ALİ CAN

MDN İstanbul

Yiğit bir vatansever… ALİ CAN

Sevgi neydi? Sevgi; iyilikti, dostluktu, sevgi emekti…Cesur, idealist bir gencin yüreğini ortaya mertçe koyuşunu, kaybolmaya yüz tutan gerçek sevginin yoktan vareden ruhunu, biraz burkulup biraz kızarak ama daha çok bilgilenerek okuyacak, isteyince oluyormuş diyeceksiniz! Heykeli dikilecek insanların; ülkesini sevmesi, milleti için ömrünü vakfetmesi ‘suç’ mu, ‘lütuf’ mu, siz karar verin. Etkilenirseniz, O’nun hayalini, bitmemiş türküsünü varın siz tamamlayın…

[membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]Yüksek Makine Mühendisi Ali Can 1936 yılında, Çatalca’nın Karaca Köy nahiyesinde doğuyor. Dört kardeşler. Tarımla uğraşıyorlar. 1940’ların Türkiye’sinde ‘olmasa da olur’ demiyor, ‘nasıl var ederim’ ruhuyla şekilleniyorlar. Hayat o yıllarda zor… Babası Mehmet Bey, tarımın yanında, el becerisi kuvvetli bir zanaatkâr, ahşaba şekil verip, yaba, tırmık gibi aletleri yaparak evin geçimini sağlıyor. İstanbul’a göç etmeleri; insanlığın üzerine karabasan gibi çöken II. Dünya Savaşı ile oluyor…

‘93 Harbi acı hatıraları, halkın belleğinde yer eden izleri ‘ya bizi kesip biçerlerse,’ endişesi ile onca yılın ardından yeniden nüksediyor. Ve Trakya Köylüsü, II. Dünya Savaşı’nda olur da; Almanlar, Bulgarlar köylerimize gelir korkusuyla evlerini, ocaklarını bir bir terk ediyor. Alıcısı olmasa da yok pahasına mal, mülk, tarla, elde avuçta ne varsa satabilenler; Bursa’ya, Eskişehir’e, İstanbul’a yerleşiyorlar. Ali Bey’in ailesi de bu kervana katılabilenlerden. Evvela, Edirnekapı’ya geliniyor. Babası Mehmet Bey ahşabiye zanaatı sayesinde Haliç Tersanesi’nde iş buluyor. Kazancı yetmiyor tabii… Ali Bey ise tabir yerindeyse tekne kazıntısı, ailenin son bireyi, O’nun hikâyesi işte böyle başlıyor… Baştan belirteyim, iyi ki doğmuş.

İlkokulu Karagümrük 27. Okulu’nda 4 yıl okuyor. Annesi Ayşe Can, evhanımı. Babası ise 60 yaşında, vesait yok, Haliç Tersanesi’ne gidip dönüşleri, Fener-Balat’ın dik yokuşları artık yormaya başlayınca Fatih’ten Eyüp’e taşınıyorlar. Ali Can ilköğretimini Eyüp 37 İlkokulu’nda, 1948’de tamamlıyor. Parlak zekası ve çalışkanlığı ile kendini çevresine kanıtlayan Ali Bey, yaşamındaki dönüm noktasını bakın nasıl anlatıyor: “Okul bitince babam bir gün beni karşısına çekti ve ‘Ali, sen iyi okuyan bir çocuksun, Ortaokula kaydolmuşsun ama benim yaşım ilerledi, aldığım para malum, her yıl bir tarla satıyoruz, bu ne kadar böyle gider bilemiyorum. Haliç Tersanesi içinde Orta Sanat Okulu var, oraya girersen bitirdiğin zaman işin hazır olur, hemen para kazanmaya başlarsın.’ Bu durum benim hiç hoşuma gitmedi, başka hayallerim vardı. Güzel resim yapardım, bir ara askeri okula gitmeye heves ettim, çünkü parasız aile çocukları bu okullara gider çok iyi eğitim görürdü. Gazeteciliği de istemiştim, kompozisyonlarım çok iyiydi ve yani hayallerim öyle çoktu ki, o çocuk yaşta kabına sığmıyor hepsi olmak istiyorsun. Babam üzüldüğümü görünce, ‘Eğer o okulu birincilik ile bitirirsen sana burs da verirler, mühendis bile olabilirsin!’ dedi ve o mühendis lafı benim çok hoşuma gitti, ikna oldum. Okula kaydoldum. 3 sene sonunda hakikaten birincilikle, 1951’de mezun oldum. Fakat o zamana kadar babamın vadettiği  gibi, hiç bir öğrenciyi okutmamışlar, hayal bir lafmış, o arada da 1950 seçimleri olmuştu, ortalık karmakarışık. Babam, bana verdiği sözden mahcup, bir okulun müdürüne, bir başmühendise gidip dil döküyor, ‘Ben çocuğuma söz verdim. Birincilikle mezun oldu, evladımı okutun,’ diye. Diye diye 1 yıl geçti ve diplomamı alıp liseye yazılamadım. Çocuk da olsam, tersanede mecburi hizmetim var. İşte o sırada Tersaneye Nedret Utkan isimli bir müdür geldi, yıl 1952. Bu zat, Galatasaray’ı birincilikte bitirmiş. Atatürk’ün direktifleri ile gemi inşa mühendisi yetiştirilmek üzere İngiltere’ye tahsile gönderilen, Sadullah Bigat, Celalettin Erol’un da aralarında olduğu o efsane ekipteki 20 kişiden biri.”

Pendik Tersanesi o dönem ortada yok ama kurulma emri 1936’da bizzat Atatürk tarafından veriliyor. İçinde çalışacak ekibi de yurtdışına eğitime gönderiyor. Nedret Utkan, bu gaye ile son derece iyi bir eğitim alarak, 1945 yılında İstanbul’a dönüyor ve önce Haliç Tersanesi’nde Atölye Mühendisi olarak çalışıyor ve 1952 senesinde de Tersaneye genel müdür oluyor. Çünkü emre rağmen Pendik Tersanesi maalesef hâlâ ortada yok!

Ali Bey’in şansı işte burada dönüyor: “1938’te ilk kez Denizbank olarak kurulan ve sonra lağvedilen banka, akabinde Deniz Yolları İşletmesi oldu. Ve sonra Demokrat Parti gelince Denizcilik Bankası T.A.O ismiyle yeniden kurulmuştu. Devlet sektörü olmasına rağmen anonim şirket statüsünde çalışıyordu. Yusuf Ziya Öniş Kurucu Genel Müdürü idi. Nedret Abimiz de Haliç Tersanesi Müdürü oldu. Sadullah Bigat İşletme Başmühendisi, Celal Erol ise Planlama Başmühendisi idi. 3 efsane isim. Müthiş bir kadro. Bana dediler ki; sen bu adamlara çık, bunlar seni okutabilir… Ben de tüm cesaretimle gittim. Nedret Utkan da sarı saçlı, mavi gözlü yüzde 90 Atatürk’e benzeyen bir zattı. Zeka seviyesi de abartmıyorum aynıydı. Okumak istiyorum demek için odasına girdim, bir konuşma hazırlamıştım, o da ne, bir baktım ki karşımda Atatürk oturuyor, söyleyeceğim her ne varsa o an silindi gitti. Sonra, ben susuyorum, kendisi de ‘ne söyleyecek merakıyla’ hafif gülerek şefkatle bana bakıyor, dilim çözüldü ve aniden ‘Efendim ben okumak istiyorum!’ dedim. ‘Neden okumuyorsun dedi?’ ‘Diplomamı vermiyorlar, ben birincilikle bitirdim, ama beni okutmuyorlar! Bana lütfen yardım edin!’ dedim. O da durdu, zira Tersanede mecburi hizmetim var, hemen lafa girip ‘Mecburi hizmetimi sonra tamamlarım, önce okuyayım’ dedim. O da ‘Sen şimdi git, ben seni çağıracağım’ dedi ve sonra çağırdı, ‘Hadi bakalım git okul müdürünü gör, diplomanı al, nereye istersen git ve orada oku,’ dedi. Ayda 50 lira da burs çıkardılar, Sultanahmet Meslek Lisesi’ne kaydımı yaptırdım orayı da birincilik ile bitirdim.”

