi saat 04.00 sıralarında gemiyi geçiriyor, Karaköy’e… Tarih 17 Ağustos 1999. Düşünün deprem 3’ü 10 geçe olmuş… O sırada ben Tuzla’da evimdeydim, depremi evimde yaşadım. Bir ailemize baktık, sonra geldik tersaneye… ‘Gemi ne oldu?’ dedim. ‘Çıktı.’ dediler. Ertesi gün öğleden sonra maalesef depremde yaşamını yitirenlerin ceset torbaları ve yaralılar hücumbotlarla geliyordu Karaköy iskelesine… O arada da tersane işçileri, geminin kesilen yerlerinin kaynağını yapıyordu. Şimdi kimse bana, ‘Bu ülke hiçbir şey yapamaz’ demesin(!). Gözümüzle gördük; bir taraftan deprem yaşanmış, cesetler/kurtarılanlar geliyor; aynı anda diğer tarafta yeni gemi yapmaya çalışılıyor. Çeşme Baskını’nı yaşamış, arkasından böyle bir Donanma kurmuş, ‘99 depremini yaşamış ve yıkılmamış bir Donanmayı, ne yıkabilir? Hiçbir şey! Herkese ‘A walk in the Clouds–Bulutların Ötesinde’ filmini seyretmesini öneririm. Kökleri 1773’e uzanan bir okuldan mezun olanların köklerinden aldığı güç yeterlidir.

İstanbul Tersanesi’ni (Pendik) teslim alma sürecinde, mayın avlama gemisi projesi ile ilgili olarak Almanya’ya tayin oldum. Mayın Avlama gemisinin Proje Kontrol Ofisi Başkanı, Savunma Sanayi Müsteşarlığı ve Dz. Kuvvetleri Komutanlığı temsilcisi olarak gittim. Yani Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen; hem Deniz Kuvvetleri hem de Sivil Savunma Müsteşarlığı adına… Orada 6 ay, çok ciddi bir çalışma yaptık. Sonra döndüm. Projenin belirli bir safhasına kadar diğer arkadaşlar da aynı görev için gidip geldi. Kulakları çınlasın, şu anda emekli olan İstanbul Tersanesi Komutanı, Tümamiral Ahmet Çakır’la beraber Mayın Avlama gemisi sözleşmeleri için Türkiye’yi temsilen çok toplantılara katıldık. İşte oradan –tabii ki daha önceki projelerden de- edindiğimiz dizayn bilgisi bizim için çok faydalı oldu.

Gölcük ve İstanbul.
İki tersanede de
Komutanlık yapmış
nadir insanlardan…

Bir gün ben daha 200 Müdürü iken, Gölcük Tersanesi Komutanı’nın emekliye ayrıldığını, istifa ettiğini öğrendim -yeni tayin olmuştu- ve çok üzüldüm, Kendisinden çok şeyler öğrendiğim ve çok sevdiğim Mehmet Ali Çınar Amiral istifa etmişti. Kendisi beni arayıp, ‘Tersanenin başına seni getirirlerse şaşırma seni önerdim.’ dedi. Gerçekten de Ankara’dan telefon geldi. ‘Gölcük’e tayin oluyorsun.’ dediler. 17 Ağustos 2005 yılında, Gölcük Tersanesi Komutanlığı görevine başladım. Orada 4 yıl, müthiş zevk alarak, 1 senesi Albay olarak görev yaptım. 2006 yılında sağ olsunlar, terfi ettirdiler, Amiral oldum. Orada 3 sene daha görev yaptıktan sonra, 2009’da İstanbul Tersanesi Komutanlığı’na Komutan olarak atandım. Bildiğiniz gibi Gölcük Tersanesi Komutanlığı ayrı bir komutanlık, İstanbul Tersanesi Komutanlığı ayrı bir komutanlık… Her iki tersanede de Komutanlık yapan, nadir kişilerden biriyim. Çok önemsediğim görevler olduğu için kendimi şanslı hissediyorum.

