YILMAZ ULUSOY

Yeşim Yeliz Egeli

Güneşi Kıskandıracak bir aydınlık YILMAZ ULUSOY

“Başkalarının yükünü taşımayı bilmeyenlerin, kendilerinden bahsetmeye hakkı yoktur” diyor Yılmaz Ulusoy… Sanat, spor ve eğitim başta olmak üzere toplum için yaptıkları söylediği söze yakışacak bir hayat sürdüğünün en iyi kanıtı. Güçlü aile bağları ve her alanda takdire şayan hizmetler… Hayat hikâyesini ve önemsediği konuları yazdığı iki kitapta derleyen Ulusoy’un tek üzüntüsü yarım yüzyılın ardından aile işlerinin bölünmesi. Elini attığı her işte başarılı olan Yılmaz Ulusoy, iş hayatını ve yeni projelerini anlatırken ilk günkü gibi heyecanlı. Onu ilginç kılan en önemli nokta ise hayata bakışı ve yaşam biçimi ile gerçek bir ilham kaynağı olması
[membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]

Türkiye’de daha Sevgililer Günü’nün bilinmediği yıllarda, 1941 yılının 14 Şubat’ında doğmuş Yılmaz Ulusoy… Beş yaşında Of’tan Trabzon’a gelip ilkokul, ortaokul ve liseyi bitirmiş. Okul sonrasında ise hızla yoğun bir iş hayatı ve sosyal hayata ilişkin sorumluluklar var. 18 yaşında Erdoğdu Kulübü’nde denizci olmuş. Bu kulüp aynı zamanda Şenol Güneş’in yetiştiği yer. Futbola meraklı bir şehir olan Trabzon zaten ülke çapında futbolcular çıkarmasıyla ünlü. Yılmaz Ulusoy da hiç profesyonel olarak oynamasa da sabahtan akşama kadar top oynayarak büyüyen çocuklardan… Ama o yıllar bile, “Yarın daha çok sorumluluk alacağız” diye düşünerek, hep ölçülü adımlar atarak geçmiş. “Çocukluğumu yaşayamadım diyebilirim. Delikanlılık devresi çok mesuliyetli geçti. Trabzon’dan sonra Samsun’a geldim. 1963 yılından 1973 yılına kadar Samsun’da kaldım. 1963 yılında Samsun Fener Kulübü’nde görev aldım. Aynı zamanda aile şirketinde çalışıyordum. İki yıl sonra toplam 14 cemiyette reistim. Samsun Oda Tiyatrosu’nu kurdum. Yardım derneklerinde, turizm derneğinde, Kızılay’da, birçok yerde başkandım. Bunca işi bir arada yürütebilmemin sırrı ise sevgi… Her türlü nesne verdikçe biter; bir tek sevgi verdikçe çoğalır. Sevgi Allah’ın verdiği en büyük servettir! O tarihlerde Samsun’da, Karadeniz’de ve hatta Türkiye’de hanımlar sosyal hizmetlerde, sivil toplum örgütlerinde görev almıyorlardı. Ben çok gençtim ve toplumla bütünleşmiştim. Hanımları da örgütledim. Üçer beşer çeşitli derneklerde çalışmalarını sağladım. Kadınları yönetime dahil ettim ve yıllarca onlarla birlikte çalıştım.”

Samsun’da rahat bir askerliğin ardından on yılı aşkın bir süre sabah 4’te kalkıp 5’te mesaiye başlayarak, müthiş bir dinamizmle hem şirkette aksamadan yürütülen işler hem de sanata, spora, topluma ayrılan ciddi bir mesai… “1963’te kurduğumuz tiyatro 1966’da Cevat Fehmi Başkut’un ‘Buzlar Çözülmeden’ adlı eseriyle Türkiye birincisi oldu. Başrolde oynayan Ferdi Akarnur yılın aktristi seçildi. Çok güzel günlerdi… O tarihlerde Muhammer Karaca dahil birçok önemli isim telefon açıp gelirdi. Lale Oraloğlu, Yıldız Kenter, Gazanfer Özcan gibi tiyatronun ustalarıyla Ankara’dan Artvin’e kadar turneler düzenledik. Her zaman sanatsız ve kültürsüz bir toplumun eksik olduğunu düşündüm ve sanat için çalışmaktan hiçbir zaman vazgeçmedim.”

