Seçim oldu, başkan bulundu, sorunlar çözüldü, kent kurtuldu mu; yoksa hâlâ aynı hoşgörüsüzlüğe, aynı yönetim anlayışına, aynı komşulara mı sahibiz? Thomas Bernhard Viyana’da yaşarken şehrin sakinleriyle karşılaşmaya mecbur olduğu için orada geçirdiği zamanı kayıp olarak niteliyordu. Biz kentimizde ne bedel ödüyoruz acaba?
Yerel seçimler geride kaldı. Artık siyasetine göre kutlama, tapınma, hava atma ya da sövme, söylenme, hayıflanma dönemine ve elbette bunlara paralel olarak ben demiştim, biliyordum söylemine girdik demektir. Ancak işin bu kısmı da bitecek kısa süre sonra, işte o zaman yaşadığımız yerlere daha objektif bakmanın sırası gelecek. Yereli, geneli, çevremizi, toplumumuzu, hayatımızı tekrar görme, tekrar keşfetme, tekrar yorumlama, tekrar değerlendirme şansımız olacak.
Yazar Thomas Bernhard kadar açık olmalıyız bu konularda. Onun yaşadığı şehir üzerine sözleri aleni görüşlerin iyi bir örneği olarak verilebilir. Ses Taklitçisi adlı kitabında, Viyana ve Viyanalılardan bahsederken kentin düşünce düşmanı atmosferinden, beyinsiz hainliğinden söz ediyordu Bernhard.
“Düşünürlere ve sanatçılara karşı saygısızlığın her zaman en büyük olduğu ve fantezilerin ve fikirlerin kesinlikle en büyük mezarlığı olarak niteleyebileceğimiz Viyana’da kaybolup giden ve yok edilen dâhilerin sayısı, Viyana’da öne çıkmış ve üne kavuşmuş ve dünya çapında tanınmış dâhilerden bin kat daha fazladır.”
Aklımızdaki Viyana(lı) imajından biraz farklı değil mi? Ama işte içeriden bakmak başka… Bunun tipik örneklerinden birini yakın zamanda yaşadım. İzninizle aktaracağım; İstanbul’da yaşayan bir arkadaşıma siyasi parti ismi vermeden bir belediye başkan adayının vaatlerinden söz ettim. Bu vaatlerden biri kentin önemli yeşil alanlarından birini ilgilendiriyordu. Alanı fıskiyeli havuzlarla, yürüyüş yollarıyla şekillendirmeyi, spor aletleriyle donatmayı vaat ediyordu belediye başkan adayı. Arkadaşım da bu kadar betonlaşmış bir şehir için nefes alıcı bir yeri organize etmeyi gayet akıllıca buldu ilk bakışta. Dışarıdan öyle görünebilir dedim, içimden. Sonra yüksek sesle devam ettim: Hayır; berbat bir proje! Bahsedilen yer Validebağ Korusu, zaten yeşil alan. Hatta koca İstanbul’un dış sınırlarındaki Sarıyer, Beykoz ve Yakacık’taki ağaçlıklı yerlerini saymazsak, kentin içinde kalmış tek doğal yeşil alan. Ve bu doğal yeşil alana mıcır döküp, beton atarak yürüyüş patikaları yapılmak isteniyor; zaten içinden akıp giden ince de olsa bir dağ suyu varken, göstermelik fıskiyeli havuzlarla alanın doldurulup muhtemelen çevresine plastik sandalyeli çay bahçeleri koyularak işletilmesi planlanıyor, vs…
Yüzünü ekşitti arkadaşım. Başını iki yana sallarken kenti şekillendirmek de edep ister tabii, diye söylendi.
Algılanamayanlar
Italo Calvino Görünmez Kentler’de, duvarlardan uzanan dükkân tabelalarının tıklım tıklım doldurduğu yollardan girilen Tamara şehrinden bahsediyordu. “Göz, şeyleri görmez, başka şeylerin anlamını yüklenmiş şeylere ait şekiller görür” diyerek… Sonra kentin kendini sunarken öne çıkardığı göstergeleri sıralayıp ardından ekliyordu: “Kent düşünmen gereken her şeyi söyler, kendi sözlerini yineletir sana ve sen Tamara’yı gördüğünü düşünürsün, oysa tek yaptığın kentin tüm parçalarıyla kendisini anlatmada kullandığı adları belleğine yazmaktır. Bu kalın göstergeler kabuğu altında kent gerçekte nasıldır, ne içerir ya da ne saklar, insan Tamara’dan bunları öğrenemeden çıkar.” Sanırım, Calvino’nun Tamarası bu yanıyla bizim İstanbulumuza benziyor.
