Babalar her zaman haklı değildir

Levent Akson

leventakson@marinedealnews.com
Babasının mesleğini değil ailesinin geleneksel mesleğini seçmişti Junior. İlk denizcilik derslerini daha altı yaşında dedesinden almaya başlamıştı

Ne çabuk geçmişti koca bir yıl ve hatta yeni yılın da bir ayı. Her hafta hatta her gün, deniz yatırımcıları için çok daha zor geçiyordu. Denizcilik marketinin artık ne zaman düzeleceği değil, marketteki düşmenin ne zaman duracağı tartışılıyordu. Böyle bir düşüş 30 senedir yaşanmamıştı ve tüm deniz yatırımcıları şaşkınlık içerisindeydi.

Ne çok umutla ve iyi niyetle başlamıştı işe Junior… Gerçekler her gün suratına bir yumruk gibi iniyordu, “Tecrübe kazanıyorum.” diyordu ama gün geliyor “Batsın bu tecrübe, hiç mi iyi bir günümüz olamayacak” diye feryat ediyordu.

Babasının mesleğini değil ailesinin geleneksel mesleğini seçmişti Junior. İlk denizcilik derslerini daha altı yaşında dedesinden almaya başlamıştı. Dede – torun hafta sonları Tuzla’nın tozlu yollarını tutar, öğlenleri köfte ekmek yer, tüm günlerini tersanede geçirir, yorgunluktan arabanın arka koltuğunda uykuya dalar ve ertesi sabah tekrar dedesi ile Tuzla’nın yolunu tutardı.

Dedesine hayranlık duyardı. Bilgeliği, tersane çalışanlarına yakınlığı, her birinin halini hatrını sorması ve öğlenleri tersane işçileri ile birlikte yenen köfte-ekmek dedesinin alçakgönüllülüğünün birer göstergesi idi.

Tersane sahipleri de çok saygılı idiler dedeye, inşa edilmekte olan geminin her yerine girip çıkmasına, beğenmediği bir kaynak işini bozup yeniden yaptırmaya müsaade ederler ve öğleden sonraları ise gemi inşasının gidişatı ve tamamlanması süreci için bir brifing verirlerdi.

Junior, yıllar sonra, çocukluğunda edindiği bilgi hazinesinden yeni inşalarda ve gemi tamirlerinde faydalanacaktı; ancak dedesinin şu öğütü hiç bir zaman aklından çıkmayacaktı: “Tersanende veya geminde çalışsın, emekçinin ruhuna sevgilinin tenini okşar gibi dokunacaksın, onları asla hor görmeyeceksin. Masa başında oturarak bu meslekte başarılı olamazsın. Gün olacak tersanede geminin tankına girip yapılan kaynağı kontrol edeceksin, gün olacak yurt dışında gemini ziyaret edip kaptanına, personeline moral vereceksin. Bu meslek, bireysel bir meslek değildir, takım çalışmasıdır, takımın da kaptanı sen olacaksın.”

Dede başarılı olmuştu ve çocuklarına mütevazı da olsa küçük bir filo bırakmıştı, ancak baba nesli bu öğütlere aldırmamış, paranın masa başından kazanılacağını iddia etmiş ve kalkıp bir gün olsun bırakın gemi inşasını, gemiyi suya indirmenin ötesinde gemiler ile fiziksel bir ilişikleri olmamıştı.

2003 yılında, deniz marketinde başlayan tarihi yükselme deniz yatırımcılarının aklını başından almıştı. Yatırımcılar, her gün, takım elbise siparişi verir gibi bir değil birkaç yeni gemi siparişi veriyor, bankalar ise kredi vermek için adeta birbirleri ile yarışıyorlardı.

Ülkemiz yatırımcıları da geri kalır mıydı? Siparişler birbirini kovalıyor, tersanelerimizde bırakın yeni inşayı, gemi tamir etmek üzere bile yer bulunamıyordu.

İşte bu dönemde, İstanbul’ da çeşitli etkinlikler düzenleniyor, yabancılar da bu etkinliklerin düzenlenmesinde başrolü oynuyorlardı. Bu etkinliklerin en önemlisi Lloyd’s List’in öncülüğünde düzenlenen “Türk Denizcilik Ödülleri” idi.

Junior 2008 yılındakini hatırlıyordu, Çırağan Sarayı’nın 400 kişilik salonuna 800 kişi sığdırmışlardı. Hiç bu kadar denizciyi birlikte görmemişti Junior. Şık bayanlar ve takım elbiseli beyler birbirleri ile selamlaşıyor, öpüşüyor ve mutluluklarından sanki yer ayaklarının altından kayıyordu.

