Ayrılırken…

Senem Aydın Düzgit

Üniversitedeki akademik ve idari işlerimin yoğunluğu nedeniyle yazılarıma bir süre ara vermek durumundayım. Ancak bu son yazımda, geçtiğimiz ay bolca hatırladığımız faili meçhul cinayetlerden hareketle Türkiye’deki demokrasi sorunsalına değinmek istiyorum. Hırant Dink’in ve Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümleri ile Ağca’nın serbest bırakılmasının aynı döneme denk gelmesi, Türkiye’de demokrasinin ne kadar yol aldığına dair bazı tartışmaları da beraberinde getirdi. Malum, Mumcu’nun failleri bulunamadı. Dink davasında ise tetiği çekenler belli, ancak tetiği çektirenlere dokunulmuyor, dokunulamıyor. 12 Eylül’e giden yolda önemli bir taş döşeyen Abdi İpekçi katili Ağca’ya bazı kesimlerin gösterdiği itibar ortada. Bunların bize gösterdiği, Türkiye’deki demokrasi sorununun esasen ciddi bir zihniyet sorunundan kaynaklandığı. Şu anda çok gündemde olan asker-sivil ilişkileri bunun tabii ki önemli bir parçası, ancak sorunun sadece görünen kısmı.
Günümüzde en büyük sorun Türkiye’de halen demokrasinin sektaryen bir anlayışla benimsenmesi. Halkın büyük bir bölümü, sadece kendi gibi olan için haklar, özgürlükler ve demokrasi talep ediyor ve öteki’nin haklarını gerekli görmüyor. Son zamanlarda Türk halkının demokrasiye ve bir arada yaşamaya ilişkin değerlerini inceleyen bütün bilimsel araştırmalar (bkz. Yılmaz Esmer’in, Ali Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu’nun çalışmaları), bu tezi doğruluyor. Böyle olduğu sürece de, Türkiye’de demokrasinin güçlenmesi için gerekli olan bazı kurumsal ve yasal önlemler alınsa dahi, demokrasinin temellerinin zayıf kalacağı görülüyor. İşte böyle bir yapı içerisinde, Dink’in katillerine dokunulamaması toplumun büyük kesimlerinde büyük bir rahatsızlık uyandırmıyor. Bu çarpık demokrasi anlayışının yansımasını basında ve siyasetçilerde de görüyoruz. Bunu, daha da basite indirgersek, İslamcı-laik kutuplaşmasında ve Türk-Kürt milliyetçiliği eksenlerinde en yoğun şekliyle görmek mümkün. Hükümet de bu sektaryen demokrasi anlayışını körüklüyor. 301’in kaldırılmasından tutun Dink cinayetine, şaibeli Balyoz darbesi tartışmalarından tutun bir türlü yapılamayan Kürt ve Alevi açılımına, kadın haklarından AB sürecine ve yargıya olan yaklaşıma kadar hükümetin söylem ve politikalarında bu anlayışın izini görüyoruz. Bu anlayış, sosyal adaleti hiçe sayan ağır neo-liberal politikalarla besleniyor.
Medyada ve akademide bazılarının “sivil dikta” olarak da adlandırdıkları bu düzen, esasen Türkiye genelindeki bu çarpık demokrasi anlayışı ile yakından ilintili. Türkiye, özellikle 90’lı yıllarda, koalisyon hükümetlerinden şikayetçi oldu ve bunda da büyük bir haklılık payı vardı. Ancak 2002 yılından bu yana yaşananlar, bu demokrasi kültürüyle tek parti hükümetlerinin gidecekleri yolu da bize göstermiş oldu. Tek parti hükümeti başka bir parti tarafından da kurulabilirdi ve sonuç çok da farklı olmayıp sivil dikta cepheleri farklı noktalarda konumlanmış olabilirdi. Türkiye’de karşı karşıya olduğumuz demokratik yönetişim sorunu, yakın gelecek için çok da umut vaat etmeyen, partilerden de öte, ancak onlardan da bağımsız düşünülemeyen toplumsal bir sorundur.

Bunu Paylaşın