Ali Bey’in okuma hevesi, azmi ve cesareti, hayal olan ideali de gerçek yapıyor ve Haliç Tersanesi Orta Sanat Okulu, O’ndan sonra mezun olan talebelerden ilk üçte başarı gösterenleri sürekli olarak okutuyor. Onun öncülüğünde, birçok mimar, mühendis ve profesör bu okuldan çıkıp genç Cumhuriyetin gelişmesinde aktif rol alıyor. O yıllar İstanbul’un nüfusu 800 bin kadar, nüfusun azlığından Devlet hastanelerinde yer bulmanın kolay olduğu yıllar olsa da, halk bir o kadar rafine ve duyarlı. Hastalanınca alın teri akıtılarak iyileşildiği yıllar. Yokluğa karşın varolma mücadelesinin onurlu verildiği yıllar. SSK yok, emeklilik sistemi yok, hasta olunca istirahat alma lüksü yok. Ya ne var? Yaşama arzusu, üretme ve yardımlaşma; yorgun ama genç Cumhuriyeti el birliği ve eğitimle ileri yönlü kalkındırma… 7’den 77’ye kadını, erkeği herkeste müreffeh olma ideali salgın. Vatana millete hayırlı olmada yarışıldığı, bu telaşın zirve yaptığı yıllar…

“Lise eğitimi sonrası, Yıldız Teknik Üniversite’si imtihanına girdim. Ve 1955-56 döneminde Makine Bölümünü kazandım. Bu bölümü de 1959’da birincilikle bitirdim. Bu aşırı çalışmamın sebebi, verilen burs olan 150 lira idi ve eve de katkı sağladığım için yetmiyordu, çok çalışıp sınıfta kalmamam ve yazları çalışmam şarttı. Tersane beni okul dönemimde 9 ay ücretsiz izinli sayıyor, imtihanlar bitince hiç ayrılmamış gibi yazları doğru tersaneye gidip çalışıyordum, iyi de kazanıyordum. Bir nevi staj yapıyordum. Benim okulu bitirdiğim sene Yıldız’da Yüksek Mühendislik Bölümü açıldı. Bu benim şansım oldu. Yüksek Makine Bölümünü de birincilikle bitirdim. O dönemde okul sayısı da öğretmen sayısı da çok azdı, İstanbul Teknik Üniversitesi vardı mühendis yetiştiren, bir de Yıldız Teknik Okulu. Hoca da kolay yetişmiyordu. Bir dönem ülkece onlardan da olduk. 1960’da meşhur ‘147’ler olayını bilirsiniz, Milli Birlik Komitesi çok değerli aydınlarımızı, bilim adamlarımızı ülkemize, üniversiteye fazla gördü, Ord. Prof. Ali Fuad Başgil, Ord. Prof. Ekrem Şerif Egeli, Prof. Tarık Zafer Tunaya, Doç. Haldun Taner gibi çeşitli dalda 147 kıymetli bilim insanımıza kıyıp üniversite ile ilişiğini kestiler. Bizim beğenmediğimiz değerli hocalarımız, örneğin Ord. Prof. Ratip Berker Fransa’da kürsü başkanı oldu. Akşam mektebi… Dışarıdan okuma, mektup ile okuma nerdee… Okumayana, işin de aşın da olmadığı o 1952 yılında, bir de Nato’ya girdik, gencecik askerlerimiz Kore’ye gitti. Yokluk vardı tabii, bize süt tozu verirlerdi o da bizim ağrımıza giderdi. Halbuki koca Anadolu’da süt üretemiyormuşuz gibi Amerika’dan süt tozu geliyordu! Otomobil yoktu, zengin, imrenilecek aile neredeyse hiç yoktu. Düşünün, Yıldız’da okurken 1. sınıfta sinemaya bile gitmedim, disiplinli çalışmak şarttı. Nedret Utkan abimiz, Devletimiz bana burs vermişler, güvenmişler. Onları mahcup etmek olmazdı. Başarmalıydım!”

Peki o yıllarda siyasi adımlar, iktisadi hamleler, günlük havadisler bugünden farklı mı: “Demokrat Parti iktidara geldiği zaman bazı şeylerden mutlu oluyorduk. Sarıyar Barajı yapılıyor, elektrik üretimi yapılacak, yollar yapılacak ve yeni sanayi bölgeleri olacak. Buna benzer müspet hamleler gördük. DP ilk iki-üç sene bu işleri hakikaten iyi götürdü. 1953’te çok iyi hatırlıyorum Celal Bayar Amerika’ya davet edilmiş ve orada bir anlaşma yapılmış; siz yollarınızı yapın, tarım ülkesi olun biz size traktör verelim, yol yapımına yardımcı olalım diye… Türkiye’nin o dönemlerde ürettiği şey üretildiği yerde kalıyordu. Buna karşın kapımızı kilitlemezdik, bir cinayet haberi duymak, bizim için ender bir haber olurdu. 20 yılda bir cinayet haberi duyduk, bir türlü çözülemedi, kısa pantollu çocuklar sokakta bağırıyor, ‘Sarıyerli Aysel öldürüldü, yazıyooor ’ diye. Sokakta kavga gürültü gördüğümü hatırlamıyorum. 50’lerde Hürriyet’in düzenlediği bilgi yarışması yapılırdı, Öğretmen Okulu’nda, heyecan verirdi yarışmak. 23 Nisan, 29 Ekim, 19 Mayıs, 30 Ağustos Milli Bayramlarımız, İstanbul ve Ankara’nın en önemli şölenlerindendi. Milletçe coşkuyla kutlardık. Davetiye ile girilirdi ve onu bulmak ciddi bir meseleydi. En güzel göstericiler Deniz Harp Okulu’ndan çıkardı.”

Ali Bey anlatırken, aklıma, Ata Demirer’in ‘Olanlar Oldu’ filmindeki o meşhur replik geliyor, “Aşksız geçen günlerimi ömürden saymıyorum!” ve aşk ile tanışmasına girizgah yapıyorum ama bu özele giriyor deyip, kibarca bir anısını anlatıyor: “Aşka ilk defa İlkokul 5. sınıfta düştüm, ortaokulda hep erkektik aşık olamadık, lisede de, zamane gençleri gerçekten çok şanslı kızlı-erkekli birlikte okuyorlar. ‘Bir tersane, bir hayat’ kitabımın öğrencilere dağıtılması için 10 yıl evvel Yıldız Teknik Üniversite’sine Makine Fakültesi Dekanı olan arkadaşımı ziyarete gittim. Talebeler, kızlı-erkekli çevreye yayılmış, sohbet ediyorlar. Dekanın makamına çıktım, laflıyoruz ve ona dedim ki, ‘Dostum bak, ben bu okulu 4 yılda bitirdim şimdi okusaydım 10 yılda bitiremezdim,’ gülüştük tabii. Benim yetişme tarzım mümkün olduğu kadar at gözlüğü takmışçasına, doğru dürüst bir mühendis olma çabasıydı. Fakir bir ailenin çocuğu olunca bu tarz kaygılar taşıyorsunuz, kendimi iyi yetiştireyim gibi… Bu nedenle ne aşkla ne de siyasetle uğraşacak vaktim olamazdı. 1960 yılında Nural Hanım ile izdivaç yaptım. Evladımız Doğan Can dünyaya geldi. Güzel yıllardı. Tabii o yıllar Başbakan Menderes’in hamlelerini çok beğeniyordum, Türkiye’nin kalkınmasını isteyen bir genç olarak… Sonrasında Vatan Cephesi gibi Türkiye’yi ikiye bölen hamleleri, gazetecileri içeri atmasını hiç beğenmedim. Bir makamda 4-5 yıldan fazla kalmamak gerek, mental bir yorgunluk oluyor, aynı şeyleri düşünüyor ve iyi düşünemez hale geliyorsunuz.”

