Altyazısız tarih

Yüce Yöney

yuceyoney@marinedealnews.com

Tarihin çok önemli dönemlerinden birine tanıklık ediyoruz. Sadece Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın geleceğini değil, dünyanın da geleceğini yönlendirecek gelişmeler yaşanıyor. Halkların inisiyatifi, diktatörlerin devrilmesi, yönetimlerin değişmesi bir yana Batı’nın ipliğini pazara çıkaran bir süreç bu

Aslında tüm dünyanın gözünü çevirdiği Ortadoğu’da yaşananlara dair söylenecek yeni bir şey yok. Tunus’ta başlayan ve giderek yayılan süreci herkes görüyor, biliyor. Geleceğe dair çeşitli senaryolar üretiliyor, tahminlerde bulunuluyor ama kimsenin ne Tunus’ta ne Mısır’da ne de halkların değişim için harekete geçtiği diğer ülkelerde olacaklara ya da kurulacak yeni düzene ilişkin net bir fikri var. Bu aşamada güvenle vurgulanabilecek tek nokta, iktidarları devirmenin bir devrim sürecinin sadece başı olduğu, ondan daha önemli olanın yerine yeni bir sistem koymak olduğu… Ve bunun ne düzeyde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini söylemek şimdilik imkansız. Eğer halk inisiyatifi bırakmazsa, eğer kendi alternatif örgütlenmelerini gerçekleştirebilirse, eğer yoksul ve yoksun sınıfların sürece katılımı sağlanabilirse, eğer halk kamusal denetimde söz sahibi olabilirse, eğer sivil toplum ağırlığını koyabilirse, eğer…
Bu eğerler bambaşka bir tartışmanın kapısını aralıyor elbette ama bu yazının amacı o kapıdan girmek değil. Bu yazı, farklı kaygılarla da olsa dünya ölçeğinde isyancıları olumlayan ortak tavra bir “ancak” ekleyerek ilerlemenin peşinde. Ülkelerini diktatörlükle, baskıcı sistemlerle yönetenlerin devrilmesi, halkını yoksul bırakma pahasına kendi zenginliğinin peşinde koşanların hesap vermesi, demokratikleşmenin önünün açılması, söz hakkı gibi temel hakların yerleşmesi, vs, vs… Elbette her yerde destek buluyor bu evrensel argümanlar. Ancak Batı’nın derdi gerçekten bunlardan mı ibaret?
Mesela İtalya, Kaddafi’nin gitmesinin felaket olacağından söz edip Libya’dan bir göç dalgasının gelmesinden endişe ettiğini açıklarken aslında varolan düzenin, Kaddafi’nin düzeninin devam etmesini istediğini ima etmiyor muydu?
Mesela, İngiliz hükümeti şu sıralar hayatının en zor dönemini yaşayan, Libya’yı yıllardır nasıl baskı altında, aşiretleri birbirine kırdırarak, korku salan yöntemlerle yönettiği bilinen Kaddafi’ye ordusunda kullanılmak üzere askeri teçhizat satmadı mı? Ünlü İngiliz gazetesi Guardian’a bakılırsa İngiliz yönetimi, sivillere karşı kullanılan göz yaşartıcı gaz dahil, çeşitli teçhizatın Libya’ya satışını onayladı. Geçen yılın ilk dokuz ayında Trablus’a 200 milyon sterlin değerinde satış yaptı. Şimdi Libya halkını destekler gözüken İngiliz hükümeti birkaç ay evvel bu ülkede neler yaşandığını, nasıl bir düzenin hüküm sürdüğünü bilmiyor muydu?
Daha dört yıl önce İngiltere’nin o dönemdeki başbakanı Tony Blair, Libya’yla yeni ticari anlaşmalar imzalamadı mı? O dönemin Kaddafi’si bugün kendi iktidarı için halkının üzerine bombalar atmaktan çekinmeyen Kaddafi’den farklı mıydı? Belki bu eleştirilere, İngiltere’nin ‘göstericilere karşı kullanıldığı’ gerekçesiyle Libya’ya silah ihracını askıya aldığını söyleyerek cevap verecek olabilirler ama ne fayda! Sonuçta on yıllardır halkına karşı silahlı güçlerle baskı uygulayan Kaddafi’ye, ‘terörle savaştaki yeni müttefiki’ne, Libya’nın İngiliz petrol şirketlerine kapılarını açması karşılığında silah sattığı gerçeğini değiştirmiyor bu durum.
Sırası gelmişken bir parantez açıp silah tüccarlarıyla ilgili bir notu da ekleyelim. İsveçli Barış Araştırmaları Enstitüsü Sipri’nin yaptığı araştırma, silah sektörünün mali krizin en ağır döneminde, 2009 yılında dahi kâr ettiğini gösteriyor. Araştırmaya göre, bu dönemde, dünyanın en büyük 100 silah üreticisinin ciroları yüzde 8 artmış, 401 milyar dolara ulaşmış. Bu kârın büyük kısmını, yaklaşık yüzde 57’sini en büyük 10 firma alıyor. Yedisi ABD kökenli olan bu 10 firmanın başında Amerikan Lockheed Martin yer alıyor. Onu İngiliz BAE Systems takip ediyor. Sipri’nin verileri, ABD’li silah üreticilerini Batı Avrupalı üreticilerin izlediğini gösteriyor.