Bana göre, Gölcük olsun İstanbul olsun Askeri Tersanelerimizi hiçbir zaman yabana atmamak lazım. Onlar Türk gemi inşa sanayinin gözbebekleridir. Katma değerleri çok büyüktür. Deniz Kuvvetleri’ndeki bilgi birikiminin, Türkiye’ye nasıl yayılacağı, Türkiye’deki bilgi birikiminin nasıl toplanacağı ve nasıl ortaya bir eser çıkarılacağının bir numaralı örneği olan MİLGEM korvetleri, başta İstanbul Tersanesi Komutanlığı olmak üzere o iki tersanede yapıldı. Gölcük Tersanesi Komutanıyken ilk gemi olan TCG Heybeliada’nın dört büyük bloğu Gölcük’te inşa edilmişti. İnşa edilen blokları büyük bir pontonla denizden İstanbul Tersanesi’ne işçilerle birlikte davul-zurna eşliğinde halay çekerek uğurlamıştık. Yaklaşık 3’er bin kişilik kapasitesi ile hiç boş vakti olmayan, tıkır tıkır iş yapılan önemli değerlerdir bu tersanelerimiz.”

“Milli Gemi için
‘Yapamazsınız!’ dediler”

Bilirsiniz biz Türkler, “Sen bunu yapamazsın,” dendiği zaman, daha verimli çalışıyoruz. Bu milli refleksimize dair iki anıyı Profesör Kâhyaoğlu’nun yaşamından sizler için seçtik.
“İstanbul Tersanesi’nde bir mayın avlama gemisi için tören yapıldı. Törenden sonra Alman temsilcilerin de katıldığı bir kokteylde, daha önce birlikte çalıştığım bir Alman proje yöneticisi ile aynı masadaydık. Yemekte ona heyecanla MİLGEM’i dizayn edeceğimizi anlattım. ‘Korvet dizaynı çok zordur, nasıl yapacaksınız? Biz çok zorlandık K130’da…’ dedi. Bu lafı duyunca, ‘Sizinle hücumbot, fırkateyn, denizaltı, mayın avlama gemisi… Bir sürü proje yaptık ve hepsinde dizayn eğitimi aldık. Bu eğitimler için size para ödedik. Şimdi sen bu soruyu soruyorsan, demek ki bize öğretmediniz! Yeterince öğretmediyseniz o paraları neden aldınız!’ dedim. Elbette böyle bir tepki beklemiyordu. ‘Sana da bir şey söylenmiyor,’ deyip güldü. TCG Heybeliada’nın inşaatı bitmiş ve teslime hazır hale gelmiş ve teslim töreninden önce emekli olmuştum, davet ettiler, törene gittim. Bu Alman dostumuzla yeniden karşılaştık. ‘Bak’ dedim, ‘Kuvvet Komutanı, Cumhurbaşkanı herkes burada… K130 yerine size bunu verelim, biz diğerlerini de yapıyoruz nasıl olsa…’ Sarıldık, güldük ama benim için inanılmaz bir keyifti.”