Günümüze miras kalan türlü ağırlıklarına rağmen o yıllar, Türkiye’de denizcilik ve gemi inşanın yavaş yavaş şekillenip emeklemeye başladığı yıllar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ürünü bu genç bürokrat kuşak, liyakati esas alıp, Devletine, Milletine olan minnet duygusunu canlı tutuyor, vatanın hep ileri yönlü gelişmesine türlü çabalar sarfedip vakitleri neredeyse uyumadan(!) geçiyor… Ali Bey, gerçekten üstün bir başarıyla kendine verilen emeği ve güveni boşa çıkarmıyor ve işe koyuluyor: “Yüksek tahsilimi tamamlayınca, Haliç Tersanelerine Yüksek Mühendis olarak döndüm. Askerliğimi Bartın’da, Deniz Teğmen olarak 2 yıl yaptım. Dönüşte Camialtı’nda bir süre dizayn şefi olarak çalıştım ve 1965’te İstinye Tersanesi’nin Ticari Şefi, 66’da İşletme Başmühendisi, 70’de Planlama Başmühendisi oldum. İstinye’de 73’e kadar bu görevi sürdürdüm ve 73’te Deniz Nakliyat’ın gemilerinin inşaatlarını takip etmek üzere 10 ay Japonya’ya gönderildim.”

Deniz Nakliyat için Japonya’da inşa edilen ‘Isparta, Urfa ve Rauf Bey’ gemilerinin yapım kontrol görevlerini Osaka’da, Kobe’de üstlenen ekip arasında olması ufkunu açıyor. 82 bin 500 tonluk ‘Rauf Bey’ gemisinin yapımında Kaptan Vakkas Çeliker, Başmühendis Nevzat Dinçmen gibi güzel insanlarla harika bir tecrübe kazanıyor. Gemiler bitince yurda dönüyor ama gözü bir kere açılıyor ve milli motor mücadelesinde bu görev Türkiye içinde bir dönüm noktası, “Japonya bana, okulda öğrendiğim bilgilerden fazlasını kattı. Orada teknolojiyi ve motor fabrikalarını gördüm, Kawasaki’de ‘Rauf Bey’ yapılıyor içinde MAN motor fabrikası var. Diğer tersane Mitsubishi içinde Sulzer Motor Fabrikası var. Çelik endüstrisi muhteşemdi, Kobe Steel’i gördüm, çok etkilendim. Yani bu büyük tersanelerin içinde motor fabrikaları da vardı. Gemileri kendileri inşa ediyor, lisansla hem motoru hem de yaptıkları motorların montajlarını yapıyorlardı. Gemiye ait ne varsa tüm parçalar tersane dışında ama yüzde 100 Japonya’da imal ediliyordu. İşte deniz tipi motorun böyle üretilebileceğini orada gördüm. Biz de ise durum çok geriydi. Günümüz gençlerinin yaşadıklarımıza aklı ermez, öyle ya, niye 3 sene motor bekleniyordu diyebilirler ama bekliyorduk. Tekne sakallanırdı desem onu da bilmezler. Japonya’da bir geminin 6 ayda donatıldığını, bayraklandığını gördük. Rauf Bey tankerini, 7-8 ayda inşa edip bize teslim ettiler.”

Ali Bey yurda dönünce Haliç Tersanesi’ne müdür olarak atanıyor. Bir ara da 2-3 ay kadar Almanya MAN motor fabrikasına gönderiliyor. Motor üretiminin, ülke sanayisine ve teknolojik gelişimine ve ekonomisine katkılarını biraz geçmişe dönerek, memlekete ve gemi inşa sanayine ne kadar faydası var ölçelim. Dünyada gemiler makineleşmeye ne zaman başlamış, yelkenden, kürekten ne zaman çıkıp teknolojiyle donanmaya başlamışlar ve biz Türkler nasıl takip etmişiz, bu gelişmelerin Batı ve Japonya cephesini Ali Bey’den dinleyelim: “İlk defa Amerikalı Rhodes adlı bir mühendis daha evvel lokomotife konan buhar makinesini gemiye uyarlamış, buhar kazanını da yanına koymuş ve yandan çarklı olarak kullanmaya başlamış. III. Ahmet’in zamanında 1719’da suya dalıp çıkan ilk denizaltı ‘Tahte’l Bahr’i inşa etmişiz. Haliç Tersanesi’nde Sultan Mahmut zamanında Üsküdar-Sirkeci hattı için 37 metre boyunda ‘Eser-i Hayır’ yandan çarklı ahşap tekneyi 1837’de yapmışız. Bunun içine İngiltere’den ithal edilen buhar makinesini koyup denize indirmişiz. Sultan Mahmut o gün ‘Hayatımın en mutlu günü’ demiş. O makine tabii ki bizim makinemiz değil, dışarıdan. Sonra Haliç Tersanesi’nde yapılan bütün ahşap gemilere İngiltere’den getirilen buhar kazanı ve makinesi takılmış. İngiltere’de bu tarihlerde ilk defa çelik tekne üretiliyor. Osmanlı ise ilk çelik tekneyi 1874 yılında yapmış. Çelik sanayi kurmayı akıl edememiş. 1874 ilk kopya buhar makinesi yapmış ama imalathane kurup seri makine üretmeyi akıl edememiş. Teknik eğitime yeterli önem verilmemiş. Tersane-i Amire’yi özelleştirmeyi hiç düşünmemiş, her şeyi devlet yapar demiş. Osmanlı zenginleri de sanayici olmak yerine ismim yürüsün diye han, hamam, çeşme ve konak yapmayı tercih etmişler. Zengindi bizim paşalarımız hepsinin paşa konakları vardı, Boğaz’ın iki yanında. Bu bir kültür ve akıl etme meselesi. Japon Meiji gibi adamlar samuraylarına belki de gemi sanayi atılımını zorla yaptırdı, Bizim paşalara hamam, çeşme yapmayacaksınız diyen biri olaydı belki onlar da yola gelirdi.

1800’lü yıllarda Batı’da makineleşme devri başlıyor biz ahşap tekne yapımına devam ediyoruz. 1827’de ise İngiltere’de ilk çelik tekne yapılmış biz de heves etmişiz. 1874 yılında yine Haliç Tersanesi’nde 50 metre yandan çarklı İzmit yolcu gemisini yapmışız. Bir aklı evvel usta, ‘Biz makinaları hep İngiltere’den alıyoruz, bir tanesini söküp kopya yapabilir miyiz?’ diyor ve ilk kopya buhar makinesi Haliç Tersanesi’nde yapılıyor. İlk yerli buhar makinesi İzmit gemisine konmuş. 1874-76 Osmanlı-Rus savaşları başlıyor. Osmanlı Devleti can derdine düşüyor. 1880’lerde 2 tane denizaltı yapmaya kalkıyoruz, esasında İngiltere’den alınmış, orada tekrar sökülmüş, 1886’da Taşkızak Tersanesi’nde yeniden montajları yapılmış ve 6 Eylül’de suya inmiş, denizaltıların isimleri Abdülhamit ve Abdülmecit’tir. İlk savaşçı özelliği taşıyan ve üzerinde torpidosu olan ilk denizaltıyı dünyada yine ilk biz üretmişiz. Bu nedenle 1886 yılı ‘Denizaltıcılık Yılı’ olarak ilan edilmiştir. 1986 yılında Türkiye’de Denizaltıcılığın 100. yılı kutlandı. Sonrasında Türk-Yunan savaşları, ardından Balkan Ayaklanmaları başlıyor. Ben Türkiye’nin önündeki ilerlemeye mani konuları sıralıyorum. İsyanları bastıramayan bir Osmanlı, çünkü ülke büyük, 3 ayrı kıtada ve donanması güçlü değil, ihmal edilmiş. Abdülhamit zamanında, o bahsettiğim denizaltılardan biri açıkta tecrübe ederken batmış. Bu yapılan denizaltının altında siyasi bir neden de yatar. O da Yunana gözdağı vermektir. Nitekim bizde denizaltı var diye Yunanistan da denizaltı siparişi vermiştir. Cumhuriyet ilan edilinceye kadar Osmanlı’nın başı dertte olduğu için gemi inşa sanayinde bir atılım yapılamamış. Gönül isterdi ki 1874’de yapılan buhar makinesi seri imalat haline dönüştürülebilsin ancak bunun bir seri imalat haline dönüşmesi için bir çelik endüstrisi de kurulması lazımdı. Dolmabahçe’den geçerken, o görkemli Çınar ağaçlı yolu çok severim ve ‘Ey Abdülmecit, Fransa’dan kredi alıp şu Dolmabahçe Sarayı’nı yaptıracağına, Çelik Endüstrisi kursaydın da ülkeye çağ atlataydın’ diye hep söylenirim. Tabii beni duymuyor.”