Aslında artık rakamlara bile çok fazla gerek yok. Politikayla ya da ekonomiyle ilgilenmeyen insanlar bile silah sanayinin uluslararası rolünü fazlasıyla farkında. Ünlü gazeteci Robert Fisk, Ortadoğu’ya dair fikirlerini açıkladığı yakın zamandaki makalelerinden birinde, göstericilerin Batı’nın tavrı hakkındaki görüşlerine de yer vermişti. Fisk Kahire’de bir göstericinin ”ABD karışmasın, 30 sene destekledi Mübarek’i, askerlerini silahlandırdı” sözlerini aktarmış, Bahreyn’de de benzer sözler duyduğunu yazmıştı. Fisk’in anlattığına göre, Bahreyn’de bir gösterici “’Amerikan ordusu tarafından eğitilmiş askerler tarafından kullanılan Amerikan tankları üzerinde bize Amerikan silahlarıyla ateş ediliyor. Obama bizim yanımızda olduğunu şimdi mi söylüyor” diye dile getiriyordu görüşlerini.
Sadece Mısır ve Bahreyn’de değil birçok Arap ülkesinde ezbere biliniyor artık ABD’nin çifte standardı. İran’da sokağa çıkan muhalifleri destekleyen, İran yönetimini şiddet kullanmamaya çağıran da o; müttefiki Yemen yönetimine ses çıkarmayan, diplomatik ifadelerle hem yöneticilere hem göstericilere “kendilerine hakim olmaları” gerektiğini söyleyip durumu geçiştirmeye çalışan da o. Göz yaşartıcı bombalar, gerçek ve plastik mermiler kullanan Yemen yönetiminin silahlı güçleriyle, toplanıp isteklerini dile getiren, elinde hiçbir silahı olmayan Yemen halkını aynı kefeye koyan ABD’nin ipliği bir kez daha pazara çıkmış durumda kısacası.
Bahreyn’de de ABD’nin ne tavrı ne imajı farklı. Bölgedeki Amerikan filosuna yıllardır ev sahipliği yapan, topraklarında binlerce ABD askeri konuşlanmış olan, deniz rotaları düşünüldüğünde stratejik önemi belirginleşen Bahreyn’i yönetenler ABD’nin ve İngiltere’nin değerli müttefiki. Bu ülkedeki gösteriler karşısında ne nalına ne mıhına açıklamalar yapıyor bu iki ülkenin yetkilileri. ABD’nin gayet zayıf bir ifadeyle yönetimden temel haklara saygı göstermesini isterken, göstericilere gerçekten destek veren hiçbir resmi cümle sarfetmediğini fark etmemek elde değil.
Aslında öyle hazırlıksız yakalandı ki ABD yönetimi, ne yapacağını şaşırdığını söylemek yanlış olmaz. Baskıcı rejimlere karşı alınabilecek onca yaptırım kararı, kullanılabilecek onca ticari ilişki varken, bütün yapabildiği, komik bir göz boyama girişimiyle baskıcı iktidarların olduğu ülkelerdeki internet aktivistlerine destek ve internet özgürlüğü için 25 milyon dolarlık bir bütçe ayırdığını duyurmak oldu. Bu kadar da değil. Daha da komikleşerek, Dışişleri Bakanı Hilary Clinton tarafından Arap ülkeleri ve İran’daki halklarla iletişime geçebilmek amacıyla Arapça ve Farsça twitter yayınlarına başladığı müjdelendi!
Ayrıca söylemek gerekir ki, sadece yönetimin değil, yazılanlara bakılırsa ABD medyasının ve o pek ünlü düşünce kuruluşlarının da aklı karışmış durumda. Zaten tüm ülkeyi bir Çin korkusu sarmıştı, şimdi de denetimden çıkan bir Ortadoğu var ortada. Gerçekçi dinamiklerden uzak, manipülasyonla dünyayı yönetebileceklerine inanan bir akıl sistemi “error” veriyor ABD’de. Dış politikada selefinden pek de farklı olmadığı çoktan ortaya çıkan Obama ise bir kez daha zorda. Büyük umutlarla başkan seçilen Barack Obama, önce küresel mali kriz, ardından Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmaları sonucu kaybettiği müttefikleri düşünülürse, daha görev süresi bitmeden ABD tarihinin en bahtsız başkanı ilan edilecektir herhalde.
Uzun sözün kısası, bölgedeki bütün dengeleri değiştirebilecek nitelikteki halk hareketleri bir anda Batılı devletler için bir turnusol kağıdına dönüşüverdi. Bu bağlamda rahatça söylenebilir ki, yaşananlar farklı görüşlere sahip siyasetçiler, siyaset bilimciler tarafından nasıl yorumlanırsa yorumlansın, bölgedeki insanların hafızalarında aynı ortak bilincin izleri kalacak. Bu kez tarihi okumak için kimse altyazıya ihtiyaç duymuyor.

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın
yuceyoney@marinedealnews.com