AB, Ortadoğu ve Obama…

Senem Aydın Düzgit

Son günlerde Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde hiç de azımsanmayacak bir adım atıldı. Egemen Bağış’ın baş müzakereci görevine getirilmesi, AB’ye uyum sürecinin canlandırılmasına yönelik önemli bir hamle olarak değerlendirilebilir. Baş müzakereciliğin devlet bakanlığı statüsüne kazandırılması da geç ama önemli bir adım oldu. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB müzakere süreçlerine baktığımız zaman, bu ülkelerin hemen hemen hepsinin müzakerelerinin siyasi otoriteye sahip ve sadece müzakere sürecinden sorumlu kişiler tarafından yürütüldüğü görülmektedir. Bunu ve Başbakan Erdoğan’ın son Brüksel gezisini AB hedefinin tekrar ön plana alınması olarak okumak mümkün. Ancak bunları AKP’nin, özellikle demokratik reform alanındaki aksamalar sonucu arasının açıldığı liberallere yönelik seçim öncesi bir barış hamlesi olarak da değerlendirebiliriz. Zira hangi yorumun daha geçerli olduğunu önümüzdeki aylarda daha net görebileceğiz.
Başbakanın Brüksel gezisi, aynı zamanda AB’ye Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolüne ilişkin bir mesaj verme amacı da güdüyordu. Türkiye’nin resmi dış politika söyleminde AB üyeliğinin Birliğe yapacağı en önemli katkılardan birinin ülkenin Doğu ve Batı arasında gördüğü köprü göreviyle AB’yi bölgede daha etkin bir güç haline getireceği olduğu sıkça ifade edilir. Nitekim Başbakan Erdoğan, bunu Brüksel’de de tekrarladı. Esasen bu iddianın içinin boş olduğu söylenemez. Özellikle Ahmet Davutoğlu’nun dış politika danışmanlığında benimsenen çok yönlü dış politika anlayışı, Batı’yla ilişkilerin Ortadoğu’da daha aktif bir dış politikayla çelişmediği görüşüne dayanarak, başta Suriye ile düzelen ilişkiler olmak üzere, Ortadoğu’da önemli açılımlar yapmıştı. Ancak Başbakan Erdoğan’ın Gazze saldırılarına ilişkin benimsediği söylem Türkiye’nin arzu ettiği ve siyaset literatüründe “tarafsız arabulucu” (“honest broker”) şeklinde ifade edilen rolüne dair kuşkuların artmasına neden oldu. Esasen saldırının orantısızlığı ve dünyanın sessiz kalışına isyanda başbakanın çok haklı olduğu noktalar var. AB’nin beklenen etkisizliğinin yanında yeni Amerikan Başkanı Obama’nın sessizliği bölgede köklü değişim ve adil bir çözüme ilişkin umutları zayıflattı. Ancak Başbakan Erdoğan’ın Hamas ile arasına mesafe koyamaması, hatta daha da ileri giderek Hamas’ın taleplerini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne taşımaya hazır olduğunu ifade etmesi, Türkiye’yi direkt taraf yaparak, Filistin’de tarafları bütünleştirici bir yaklaşımdan uzak düştü. Bunun yanı sıra Erdoğan’ın kullandığı genelleyici dil de, ülkedeki Yahudi düşmanlığını körükler nitelikteydi. Tüm bunların olumsuz etkisinin AB ile kısıtlı kalmayacağı açık. Belki de daha yoğun bir etki Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanacak. Türkiye’nin İsrail-Filistin ilişkilerindeki geleneksel ve nispeten daha pasif dış politika çizgisinin dışına çıkarak arabuluculuk rolüne soyunması halihazırda İsrail ile olan ilişkileri soğutmuştu. Bu son gelişmeler akabinde özellikle Amerika’daki İsrail lobisinin Türkiye ile ilgili tutumunu gözden geçirdiğini Washington’daki önde gelen bazı gözlemcilerden duymak mümkün. Yeni Başkan Obama ve ekibinin Ermeni soykırımı konusunda nerede durduğu açıkça biliniyor. İsrail lobisinin desteğini çekmesi ve soykırım tasarısının bahar ayında kabulü, Türkiye’de var olan Amerikan aleyhtarlığını güçlendirebileceği gibi, Obama’nın göreve gelmesiyle Türk-Amerikan ilişkilerinin rayına oturacağına dair beklentileri de boşa çıkarabilir.

Bunu Paylaşın