“Amerikan kazığı imiş!”

Ali Bey gayet sakin, yaşadığı ne varsa aktarıyor, mili ruhu canlı tutmanın bir Vatani görev olduğunu hissettiriyor ve içini döküyorsa da yarası öyle kapanacak türden değil: “Bizim insanlarımızdan bütün ömrü hayatım boyunca hayal kırıklığı yaşamış bir insanım. Nasıl yapılmıyor, nasıl düşünülmüyor. Nasıl, niye engelleniyor, bunlarla mücadele verirken tansiyon hastası oldum ama değdi” diyor ve tarihin geçmiş izlerini sürüp dünyanın sanayileşme anlatımını kıyaslamalı sürdürüyor, “Haliç Tersanesi’nde biraz yenileme yapılmaya çalışılmış ama o kadar. 1912’de İstinye Tersanesi’ni Fransızlar kurmuşlar tamir yapalım diye havuz getirmişler, bizim eserimiz değil. İstinye Tersanesi, 1938’de devletleştirildi. 1930’lu yıllarda Haliç Tersanesi’nde 2 tane kızak yapılıyor, gemi inşa etmek için 33 metre boyunda gemiler hem Hasköy’de hem orada yapılıyor ama parmakla gösterilecek kadar az. Cumhuriyet döneminde, 1950’lere gelinceye kadar 9 tane gemi yapmışız en büyüğü 33 metre boyunda, 1 de buhar makinesi yapmışız.

1952’de Denizcilik Bankası kuruluyor ve gemi inşa hamlesi büyüklerimiz vasıtası ile yapılmaya çalışılıyor. Kartal araba vapurunu 1953’te seri halde yapmak istiyorlar, sac tekne yapacaklar ama sac üretimi yok, bunu planlayanlar Atahan Utku ve Zekayi Beşkurt. Denmiş ki, lisansla motor yapalım, teşebbüs olmuş ama becerememişler ve sonra bir yerden hurda buhar makinesi bulup, tamir ederek vapura monte etmeyi denemişler. Buhar makinesini makine atölyesine koyup binlerce parçaya ayırmışlar. Resimhaneye haber verilmiş, 1953 başları, ben de Haliç Tersanesi’nde staj görüyorum bana da bir parça verdiler çizdim, ressam yetmedi o resimlerden, o parçaların imalatı tek tek yeniden yapıldı ve sitimli, pervaneli, Kabataş arabalı vapuru için yeni bir buhar makinası imal edildi. Daha sonra Marshall yardımıyla gemiler geldi ama Yunanistan aslan payını kaptı. 1950’li yıllarda dışarıdan römorkör alıyorduk, çünkü biz yapamıyorduk.  Alemdar II römorkörü için Bremen’e heyet gitmiştir. Yakıt olarak kömür kullanılıyordu. 1960’dan sonra o kömürlü gemiler mazota tabi tutuldu. Yani 1874’teki o aklı evvel dedemizin yaptığı motordan tam 80 sene sonra yapılmış ikinci buhar makinası… Bir tane yapıyoruz ve geliştirmiyoruz, bize yeter diyoruz. 1946’da 300 küsür metre boyunda Truman Doktrini ile başlayan Amerikan yardımları ile Harp Gemisi Missouri geldi. Tabii o vakit Amerikan yardımı diye bize yutturdular, meğer Amerikan kazığı imiş!

Bu arada Batı ne yapmış dersek 1912’de Titanic’i yapmış. Biz 1950’de siyaha boyalı yük mavnaları yapıyorduk bir de gemilerin bağlandığı şamandıraları, yani biz bu 80 senede uyumuşuz. Ben buna ‘Kayıp Yıllar’ diyorum. Bir de kendimizi Japonya ile mukayese yapalım.

Japonya esasında bir ada ülkesi 1870’lerde ormanları var. Kereste çıkartıyor, denizi var, sanayi sıfır, pirinç ziraatı yapıyor ve ipek kumaş üretebiliyor. Meiji Dönemi, ilk önce gemi sanayine ağırlık veriyorlar. Daha ziyade Hollanda ile iş birliği yapıp İngiltere’den de yardım alıyorlar ama Amerika’dan almıyorlar! İlk tersanelerini Hollanda yardımı ile kurup gemi üretimine geçiyorlar. Ve 1880’de 80 parça donanma gemisini peş peşe yapabilmek için bir program üretip, çelik sanayini de eş zamanlı kuruyorlar. Japonlar dışarıya çok talebe gönderdiler salt mühendislik ve gemi inşa sanayi üzerine. Tersanelerde üretilen gemiler hem yavaş hem de pahalı olmaya başlayınca ne yapalım diye düşünmüşler, bu tersaneleri halka devredelim, özelleştirelim fikrini ortaya atmışlar. O zamanlar zengin sınıf Samuraylar. Samurayları bu tersanelere ortak ediyorlar, dolayısıyla maliyetler düşüyor ve bütçe toparlanıyor ve özelleştiği için kazancından vergi de almaya başlıyorlar. Bizim akıl edemediğimizi Japonlar tersaneleri özelleştirmek suretiyle gemi inşayı canlandırıyor.

Biz bu atılımı 100 sene sonra yaptık. Tuzla Tersaneler Bölgesini 1969 yılında kurduk. Sadettin Bilgiç’in ve Sadullah Bigat’ın büyük rolü vardır. Haliç’teki küçücük tersaneleri aldılar Tuzla’ya getirdiler, tabii biraz dükkan işi oldu ama yine de dünyanın en süratli kalkınan gemi inşa bölgesi oldu. Biz de iftihar ettik. Özelleştirme olunca, ülke insanlarının beyinleri serbest bırakılınca, demek ki gelişme oluyormuş. Kamuda çok sıkı teftişler vardı domatesi bile pahalı alsanız adama hesap sorarlar ama özel sektör tersaneleri çok iyi bir imtihan verdi, gemi inşa ile yan sanayi hızla gelişti. Hatta fazla geliştiler, ileriyi göremediler, maalesef iflaslar yaşandı ama yine de iyi bir yere geldiler. Japonya’daki tersaneler nasıl geliştiyse biz bu gelişmeyi 100 sene farkla Tuzla’da gördük. 1980’deki hamleyi 1880’de akıl etseydik bu kadar geri kalır mıydık?”

Doğru söze ne denir, bir hamle yapıyoruz, başarıyoruz da peşini bir türlü getiremiyoruz ya da getirttirmiyorlar. Ne eksik; irade, milli ruh… Hata yapmadan nasıl tecrübe edilsin, gelişilsin… Aynı durumu biz Devrim arabalarında Cemal Gürsel’in tepkisiyle de yaşadık ülkece, pırıl pırıl mühendisler çok kısa sürede hem motoru hem 3 arabayı üstelik bütçe olmadan üretiyorlar, gelin görün ki, bir söz ile cesaretinizi yüreklendirmek yerine adeta köstek olunuyor, niye? Devrim otomobiline benzin koymayı unuttular diye… Emeğe ve gelişime karşı bu duruşu, cüreti kim kendinde hangi akıl ile nasıl bulabilir, havsalam almıyor… Bütün bir milletin, insanlığın aydınlık geleceği iki kişinin dudağına terkedilemeyecek kadar değerli değil midir?