İstanbul’a değinmeden geçemiyor olmamın anlayışla karşılanacağını düşünüyorum. Alberto Manguel’e sığınayım; ne demişti: Kopernikus’a rağmen, her birimiz kendi şehrini, çevresindeki dünyanın merkezinde diye hayal eder…
Yaşadığımız yer ister istemez biraz bize referanslıdır ve doğal olarak önce kendimizden, kendi bulunduğumuz yerden bakarız dünyaya. Kendini herkesten farklı kılmaya çalışan narsist yaklaşımlar başka tabii. Woody Allen, bir belgeselde (Woody Allen: a Life in Film) yaşamını anlatırken, “New York’ta yaşayan birini canlandırıyorum. Ya da New York’ta yaşıyormuş gibi yapan biri’’ diyordu. Oysa “Varolmak algılanmaktır” demişti filozof/psikopos Berkeley. Fakat işte, New York ya da İstanbul farketmez, böyle mega kentlerde insanlar algılanamayacak kadar geride kalıyor, görünmez oluyor.
Şehrin ödediği bedel
Bir de görünenlere katlanarak yaşamayı seçtiğimiz şehirler var. Çıkarlarımızdan vazgeçemediğimiz için değiştirmediğimiz düzendeki şehirler, yaşamlar; Ursula L. Guin’in Omelas’tan Çıkıp Gidenler öyküsündeki gibi…
Herkesin refah içinde yaşadığı Omelas şehrinde mutlak bir mutluluk hüküm sürmektedir. Ancak bu mutluluğun bir bedeli vardır. Omelas’taki binalardan birinin bodrumunda kapısı kilitli, penceresi olmayan, üç adım boyunda, iki adım enindeki bir odada bir çocuk yaşar. Altı yaşında gösteren ama aslında on yaşına yaklaşmış, geri zekâlı gibi görünen, belki korku, kötü beslenme ve ilgisizlik yüzünden aptallaşmış bir çocuk. Kendi pisliği içinde oturan, çıplak bir çocuk. Bu yüzden kalçaları ve baldırları pişik ve yanık izleriyle dolmuş, eskiden geceler boyu yardım isteyip ağlayan ama artık sadece inleyen, zayıf, çok zayıf, çöp gibi kalmış, günde yarım tas mısır ve lapa ile yaşayan bir çocuk.
“Hepsi, Omelas’ın tüm insanları onun orada olduğunu biliyor. Bazıları görmeye geliyor, diğerleri orada olduğunu bilmekle yetiniyor. Orada olması gerektiğini biliyor hepsi. Bazıları nedenini anlıyor, bazıları anlamıyor; ama hepsi de farkındalar ki mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, âlimlerinin bilgeliği, zanaatkârlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı.”
Şehrin sakinleri bilirler çocuğu, “mutlulukları ruhsuz, sorumsuz bir mutluluk değildir.” Fakat kendi yaşamlarının keyfinden vazgeçemezler. Belli bir yaşa gelince her genç öğrenir ve gidip görür çocuğu; acısını ve sefaletini. Ancak onu kurtarmak şehrin mutluluğunu yok etmektir, hiddet ve gözyaşı içinde dönerler evlerine. Bazıları ise, gençlerin bir kısmı, bazen kimi yaşlılar, kadın veya erkek eve dönmez ya da sokağa çıkar, yürür ve yürüye yürüye Omelas şehrinden çıkar gider. İnsani ve vicdani bir hesaplaşmayı önümüze koyar Le Guin, bu insanların nereye gittiklerini biliyor gibi gittiklerini söyler.
Yerel seçimler bitti ya, belki şimdi şehre siyasi fanatiklikten uzaklaşarak bakma zamanıdır. Belki onun bize ne yaptığına bakma, hesaplaşma zamanıdır. Kim bilir, belki şehirden gitme zamanıdır.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.