Önce Samsunspor sonra Galatasaray
“Spor alanında da yine olması zor gözüken pek çok şeyi gerçekleştirebildim. Trabzon’daki kulübün rengi siyah beyazdı. Samsun’da sarı lacivertli kulüpte başkanlık yaptım. Sonra Samsunspor’un kurulması aşamasında tam 16 kulübü toplayıp Samsunspor’u kurduk. Dolayısıyla üçüncü renk, yani kırmızı-beyaz forma ortaya çıktı. Tabii gençtik, çok hevesliydik. Hemen Samsun stadını büyüttük, ikinci stadı yaptık. 1971’de İsmet Sezgin ile yaptırdığımız 25 bin kişilik stadın o zaman Türkiye’de bir benzeri yoktu. Yemyeşil bir saha yaptırdık. Ben bizzat 20 ay boyunca işin başında durdum. Sulamasını dahi yapıyordum. Hatırlarım, bir gece saat dörtte sulama yaparken birden vanayı açtılar; su hortumu gövdemden kalın, beni üç metre öteye attı. Bu tarifi mümkün olmayan manevi bir tatmindir. Yorulduğumuz ama yorgunluğumuzu hissetmediğimiz, çok güzel günlerdi.
Bu işler olurken insanın iş hayatındaki konumu önemli olabilir ama bu kadar şeyi ortaya çıkartabilme sürecinde asıl etken akıl, sevgi, dayanışma ve yardımlaşmadır. Samsunspor’u kurduğumuz sene Samsun Ticaret Odası Meclisi’ne girdim, 1966 senesiydi. 25 yaşımda Samsun Ticaret Odası Meclisi’ndeydim. Sonra İstanbul Ticaret Odası’na girip oradan da Sanayi Odası’na geçtim. Şimdi Deniz Ticaret Odası Meclisi’ndeyim. Bu üç sivil toplum örgütünde de görev alan başka biri Türkiye’de herhalde yoktur! Yani üç değişik renkli kulüpte reislik yaptım ve üç değişik sivil toplum örgütünde yer aldım. Amatörde, ikinci ligde, birinci ligde; Türkiye’nin en genç kulüp başkanı oldum.
İşe, topluma olan saygımın yanında aile kurumuna da hep değer verdim. Aile olmadan ne yaparsanız yapın, bir yerden sonra yalnız kalırsınız. Toplum da sizi yalnız kabul etmez. Samsun’da 1969 yılında evlendim. O sene şampiyon olduk. Tabii büyük bir olay!
Bu yolu ben seçtim, kimse beni mecbur etmedi. Çok ağır bir sorumluluktur insanların yükünü omuzlamak… Herkesin isteğini yerine getirmek mümkün değil. Gücümüzün dışında öyle şeyler oluyor ki üzüldüğümüz, yorulduğumuz zamanlar çok… Bütün bunlara rağmen dönüp baktığımda bayağı işler yapmışım. Allah nasip ederse, sağlık sıhhat verirse yapmaya da devam edeceğim.”
Aile işlerinin büyümesiyle 3,5 yıl Trabzon’da kaldıktan sonra Samsun’a, oradan da İstanbul’a gelişi 1973 senesinde oluyor. “Benim İstanbul’a gelmem gerekti ve geldim. İstanbul’u çok iyi biliyordum. Hem işimle ilgili ayda bir seyahatlerim oluyordu hem de kulüple sürekli deplasmanlara geliyorduk. İstanbul’da kurulu düzenimiz de vardı zaten. Ama bu gelişimiz artık temelli oldu. Dolayısıyla herkese veda ettik. Samsunspor’a da şunu söyledim: ‘Sizin yıllarca başkanlığınızı yaptım; şampiyonluklar, acı tatlı günler geçti, sakın ha yanlış yapmayın. Gül gibi borçsuz ve sağlıklı bir takım bırakıp gidiyorum. Yarın nezle, grip hali olursa Yılmaz Ulusoy’a gidelim demeyin.’ Buraya geldikten iki sene sonra maalesef Samsunspor düşüyor dediler. Bütün şehir ayağa kalktı, gelmeyen kalmadı. Samsun’a gittim, beni yürekten karşıladılar. Bütün heyeti topladım ve 13 haftalığına takıma el koydum. Allah bana bu takımı kurtarmayı nasip etti. Ve 28 Mayıs günü biz Lefter’le Samsunspor’u birinci ligde tuttuk. O 13 haftada çocuklar akıl almaz bir birlik beraberlik içindeydiler. Resmen sahada savaştılar! Ölümüne top oynadılar! Maçtan sonra bir 90 dakika daha oynayacak hırsları vardı. Herkesi yine topladım, ikinci kez dönmemek üzere gidiyorum, sakın ha sakın, sıkıntı olursa bana gelmeyin. Çünkü Allah yüzüme iki kere baktı, şansımızı zorlamayalım. Aslına bakılırsa benim futbol konusunda bir fanatikliğim yoktur. Benim için asıl olan iyi oynayan takımdır. Gönlüm en başta milli takımda, sonra iyi oynayan takımdadır. Bunca gönül bağından sonra birinci derecede Samsunspor, ondan sonra da Galatasaray’a yakınlığım var tabii. Şu anda Galatasaray’ın Divan Heyeti’ndeyim.”