‘’Bir çok sebebi var bu durumun. Bir kere idare eden adamların iş bilir olması gerek. İnönü Pendik Tersanesi için ‘Kapatın burayı!’ dediği zaman, Ulaştırma Bakanı Ali Çetinkaya. 1937’de Tersane Atatürk’ün talimatıyla kurulmaya başladığında, arazi kamulaştırmada emeklediğimiz dönem. Pendik Tersanesinin 1938’de arazisi düzeltilmeye başlandı. Ali Çetinkaya’da asker, bir gidip araziyi görse, bir planlama yapsa, yerinde görmeden, yönetime ‘1 sene sonra biter’ demenin anlamı var mı! O tersane bir yılda biter mi! 1940 yılında İsmet İnönü, beyaz trene biniyor, aynı zamanda Haliç Tersanesi’nin müdürü olan kişi Pendik Tersanesi ile de meşgul oluyor. Mümtaz Balsöz de treni karşılamaya gidenler arasında. Ben bizzat ondan dinledim: İnönü tersaneye şöyle bir bakıyor ve yanında Ali Çetinkaya var. ‘Tersane bu mu?’ diyor Çetinkaya sus pus, çünkü ortada tersane yok. İnönü bastonu ile gösterip ‘Kapatın burayı!’ diyor.”

Atatürk’ün Vizyonu

“Burada minnetle anmak lazım. Atatürk’ün düşünü, vizyonu bambaşka. Öyle bir siyasi deha dünyada yoktur. Anafartalar kahramanı, Çanakkale gibi dünya tarihini değiştiren ve belirleyen bir destan yazıyor, bir ulus yaratıyor ve ülkeyi inşa edecek iktisadi hamleleri gecikmeden üstelik Osmanlı’dan kalan borçları da sırtına alarak yapıyor. Genç bir Cumhuriyet olmasına rağmen Pendik Tersanesi kurulsun diye emir veriyor, gençleri, mühendislik eğitimi için yurtdışına gönderiyor. Köy Enstitüleri kuruyor, halkı için bir aydınlanma hareketi başlatıyor. İnönü ne yapıyor? Sinirlenip, ‘kapatın’ diyor. Yaptığı büyük bir siyasi hatadır. Keşke yapmasaydı. Toprak ağalarına yenildiğini kabul etmek gerekir. Keşke Atatürk’ün vasiyetini yerine getirebilseydi. İnönü bu kararlarında, çoğunluğun selameti için dirense ne iyi olurdu. Amerika ‘sen demokrasiye geç’ diyor, benim şahsi kanaatim, keşke 10 yıl daha böyle kalmak istiyorum deseydi. Çünkü benim halkım daha demokrasiye hazır değilmiş, cahil insanlarla demokrasi yürütülemez ki. Köy Enstitüleri bir 20 yıl daha devam etseydi toplum müspet yönde değişebilirdi. Atatürk şahane liseler açmış, o liseler devam etseydi, o halkımız millet mekteplerinde okuma-yazma öğrenmeye başlamıştı. İnsanlar buna devam etseydi, insanımız da geleceğimiz de aydınlanırdı. Keşke İnönü direnseydi. Amerikalı senin hayrına tavsiyelerde bulunur mu, bir düşün önce! Bence İnönü’nün ilk hatası; Amerikalıları bu işe dahil etmesidir. Siz bu yanlışları görüp çıldırıyorsunuz. Bana yapılan yanlışları söylediğimde siz de çıldıracaksınız, ben yine üzüleceğim. 40 senedir ağır tansiyon hastasıyım, bu zihniyetlerle o kadar uğraştım ki… Pendik Tersanesi’ni devraldığım zaman çamur deryası idi. 1977 başında Denizcilik Bankası’nda Tersanelerden Sorumlu Genel Müdür olarak görevi devraldım. Pendik tersane inşaatının tamamlanması da bana aitti.

Maalesef biz Atatürk’ü çok erken kaybettik diyor ve üzülüyor Ali Bey, ‘Neden bu bürokrasi topallıyor, neden yapılan şey gelip bozuluyor?’ diye sordunuz çünkü bizde milli ruh eksikliği var. Onun bir anektodu var. Turgut Özal, Türkiye’nin milli eğitimini tetkik etsinler diye Japonya’dan eğitimcileri davet etmiş gerekli tetkiklerden sonra Turgut Bey’e raporlarını arz etmek istiyorlar, yerli heyet toplanıyor. Japonlar ‘sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok’ diyor, buz gibi bir hava esiyor salonda. Turgut Bey de, ‘Konuyu biraz açar mısınız?’ diyor. ‘Efendim, biz öğrenci çocuklarımızı her sömestr sonunda hızlı trenlere bindirir, dev sanayi tesislerimizi gezdirip deriz ki, ‘Bu sanayi tesislerini babalarımız yaptı ve bize emanet ettiler, gözümüz gibi bakıyoruz.’ Sonra çocukları Hiroşima’ya, Nagazaki’ye götürürüz ve deriz ki, ‘Bakın burayı düşmanlar bombaladı ve şimdi bir ot dahi bitmiyor. Eğer siz, size emanet edilen o büyük dev tesisleri geliştirmezseniz Japonya zayıf düşer ve düşmanlar yine gelirler bütün Japonya’ya bombalar yağdırırlar’. Bizden bir bürokrat söz kesip soruyor, ‘Bizim Hiroşima’mız yok ki, nereye götüreceğiz?’ Japon gülümseyerek, ‘Siz de bir Çanakkale Destanı var ki, bizim Hiroşima’mızın bin kat önündedir!’ Japonya’nın takip ettiği yolu bizim Osmanlı takip etseydi biz de bir Japonya yaratabilirdik. ‘’

Tüm bu analizlere sahip olan Yüksek Makina Mühendisi Ali Bey, Pendik Sulzer Motor Fabrikası’nı ülke ekonomisine kazandırmak, gemi inşa sanayimizin hizmetine sunmak için büyük bir heyecan duyuyor, 8 sene bir fiil zaman harcıyor, o yıllar için ‘Ben 8 sene yaşamadım’ diyecek kadar çok çalışıyor, engellere azimle sabır gösteriyor, sağlığından olma pahasına vazgeçmiyor. Bakın süreç ondan önce nasıl başlıyor ve onun görev döneminde nasıl neticeleniyor. Evvala Ali Bey’in göreve gelmesinden önceyi kendi hatıratından anlatımıyla tarihe not düşelim: “Pendik-Sulzer ilk defa gündeme 1953’te geliyor. Denizcilik Bankası’nda iyi bir heyet var; Yusuf Ziya Öniş gibi çok değerli bir Genel Müdür ve İngiltere’den dönen yine Atatürk’ün çocukları diyebileceğimiz zeki, vatansever, iyi eğitim görmüş çok kaliteli mühendisler. Pendik Tersanesi tamamlanmadığı için mevcut tersanelere dağıtılmışlar, kimisi müdür olmuş, kimisi başmühendis çağlamaya hazırlar. Tersaneler Genel Müdür Yardımcısı da -benim 25 sene sonra aynı masaya oturacağım- Ulvi Yenal (Koyu Galatasaraylıdır, Milli kalecidir) ileri görüşlü bir zattı sonradan da dost olduk. Yenal, araba vapurları yapılması düşünülünce; ‘Sulzer ile gideyim anlaşayım, 6 tane arabalı vapur yapacağız, bu 6 araba vapuruna parça parça Sulzer motor getirelim ve Haliç Tersanesi’nde birleştirelim, bir de test ünitesi kuralım bu şekilde milli motor üretimine belki başlarız’ diye niyet ediyor. Fakat mevcut yönetim kurulu karşı çıkıyor. Çok güzel bir fikir ama maalesef her zaman bir bozan oluyor! Sonra 1961’de Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu. 1 Eylül 1960’ta Denizcilik Bankası’nın Genel Müdür Yardımcılığına, 8 Şubat 1963’te ise Genel Müdür ve Yönetim Kurulu Başkanlığına getirilen Nedret Abimiz (Utkan) o dönem, sonra benim bulanacağım yardımcılık mevkiînde ve aynı zamanda yönetim kurulu başkan yardımcısı. Atatürk’ün en büyük hayali olan Pendik Tersanesi inşası onun genel müdürlüğü sırasında tekrar gündeme getirildi ve istimlâk faaliyetlerine kaldığı yerden devam edildi. Nedret Abi de Pendik Tersanesi ile birlikte Pendik-Sulzer Motor Fabrikası’nın kurulmasını Devlet Planlamada, plana koyuyor ve şöyle bir içerik sunuyor: Denizcilik Bankası, Sulzer, Dünya Bankası ortaklığıyla bir şirket kurulacak. Bu şirket hem kuruluşunu yapacak, hem de işletecek. Baştan ön mutabakatlar yapılıyor ancak yazılı bir şey ortada yok. Sulzer de, ‘biz şimdiye kadar kimseye ortak olmadık ama Dünya Bankası ortak olursa biz de oluruz’ diyor. Dünya Bankası’na gidiyorlar; ‘Sulzer ortak olursa biz de oluruz’ diyor. Aralarında top çeviriyorlar. Bizimkiler, bu iş olmayacak diye havlu atıyor.”