Sahnede, bol makyajlı, uzun boylu ve frapan giysili gecenin sunucusu zarif bayanın başının arkasından gelen küçük mikrofondan tüm salonu çınlatan “award goes to” cümlesinden sonra salon alkıştan yıkılıyor, nerede ise hemen her masa bir ödül alıyordu.

Tam 17 ödül verildi o gece, en komiğine giden ödül ise “Yılın Denizcilik Şahsiyeti Ödülü” idi. Düşünmeden edemedi ve kendi kendine de gülümsedi, “şimdi…” dedi; “Yılın Denizcilik Şahsiyeti” bu beyefendi ise salondaki diğer denizciler şahsiyetsiz mi, ya da 2008 yılında bu ödülü alan beyefendi diğer yıllarda şahsiyetsiz mi olacaktı? Tam Cem Yılmaz’lık bir toplumuz. Cem Yılmaz son “stand up” gösterisine malzeme toplamak için 18 ay askerlik yapmış, valla gelip denizcilerin arasında 1 ay kalsa 4 saatlik malzeme çıkarır” diye düşündü.

O gece aklından hiç çıkmayacaktı, ödül alanlar sahneye bazen yalnız bazen de eşi ile çıkıyordu ve ödülü eşi ile paylaşıyordu. Eşi o gece aklına gelenlerden idi. O geceden kalan bir başka anısında ise ödül töreninin yarısında ara verilip dans müziği başlayınca çiftler birer ikişer piste çıkmaya başlamıştı. Junior arkadaşları ile arkalarda bir masada oturup olup biteni izliyordu. En iyi arkadaşı Fana ciddi kafayı bulmuştu. Bir ara annesi ile babası yanına yaklaştı, Fana’yı dans pistine çağırıyorlardı, annesi iki elinin işaret parmaklarını göğüs hizasında paralel tutup sağa sola sallıyor, kalçasını da ritme uydurmaya çalışıyordu, anlaşılan annesinin de biraz kafası iyiydi. Böyle bir mutluluğun denizcilerin göreceği son mutluluk olacağını nereden bilebilirlerdi?

Peki, bu 17 kategoride ödül kimlere hangi değerlendirme ile verilmişti? O gün 17 kategoride verilen ödülü alan şirketlerden bugün kaç tanesi hayatta idi? O an için kimin umurundaydı ki?

Babası ile ilk tartışması o akşam olmuştu. Senior Bey “İşte yıllardır beklediğimiz buydu, çekilen sıkıntılar artık sona eriyor, bu yüzyıl denizcilerin yüzyılı olacak” gibi de bir kehanette bulunmuştu. Junior da: “Deniz ekonomistleri bu görüşte değil, bu rüya sona erebilir” deyince babası hiddetlenmiş; “Bak hele! Daha işin başına geçmeden ahkam kesiyor!” diye bir güzel azarlamıştı.

Fana ile arkadaşlığı yıllar öncesine dayanıyordu, o da dedesi ile hafta sonları Tuzla’nın yolunu tutanlardandı ancak sabırsızdı. Lise çağlarında hafta sonu ritüelini bırakmış kendini futbola vermişti. Öylesine fanatik bir taraftardı ki arkadaşları ona Fana adını takmışlardı. Fana yine de Junior’un her zaman en yakın dostu olmuştu. Geçen yıl, bir hafta sonu evinde futbol maçı izlemeye davet etmişti Junior’ı. Hayır demedi Junior, zaten Fana’nın eşi de en yakın arkadaşlarından biri olmuştu, neredeyse üçü birlikte maça gider ve birlikte eğlenirlerdi.

Junior’un İngiliz kız arkadaşı Londra’da yaşıyor, senede bir kaç defa İstanbul’a geliyor ya da Junior Londra’ya gidiyordu. Artık giderek körleşen bir ilişki içindeydiler ve en fazla da Fana bunun farkındaydı.

O cumartesi günü başladı her şey. Fana, Junior’un tanımadığı başka arkadaşlarını da eve davet etmiş, bir taraftan üzerinde forma ve kaşkolu ile sloganlar atarken diğer taraftan da gelenleri buyur ediyor, bugün beş atacağız diye sağ elini havaya kaldırıp beş işareti yapıyordu.