Yurt dışından biri, bunu yapamazsınız dediğinde Türk ekibini farkında olmadan daha da motive ediyor. Şimdi anlatacağımız anıda ise siz yetiştiremezsiniz diyerek orduyu motive eden kişi Nurhan Amiral’in bizzat kendisi. Bilmeyenler için tekrar hatırlatalım; Heybeliada Deniz Lisesi’nden ilham alınan MİLGEM TCG Heybeliada, Milli Gemi Projesi kapsamında geliştirilen ilk yerli Türk savaş gemisi…
“Seyir tecrübelerine çıkmadan önce liman tecrübeleri oluyor. Ben de MİLGEM’de kimseyi rahatsız etmeden sürekli çalışmaları bizzat takip ediyorum, kendimi pek göstermiyorum. Denetlemek için değil de ne olduğunu, hangi aşamada olduğumuzu merak ediyorum. Bir gün toplantı var, testler yapılacak. Ben de gittim, ‘Bana bir çay söyleyin, siz ne konuşursanız konuşun, ben burada yokum,’ dedim. O, ona bir şey söylüyor; öbürü itiraz ediyor, diğeri öyle olmazsa gecikiriz, biri yok sen geciktirirsin falan derken… O zaman yüzbaşı, inşaattan sorumlu subay -kulakları çınlasın- Zafer Elçin. Ona dönüp, ‘Siz, bu kafayla 2 Kasım 2010’da seyre çıkamazsınız.’ dedim. İlk seyir testlerinin 2 Kasım’da başlaması planlanmış ve her yere bildirilmiş. Önündeki not defterini çektim, ‘Bu deftere yazıyorum, siz bu kafayla 2 Kasım’da zor çıkarsınız seyre… Eğer çıkarsanız bana bu sayfayı yedirirsiniz!’ dedim.

Sonra tarih, 2 Kasım 2010 oldu. İlk seyir testleri için tam planlandığı günde tersaneden avara ettik. Testler birbiri ardına yapılıyor ve her biri tamamlandığında gemide büyük sevinçler yaşanıyordu. Hiç sorun yaşanmadan o günkü testlerin sonuna gelindi. Son tecrübemiz, demir atma-alma tecrübesi. Atarsın, alamazsın; zinciri gider, kopar, bir yeri arızalanır; bunları bilemiyorsunuz. Heybeliada’nın güneyinde, bizim için meşhur Çam Limanı açıklarında Deniz Lisesi’ne bakarak demir attık, aldık. Dediler ki seyir tecrübesi bitti. Kıç üstüne beni çağırdılar. Karşımızda Deniz Lisesi görünüyor. Çaylar, kahveler geldi, birçoğu Deniz Harp Okulu’ndan öğrencim. ‘Komutanım, sigara içer misiniz?’ dediler. O sırada bırakmıştım sigarayı, ‘İçerim.’ dedim. Ama orada yaşanan duygular müthiş! Böyle bir keyif olabilir mi? Milyonları verseler bu keyfi yaşayamam. O andaki mutluluk, paha biçilemez. Kahveleri yudumlarken fiyonklu bir hediye paketi verdiler bana, bir açtım, benim yazdığım o sayfayı çerçevelemişler. ‘Siz başka bir şey söylemiştiniz ama biz size bunu hediye ediyoruz,’ dediler. O çerçeve hâlâ okulda çalışma odamda asılı duruyor ve her baktığımda yenilendiğimi, güçlendiğimi hissediyorum. Hiç yanı başımdan ayırmadım.

“MİLGEM ile korvet
sınıfında ‘En iyi
gemi’yi yaptık”

Şunu bilmemiz lazım, Deniz Kuvvetleri kendi gemisini yapmasını biliyor ve kendisi dizayn ediyor. 70’lerde hücumbotlar, 80’lerde fırkateynler… Daha öncesi de var ama yine 70’ler diyelim; fırkateynler ve denizaltılar… Mayın avlama gemileri, bu projelerden çok şey öğrenildi. Tank çıkarma gemileri, karakol ve sahil güvenlik botları ve daha niceleri. Bununla birlikte artık sivil tersanelerimiz de çok önemli askeri gemi inşa projelerine imza atıyorlar. Gururla izliyoruz. Şimdi bakacak olursanız, Atatürk daha 1924 yılında vizyonu çiziyor:
‘Eğer biz sonsuza kadar Anadolu’da kalacaksak ve burada güçlü olacaksak; sadece donanma değil, güçlü bir ticaret filomuzun da olması lazım.. Önce çekirdek bir donanma satın alıp, daha sonra donanmamızı milli sanayiden fışkıracak şekilde kendimiz yapmalıyız.’ Yani gemileri inşa etmekten; hem donanma hem ticari filo anlamında gemilerimizi yapmaktan 1924 yılında söz ediyor. Bu bir vizyondur. Ata Nutku’yla başlamış bir dönem var ama bu vizyon içinde, MİLGEM, bu işin en üst noktasıdır.”