“Milli Motorlar hâlâ tıkır tıkır…”

16 sene kayıptan sonra milli motorun üretim hamlelerini bilen, bu olayları yakın takip edip rahatsız olan Ali Bey yetki ve inisiyatif alabileceği bir göreve nihayet geliyor. “Ben 1977’de Denizcilik Bankası Tersanelerden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı olunca canlandırabilirim düşüncesiyle ‘bu işi bir de ben kaşıyayım’ dedim. Sulzer’in Türkiye mümessili Dr. Cihat İren idi, 60 ihtilalinde Ticaret Bakanlığı yapan çok değerli bir kişidir. Ona ‘bana yardım edin şu motor fabrikasını kuralım’ dedim. O da ‘Ali Bey, biz çok uğraştık her iki taraf birbirine pas ediyor, biz bu işi başaramadık. Seninle de bir deneyelim dedi ve atladık gittik. Konuyu açtık. Şimdiye kadar hiç ortak olmadık biliyorsunuz, Dünya Bankası olursa oluruz diyorlar, yine aynı şeyler. Denizcilik Bankası Genel Müdürü, Nezih Neyzi Bey idi, derdimi ona da anlattım onunla beraber gittik Amerika’ya. Ben giderken 5 sene içerisinde kaç gemi yapacağız, kaç ana makine gerek, kaç jeneratör gerek diye aşağı yukarı bir liste yaptım ve sundum. İkna oldular ve size adam gönderelim dediler. Nitekim, yetkililer 2 ay sonra geldiler detayları görüşmek için toplantı odasına geçtik. Toplantı iyi başladı ama sonra ‘Nezih Bey nerede?’ diye sual ettiler, görevden aldılar, ben vekalet ediyorum deyince adamın canı sıkıldı duvarda duran fotoğraflara şöyle bir baktı ve ‘Bunlar kim?’ diye sorunca, ‘Eski genel müdürler,’ dedim. ‘Ama bu kadar sık müdür nasıl değiştiriyorsunuz’ diyerek çantasını toplayıp gitti. Sonra Dünya Bankası’ndan hiçbir reaksiyon gelmedi. Çok canım sıkıldı yani ben gerçekten bu işi yapmak istiyorum, motor yapalım istiyorum. Bir gemiyi 2 senede yapacakken motorların geç gelmesi yüzünden 4-5 senede yapıyoruz. Ben milliyetçi bir adamım dışarıdan aldığımız her şeye kızıyorum. ‘Niye biz yapmıyoruz,’ diye…

Haliç Tersanesi’ne müdürlük yaptığım bir dönem, dışarıdan dümen makinesi bekliyoruz, bir türlü gelmiyor. Kızdım, kesin bir tanesini dedim ve ressamlara bütün parçaların resmini yapmaları emrini verdim. Ondan sonra dümen makinesini yerli yaptık ve de mükemmel oldu. Kendi çapımda çok fazla şey yaptım ama motor bambaşka bir ürün. 1978 senesi, bir dosya kondu önüme. Camialtı Tersanesi’nde inşa edilecek 8 adet 5,500 tonluk geminin jeneratör dizelleri için ihale açılmış ve üçerden 24 tane jeneratör dizeli alınacak ve kazanan da Sulzer lisansı ile Polonya’da motor üreten Cegielski firması. Üzerinde 24 tane 750 beygirlik motor var. Birden bende bir şimşek çaktı, bunları neden komple alıyorum ki diye! Atladım, gittim Polonya’ya, fabrikanın genel müdürü ve diğer yöneticileri geldiler, tanışmak için gittim sandılar. Girdim mevzuya, ‘Ben bu jeneratörleri komple almak istemiyorum. Sizden iki gemi için 6 tanesini ivedi olarak alacağım ama geri kalan 18 tanesinde, bizim tersanelerimizde dökümhanemiz, makine atölyemiz var, yapabileceğimiz tüm parçaları biz yapacağız. Yapamadıklarımızı sizden alacağız.’ Genel müdür ‘Ooooo…’ dedi, ‘Böyle bir şeyi kabul edemeyiz.’ Ben de, ‘Siz bilirsiniz ikinci sıradaki motor firması ile görüştüm, kararınızı bildirin yoksa onlarla çalışacağım’ diyerek blöf yaptım. İnisiyatif aldım, bizden de kimsenin haberi yok.

Başka bir avantajımız daha var. Polonya ile ülke olarak yaptığımız bir Kliring anlaşmamız var ve domates, buğday, elma, portakal, limon satıyoruz karşılığında makine alıyoruz. Bu Kliring Anlaşması kapsamında yapmayı teklif ettim. ‘Olmaz efendim’ dediler. Sonra ‘Ben bunu kabul etsem bile ana Sulzer kabul etmez’ dedi. O zaman ‘Biletleri alın, İsviçre Winterthur’a gidelim, ana Sulzer ne derse benim kabulüm,’ dedim. Sulzer’le tanışıklığımız zaten var. Motor yapmak istediğimizi biliyor bize de sempati duyuyorlar. Görüşmenin sonunda, iki tarafı da kırmamak için, ‘İki mühendis göndereceğiz, iddia ettiğiniz gibi o parçaları yapabilecek kapasitede misiniz bir bakalım,’ dediler. Bir ay geçmeden 2 mühendis geldi ve onları dökümhaneye götürdüm. Kaver ve linerları blok dökmüşüz o kadar çok döküm parçaları yaptık ki pervaneleri bile yapıyoruz. Makine atölyesine götürdüm çok güzel tezgahlarımız var. İsviçreliler hayran kaldılar; ‘Siz burada parça değil motor bile yaparsınız’ deyince ben de, ‘Haydi o vakit bize bir güzel rapor yazın’ dedim. Dökümhanenin başmühendisi de bir kadın, Günnur Hanım bizleri karşıladığında elleri simsiyah olsa da mükemmel İngilizce konuşuyordu. Adamlar bizdeki heyecanı gördüler ve güzel bir rapor verdiler, mukaveleyi bu şekilde değiştirdik. Teknik işbirliği aldık. Jeneratörler burada yapılırken 5-6 teknisyen gönderecekleri şekilde imza etmiştik. Kendi personelimizi de eğitme fırsatı doğdu. Bu şekliyle bilgi ve teknoloji transferi sağlayacağımız müthiş bir gelişme oldu, sevinçten öyle mutluydum ki.”

Limonla gemi yapılır mı?