Junior oldum olası kalabalıktan hoşlanmaz, sohbetlere katılmaz, kendine bir köşe bulur ve orada kendisini kaybettirirdi ya da öyle olduğunu sanırdı. İşte yine çekildiği köşeden gelen hafif bir piyano sesine kafasını çevirdi, beyaz tenli, oldukça zayıf ve siyah gözlükleri ile pek de güzel olmayan bir kız, kalabalıktan uzak, kulaklığı ile müzik dinliyordu. İlk defa görüyordu bu kızı, kalktı Fana’nın yanına gitti ve “Kim bu kız?” diye sordu. Fana kafasını bile çevirmeden “Ha o mu? Bizim doktor “ dedi ve başlamakta olan maça döndü.

Junior şaşkındı, çekinerek kızın yanına gitti ve “Kim çalıyor?” diye damdan düşme bir soru ile konuşmayı başlatmak istedi. Kız kulaklığını çıkarttı, “anlamadım?” ifadesiyle suratına baktı. “Piyanoyu kim çalıyor?” diye yineledi Junior. Gelen cevap tokat gibiydi “Eseri biliyor musunuz ki piyanoyu kimin çaldığını soruyorsunuz?” Bilmiyordu, ses zaten çok kısık geliyordu, 30 desibel de çalsa bu eseri hayatında hiç duymamıştı. Zaten klasik müzik ile de pek ilgili değildi, şaşkınlıkla ikinci ve en aptalca sorusunu sordu “Siz doktor musunuz?” Kız iyice şaşırmıştı, bir şey söylemeden yerinden kalktı ve Fana’ nın eşinin yanına gitti, bir şeyler söyleşip gülüştüler. Junior’ın yaşamındaki en b.ktan, en korkunç durumdu, kalkıp gitmek istedi ama gitse daha da kötü olacaktı, gitti yine kendisine bir köşe buldu ve maçı izlemeye başladı.  Aslında maçı seyrettiği falan da yoktu, aklı kızdaydı.

Maç bitene kadar kızı bir daha görmedi, maç bitti, takımı beş değil, iki atmıştı ama herkes mutluydu, biralar bitmiş, çerezler yenmiş artık evlere dağılıyorlardı. Sona kaldı, “Belki Fana ve eşine evi toplamada yardımım olur” diye düşündü, zaten o evden her zaman en son çıkan Junior olurdu.

Herkes dağıldı, bazen Junior’ın da kaldığı küçük odadan kızın çıktığını gördü. Sanırım bu gürültüde o küçük odada uyumayı başarmıştı, uykulu gözlerle Junior’ın yanına geldi ve “İdil Biret” dedi. Junior yine bir şey anlamadı, kız da zaten bunu fark etmişti, belki de kasıtlı olarak böyle hareket etmişti. “Maçtan önce piyanoyu kimin çaldığını sormuştunuz, İdil Biret” dedi.

Junior dayanamadı ve “Yeter bugünlük yediğim dayak, sakın bu akşam çalan eserin kimin olduğunu da söylemeyin” dedi ve elindeki tabaklar ile mutfağa yöneldi.

Belli ki kız, bu akşam Fana’larda kalacaktı. Fana da her zamanki gibi çakır keyif olmuş, “Ben yatıyorum” deyip pantolonu ve forması ile kendisini yatağa yüzükoyun bırakmıştı.

Junior bu fırsatı kaçırmadı ve “Sizlere iyi geceler” deyip kaçarcasına kapıya yönelip kendisini asansörün önünde buldu.

İşte böyle kötü başladı arkadaşlıkları. Daha sonra öğrenecekti sevgilisinin İzmir’de yatılı ve burslu olarak Fen Lisesini bitirdiğini ve İstanbul’da yine özel bir üniversitede yatılı ve burslu uluslararası ekonomi tahsili yapıp bir de üzerine yine üniversite tarafından iki yıl London School of Economics’de master yaptırıldığını, üniversitede şu aralar doktora tezine hazırlandığından arkadaşlarının kendisine “doktor” adını taktıklarını, evin tek çocuğu olup (anne ve baba ileri bir yaşta çocuk sahibi olabilmişlerdi) lise çağlarında annesini kaybettiğini ve babası ile mütevazı bir evde yaşadıklarını, o akşam sevgilisinin dinlediği eserin Rachmaninov’un 2 numaralı piyano konçertosu olduğunu ve en önemlisi “Denizcilik Ekonomisi” konusunda, karşısında tartışabileceği ciddi bir çetin ceviz olduğunu…

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın
leventakson@marinedealnews.com