MİLGEM Projesi’ne başından beri büyük önem veren zamanın Donanma Komutanı Özden Örnek Amiral’in projenin onaylanması sırasındaki desteği, ve özellikle kısa, orta ve uzun vadeli sunumlar ve brifingler sırasında kurduğu stratejiler nedeniyle gösterdiği övgü dolu yaklaşım, Prof. Dr. Nurhan Kâhyaoğlu’nun özgüvenini ziyadesiyle güçlendirmiş. O’na göre, önceki yöneticilerin çok ciddi katkısı olsa da dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek Amiral, ‘Tamam artık bunu yapıyoruz!’ diyerek altına imza atan, işi başlatan Komutan… Böylece ‘Milli Gemi’nin projesi, oybirliği ile kabul edilmiş ve bugünkü hale gelmiş. Özetle, 1993’te umutla ve büyük bir kararlılıkla başlayan bir çalışmanın bugün gurur ve onur duyduğumuz ve yarınlar içinde de övünç duyacağımız neticeleri bunlar…
“O zaman kısa, orta ve uzun vadeli hedefler belirlemiş ve duyurmuştuk. Kısa vade, tıkır tıkır gidiyor. Neredeyse bitti bile. Artık orta vade ile uzun vade birleşti. Bu yüzden çok umutluyum. Heybeliada, Büyükada, Burgazada… Aldığı sonuçları da biliyoruz. Geçen yıllarda ünlü bir uluslararası savunma dergisine göre, sanırım bir İngiliz dergisi, korvet sınıfında tasarım ve performans olarak en iyi gemi seçti MİLGEM’i. Bu başarıyı hiç kimse tek başına üstlenemez, üstlenmemeli. O nedenle bazı kişilerin isimlerini verdim ama o kadar çok katkısı olan var ki, beni bağışlasınlar. Emeği geçen herkesi saygı ve minnetle selamlıyorum. Bu projeyi Türkiye Cumhuriyeti’nin asker-sivil mühendisleri, memurları, subayları, astsubayları, işçileri, iş adamları, komutanları, bürokratları, teknokratları ve siyasileri, hep birlikte başardı. Bu kıvanç hepimizin, tüm Türk halkınındır.
Ben Tuğamiral olarak emekli oldum. Bugün bakıyorum da hakikaten, Bahriyeli olarak, Teğmenliğimden bu yana düşündüğüm, hedeflediğim her şeyi yaptım, kazanmak istediğim her şeyi kazandım. Olabileceğim en yüksek mertebeye eriştim ve arzu ettiğim tüm görevlerde bulundum. Özellikle tersane komutanı olmayı çok istiyordum. Amiral olmak, benim için 2’inci sıradaydı. Zaten daha amiral olmadan Tersane Komutanı oldum. Tüm bu aşamalara beni layık gören herkese, asker-sivil, minnettarım.

“Piri Reis, denizaltı tasarımı
dersi veren tek üniversite!”

Piri Reis Üniversitesi’ndeki kadroya, 2012 yılında girdim ve profesör oldum. 2011 yılında emekli olmama rağmen, biraz hazırlanmak istedim. Bu arada 3-4 ay makale, sempozyumlara gitme, yarım kalan kitap çalışmalarımla ilgilenme gibi bir vakit ayırıp motivasyonumu yükselttim. 2012 yılının Aralık ayında da göreve başladım. Böylece Piri Reis Üniversitesi Gemi İnşa ve Gemi Makineleri Bölümü’ne geldim. Öğretim üyesi olduk, derslere başladık. Kafamda hep MİLDEN yani Milli Denizaltı vardı. Dedim ki, ‘Bu okulda milli denizaltı dizayn edecek öğrenci yetiştirmek gibi bir hedefimiz olabilir mi?’ Gayet olumlu karşıladılar ve ‘Neden olmasın?’ dediler. Bu arada, 2012, 2013, 2014 derken, Dekan oldum. Ayrıca 2012-2014 arasında Havelsan’da Yönetim Kurulu Üyeliği yaptım. 2017 yılında Dekanlık görevim sona erdi. Aklımda bir MİLDEN vardı bir de Teknopark… Benden önce Teknopark için çalışmalar yapılmış ancak tamamlanamamıştı. Üniversite’de geliştirilen akademik bilginin, kullanılır hale ve teknolojiye dönüştürülmesi amacıyla Teknopark İstanbul’da bir ofis açtık.