Pendik Tersanesi’nin atölyeleri o zamanlar boş, tezgahlar monte edilmemiş sene 1979. Oradan gelenler ve bizim ürettiğimiz parçalar toplanınca Ali Bey üretimi başlatıyor. “Polonyalılara bir de 1,500 beygirlik Testbed projesi çizdirdik, o da altı ay içerisinde bitti. İlk motoru da 1982 Mart ayında tezgaha koyduk. 1982’de motoru çalıştırıyoruz, test ediliyor, seri halde motor üretiyoruz. Motorlar bugün hâlâ 5,500 K sınıfı gemilerde tıkır tıkır çalışıyor. Çarkçıbaşılar istirahat edemedikleri için bozulsa da, evladiyelik motorları milli ürettik. Bu fabrika kapatılana kadar farklı kapasitede 99 adet deniz tipi milli motoru üretildi. Biz burada başarılı olunca tabii Sulzer bizi takip ediyor. Elimizde Deniz Nakliyat’a ait 3 adet 75 bin tonluk gemi siparişi var. 2’sini yaptık. Biri iptal edildi. Bu A sınıfı motorlarda da başarılı olunca ben gemi siparişi derdine düştüm. Polonya’ya bir daha gittim ve ‘Bize gemi siparişi verin’ dedim. Pendik boş çünkü. Gemi yapmamız lazım. Öğrendim ki 1980’li yıllarda Polonya tersaneleri tamamen Ruslara çalışıyormuş. Kendi ihtiyacı olan gemileri, Arjantin’e sipariş ediyorlarmış çünkü Arjantin’e kömür satıyorlarmış. ‘Siz bize gemi sipariş edin, biz sizin gemilerinizin işçiliğini yapalım, sizin kontrolünüzde olsun, sacı, profillerini ve elektrik aksamını siz gönderin ama motorları bu kurduğumuz sistem ile biz yapacağız, yapamadıklarımızı da sizden alacağız.’ Bir anda 750 kw’dan 14 bin beygire geçtik. Kapasiteyi 20 katına çıkardık.  Regülatör, turbocharge ve krank yapamasak da diğer her şeyi yapar hale gelmiştik. Girişim sonuç verdi ve Polonya’dan 5 adet 26 bin 300 tonluk kuru yük gemisi siparişi aldık. Türkiye’nin aldığı bu ilk yurtdışı siparişi Kasım ayı sene 1982’dir. Dışişleri Bakanlığı’na bu malzeme takasını Kliring Antlaşması’na koydurdum, Dışişleri Bakanlığı da kabul etti. Sulzer’in kapısını tekrar çaldım, ‘Büyük motorlar da yapacağız artık. 8 ana makine 24’lük jeneratör yapmamız gerekiyor, bize lisans verin’ dedim. Bize güvendiler, kabul ettirdik. 1981 Temmuz ayında birçok bakanlıktan geçmesi lazım. Ulaştırma Bakanı Mustafa Aysan’a rica ettim; Sanayi, Ticaret, Maliye Bakanlıkları ve DPT yetkililerini bir masada toplayın, ben anlatayım ve çabucak kavrarlar diye düşünüyorum. Derdim, herkes kucağındaki taşı döksün, ne söyleyecekse söylesin. Memnun olundu hepsi imzaladı sadece dönemin Maliye Bakanlığı onaylamadı.

Rahmetli Bülent Ulusu denizcilik konularını görüşmek üzere ayda bir bizi toplardı. Genel Müdür gitmez yerine ben giderdim. O toplantıda açtım konuyu; ‘Bütün bakanlıklar evet dedi ama Maliye Bakanlığı tasdik etmedi,” diye. Ulusu, Maliye Bakanlığına, ‘Derhal yarın tasdik edip göndereceksiniz, o kadar!’ dedi. Ertesi gün onay ile lisansımız geçerli hale geldi.”

İbretlik Kaptan Kusto Fıkrası

Komik bir hikâyeyi anımsayan Ali Bey bu konuya değinmeden geçemiyor; ‘Lisansı yönetim kurulunda ilk önce tasdik ettirmem lazımdı, bir yönetim kurulu üyesi sözümü kesti, ‘Ali Bey sen motor yapmaya kalktın ama Kaptan Kusto’yu seyretmiyor musun? Adam güneş enerjisi ile gemisini çalıştırıyor, artık Güneş enerjisi moda, sen Dizel motor yapıyorsun demode bu, vazgeç’ dedi. Şok oldum. Kapı açıldı, sekreterim; ‘Efendim Ulvi Bey (Yenal) telefonda, sizi rica ediyor’ dedi. Ulvi Yenal, 25 sene evvel benim pozisyonumdaki Genel Müdür. Ulvi Bey, ‘Ne yaptın Pendik Sulzer işini’ dedi. ‘Şimdi lisansı yönetim kurulunda tasdik ettirmeye çalışıyorum ama başıma geleni sormayın’ dedim ve itirazı aynen anlattım. Başladı kahkaha atmaya, ‘Yahu, ben 53 senesinde yönetim kurulunda bu konuyu açtığım zaman bir üye çıktı ne dese beğenirsin, sen şimdi dizel motor yapmaya kalkıyorsun ama şimdi gaz türbini moda. Üyeler sus pus oldu. Bak senin de başına aynı şey gelmiş’ dedi. ‘Abi benimki daha kötü adam yelkenden bahsediyor, koca gemi güneş enerjisiyle nasıl gider, jeneratörü bile çalışmaz,’ deyince gülüştük. Alı al moru mor ama gülerek tekrar toplantıya döndüm, ‘Hayrola, fıkramı anlattı sana Ulvi Bey’ dediler, ‘Valla fıkra gibi bir şey’ dedim. Allah sen doğru bir iş yaptığında yardım eder ya, telefon konuşmamızı üyelere aynen anlattım. O üye sus pus olup dedi ki, ‘Ali Bey, ben bu işlerden anlamam, burada çalışan iki arkadaşınız geldi, bana bu olayı anlattılar, ‘Bu motoru yapma, güneş enerjisi çıkacak’ diye, ben de konuyu açtım ama şimdi anladım ki o arkadaşlar iyi niyetli değiller. Sana teslim oluyorum, ne istersen yap, destekliyorum,’ dedi ve onay kuruldan bu ibretlik fıkra ile geçti.”

1981’de Pendik Tersanesi bitmek üzere, Ali Bey, Dönemin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’dan randevu alıyor. Pendik 1 milyon metrekare alana sahip dev bir tersane, senede 50-60 bin ton çelik sac tek vardiyada işlenecek. 170 bin ton büyüklükte gemi yapabilecek. Süveyş Kanalı’ndan geçebilecek en büyük gemiyi yapmak üzere planlanmış. Şimdi böyle bir tersane yapmak için çok iyi bir teknik eğitim almak lazım ve malzeme akımının çok iyi olması lazım. Planlanan işin, zamanında tersaneye gelmesi gerek. Biz bunun altından kalkamayız diye düşünüp, Turgut Özal ile geçmişte bir nedenle kurulamayan Japon IHI işbirliği girişimini tekrar tazeleyeyim konu tekrar açayım diyor. “Çünkü önceden bir ortaklık kurma ihtimali vardı hem askerler hem genç mühendisler biz yaparız diye mâni olmuşlardı. DPT’den bir arkadaşımızla beraber Özal’a gittik; ‘Efendim, ben Pendik Tersanesi-IHI işi için geldim’ der demez, adam kıpkırmızı oldu: ‘Ben bu işi tam bitirmiştim, sizin gibi genç mühendisler bozdu, şimdi de gelmişsiniz, Pendik Tersanesi’ni Japonlarla beraber işletelim diyorsunuz!’ dedi ve köpürdü. Ben de ‘Efendim, ben liberal düşünceli bir insanım, o mühendislerden değilim, ben yapmadım, çok büyük bir tersane olacak, biz bunu işletmekte güçlük çekeceğiz. Biz IHI’ın kapısını yeniden çalalım. Gelin biz tersanemizi çalıştıralım. Milli bir servet bu’ deyince Özal, ‘5 Ocak’ta (1981) Japonya’ya gidiyorum. Seni de yazayım heyete, gelip derdini anlat, ben karışmam!’ dedi.