Aslında çok önceleri, mesela TCG Serdar’da, ben Yara Savunma Subayı ve Elektrik Subayı iken -1979-80 senesinden bahsediyorum- planlı bakım sistemini ilk uygulayan gemilerden biriydik. Denetlemeye geldiklerinde, ‘Siz bunu nereden çıkarttınız?’ dediler. Çok önemli bir sistemdir. Ben, gemiye Stabilite kitapçığı hazırladım. Bunu, gemi inşacılar bilir. Yani elle hesaplar yaparak hazırlamıştım. Kendi elimle çizdiğim eğriler, hazırladığım tablolarla… Böyle bilgiyi uygulama şansınız olan bir yerden gelince, vizyonu da o şekilde çiziyorsunuz. Mesela bugüne kadar bahriyeli subaylardan mühendisler yetiştirdim. Artık sivil sektörden olsun istiyordum. Gerçekten de burada PRÜ’den mezun olan öğrencilerin yüzde 85’i şu anda piyasada iyi birer mühendis olarak görev yapıyorlar. Yani bir hedefimize daha ulaştığımızı söyleyebilirim. Yeni hedefimiz; bugün Piri Reis Üniversitesi Gemi İnşa Bölümü olarak, Türkiye’de, akademik düzeyde denizaltı dizaynı dersi verilen ilk ve tek Üniversite ve Fakülteyiz. Amacımız misyonumuza uygun yetkin mühendisler yetiştirmek.

Makineler tam yol ileri.
Çıkma rotadan.
Böyle Viya…”

Ne bildiğini bilen, entelektüel birikimi ve zarafetiyle bizi kendine hayran bırakan, dolu dolu ama kaliteli yaşayıp çok çalışmayı da düstur edinen, bir kelimesiyle düşündüren, bir kelimesiyle ‘sorumluluk sende’ demeden bunu karşısındakine hissettiren, büyük bir tevazu içeren tek bir kelâmıyla özgüven aşılayan bu seçkin yaşamları dinledikçe ruhum huzur buluyor ve bu ferahlığı, özellikle genç neslin de feyz alması için büyük bir şevkle arayıp, bulunca da, sizlere ulaştırmada bir nev-î köprü vazifesi görüyor olmaktan ziyadesiyle mutlu oluyorum.
Bu kısa hayatımızda aldığımız her nefesi katman katman yaşama katıp kıymet bilerek solumuş olmayı çok değerli buluyorum. Her yaşam farklı bir değerdir, farkındayım. Bu güzel yaşamı dinlerken bir yandan da düşünüyordum… Öykünerek, ‘Tühh! Ben de Deniz Liseli olsaydım!’ demedim değil, kalitesi yüksek, eğlencesi bol çok yönlü bir eğitim ve öğrenim… Önce kendine, sonra çevresine ve tüm toplumuna, Vatanına… Sevgili, saygılı… Sorumlu ve sorgulayan… Özgüveni yüksek bir birey nasıl yetiştirilir? Ancak böyle yetiştirilir… Ruhen ve bedenen sağlıklı ve mutlu bir ‘insan’ nasıl olunur? Ancak Nurhan Amiralimiz gibi olunur…
Sağolunuz… Varolunuz Amiralim ve Sevgili Hocam…
Fotoğraflar: Ekrem Şerif EGELİ

[/membership]

Bunu Paylaşın