Orada Büyükelçilikte toplandık. Toplantıda Turgut Bey’e dedim ki, ‘Biz Denizcilik Bankası ile IHI olarak ortak bir şirket kuralım, bu şirket Pendik Tersanesi’ni işletme şirketi olsun, mülk devlette kalsın. Mesela, diyelim ki rakam 10 milyon dolar, 5 o 5 biz koyalım. Malzemeleri bir şekilde IHI’dan temin etmeye çalışalım. Hem teknik eğitim alalım hem de 12-13 tane gemi portföyümüz var, bu gemileri de yapmaya başlarız. Özal, ‘A güzel fikir toplantıya bende katılacağım’ dedi. Toplantıya girdik, Japonların suratları asık geçmişte IHI ile bozuşmuşuz. Pendik yerine, Brezilya’da tersane kurdular. Bu fikri ortaya atınca hoşlarına gitti. ‘Biz yarın gelelim’ dediler. Ertesi gün gülerek geldiler ve ‘Bir şartla kabul ederiz. İran-Irak savaşı devam ediyor. Orada ne vinç, ne fabrika, ne liman kaldı. Biz Pendik’te hem gemi yapalım hem de çelik işlerini yapalım,’ dediler. ‘Varız’ dedik. Akabinde bize 2 mühendis gönderdiler tetkik etmek için, bizim nelerimiz var, onlar neler ilave edecek diye. 2 ay sonra 4 mühendis geldi.”

Ali Bey kuş gibi hafifliyor, öyle sevinçli ki… Maalesef sonuç değişmiyor, sevinci kursağında bakın nasıl kalıyor: “Tabii çok sevinçliyim. Polonya’dan sipariş aldığımda kendimi kahraman zannediyordum. Harika bir iş başarmışız. Hem tersane atıl kalmayacak, hem motor üreteceğiz, hem de yan ürünler, hem yurtdışına gemi ihraç edeceğiz, hem de kliring anlaşması ile portakallarımız bahçede çürümeyecek. Çok yönlü bir kazanım sağlıyoruz. Harika! Ben bu gelen 4 mühendisi Turgut Bey’in evine getirdim. Özal, ‘Tamam, ben şimdi DPT’ye bilgi vereceğim’ dedi. Bu da 1982’nin bahar ayları falan, ben uçuyorum ortaklık olacak, fabrika olacak, iş doğacak.  Bir de ne göreyim. Sabah gazeteyi bir aldım, manşetlerde “Turgut Özal istifa etti.’’ 22 Temmuz 1982. Kaya Erdem’i aldılar Maliye Bakanlığı’ndan, Bülent Ulusu ile anlaşamadılar. Turgut Özal hükümetle anlaşamadı ve istifa etti. İstifa edince başıma geleceği biliyorum. Pendik-Sulzer bir başına kaldı. Yürütmek için siyasi bir isim gerekiyordu. Özal gidince bu işlerin hepsi savsadı. Denizcilik Bankası Genel Müdürü Nejat Özgece beni çağırdı. Ankara’dan emir aldı herhalde; ‘Ankara’dan haber var. IHI anlaşmasını iptal et, biz bunu kendimiz yapacağız.’ diye… Benim başımdan kaynar sular döküldü. Ne Ankara’daki temsilciye gidebildim, gitsem de ne söyleyecektim ki! Her şeyi bitirmişiz, iş sadece imzaya kalmıştı. O temsilci aradı beni, dedim böyle böyle siyasi bir olay oldu. Benim tansiyonum 22’ye çıktı. Hemen vazgeçtim ve Ankara’ya gittim. Polonya ile Kliring anlaşması var. Japonya olmadı ama olsun. Bu anlaşma ile gemilerin tüm malzemeleri ve teknik iş birliği akmaya devam etti. Polonya bizden çok ileri bir ülke, komünist bir rejim olduğu için buraya gelmeye de bayılıyorlardı ben de hafta sonları ‘gezdirin’ diyordum. Pazartesi günleri de soruyordum nereye götürdünüz diye? ‘Her gezide sebze haline gitmek istediler’ diyor bizimkiler. Tepe tepe portakal, limon yığınlarını seyrediyorlarmış. Ben gideceğim zaman da ne getireyim diye sorduğumda ‘Limon getir’ diyorlar. Yalnız benim tansiyonum sürekli yüksek seyrediyordu. 4-5 yıl daha çalıştım. Özel sektörden teklif aldım. Para da pulda hiç gözüm yok ama başladığım işlerin böyle kör topal gitmesi çok ağır gelmeye başladı. Özellikle IHI sözleşmesinin bozulması tuz biber ekti. Söğüt Seramik Fabrikalarında bir teklif üzerine yönetim kurulunda görev alarak ayrıldım. Ama üretim benden sonra devam etti. Polonya’ya 3 adet gemi de yapıldı. En büyük üzüntüyü de askerlerin orayı tamir atölyesine döndürdüğünü duyduğumda yaşadım. Hemen Bülent Alpkaya’ya bir mektup yazdım. Dedim ki, ‘Bu kadar büyük bir tersaneyi Devlet olarak biz de işletemezdik, siz de işletemezsiniz. Biz sizden daha iyi işletirdik ama tam manası ile yine olmazdı. Onun için IHI ile ortak olmaya çalışıyorduk. Büyük teftişlere tabi bir iş tersane işletmeciliği. Fabrikayı siz en iyisi OYAK’a teslim edin, yahut özelleştirin. Hiç olmazsa Pendik Sulzer Motor Fabrikası kurtulsun’ diye… Bülent Alpkaya adına gelen cevapta özetle, ‘Deniz Kuvvetleri’ne ait gemilerde Sulzer motor kullanmıyoruz, bize lazım değil.’ şeklindeydi, Ben de dedim ki ‘Size lazım değil ama memlekete lazım!’

3-5 senedir uğraşıyorum makaleler yazıyorum. İnşa ettiği bir geminin motorlarını, çeliğini imal edemeyen bir ülke, asla gerçek bir gemi sanayi ülkesi olamaz. Yeter ki iyi niyet olsun. Olmayacak şey yok. Gönül ister ki Atatürk’ün tersanesi tam kapasite ile kuruluş gayesine uygun olarak çalıştırılabilsin, kurduğumuz milli motor fabrikası yeniden üretime geçsin ve ülke ekonomisine, geleceğimize katkı sağlasın. Dışarıdan döviz alarak, motor ithalatını 180 senedir devam ettiriyoruz, buna artık bir son verelim. Ancak şunu da söylemeliyim, son yıllarda değerli gördüğüm bir atılım, milli değerimiz olan MİLGEM projesinin Pendik Tersanesi’nde inşa edilmesinden de ülkem adına son derece mutluyum.”

İlham olması dileğiyle…

DenizDer Derneğinin kurucusu Ali Bey, Türk’ün ilk gemi dizellerinin üretimine önderlik eden bir vatansever, öncelikli derdi, ülkenin gelişimine katkıda bulunmak, bu motorların üretildiğini belgelemek için ‘Pendik Sulzer Motor Fabrikası Belgeseli’ isimli kitabını gençlere armağan niteliğinde kaleme almış. Yeni kitabı ise yakında çıkacak…

Oldukça sabırlı, hoşgörülü, gerektiğinde her zorlukla mücadele edebilen tükenmez azme sahip bir milletiz. Kimimiz geçmişten önemli dersler çıkardık, kimimiz geçmişin şanlı başarılarının izlerini sürdük. Kimimiz istikbali görerek geleceği inşaya koyulduk. Dünya tarihinde kim olduğunu bilemesek de türlü ellerin engeline rağmen Türk’ün bu ‘çılgın’ girişiminin ‘ılgın’ halini de tarihe bu portre ile not düştük. Gençler umarım Türkiye’nin geleceğini inşa etmede bu yaşam öyküsünden feyz alırlar, zira bizden olan her nefes onlar için…Öncelikle Sayın Ali Can’a bu mücadelesi ve dürüstlüğü için şapka çıkartarak teşekkür ederim, kendisiyle tanışmama vesile olduğu için de Emekli Amiral Cem Gürdeniz’e ayrıca teşekkür ediyorum.

[/membership]

Bunu Paylaşın