“Yaşamın bir ustası yoktur”
1973 yılında temelli yaşamak üzere İstanbul’a gelen Yılmaz Ulusoy iş hayatında yabancı dil eksikliği hissedince, 1975 yılında 19 haftalığına Londra’ya gider. “Ben ilk olarak ‘59 senesinde gittim Londra’ya ama lisede okuduğum için İngilizcem yetersizdi. Baktım bir yabancıyla iş yapılacağı zaman biz konuşulanları anlamıyoruz, onlar bizi anlamıyor. Londra’ya gidip 5 ayrı hocayla, jet hızıyla eğitim aldım. Çünkü dilsiz insan sağır ve kör gibidir. İyi ki de gitmişim” diyor o dönemi anlatırken. Denizcilik sektörüne girişi ise 1980’lerde gerçekleşiyor. “Biz babadan denizci değiliz. Samsun’da ilk ben denizciliği kurdum. O zaman İran’a, Irak’a kara nakliyesi yapıyorduk. 1992’de Todor Jivkov Bulgaristan yolunu kapatınca alternatif yol aramamız gerekti. Zaten iki tane yol var, biri Yunanistan biri de Bulgaristan. Böylece 1991’de daha sonra Amerika’ya sattığımız Un Ro-Ro doğdu. 1992’de ona paralel Ulusoy Ro-Ro’yu kurduk. Geçen 20 senede epey bir şeyler gördük, öğrendik. Zaten yaşam iyi talebelik gerektiren bir serüvendir ve bir ustası da yoktur.
Türkiye denizcilik konusunda daha uzun vadeli planlar yapmalı. Biz çok zengin bir ülke değiliz. Denizci millet, denizci ülke de olamadık. Epeyce ivme kazandık son 25 yılda ama bu yeterli değil. Baktığınızda, Yunanistan 16-17 kez büyük… Global kriz de Türk denizciliğini zora soktu. Bana göre, devlet ile sektörün iletişimi yeterli değil. Devletin sektöre daha yakın olması lazım. Bir kişi ölüyor tersanede, kıyametler kopuyor! İnsan yaşamı çok kıymetli ama karayollarında her yıl 4-5 bin insan ölüyor. Denizcilik üvey evlat muamelesi görüyor demiyorum ama deniz daha fazla desteklenmeli diye düşünüyorum. Denizciliğimizin dünya karasularında çok daha iyi duruma gelmesi için bir master plan yapmalıyız. Planlarımız 3-5 senelik değil, 50 yıllık olmalı. Yanlış yatırım yapacak lüksümüz yok çünkü…
Yılmaz Ulusoy’la hayat hikayesini özetlerken her ne kadar tüm anılarına bir pencere aralasak da, aslında kendisi bütün hayatını kaleme aldı. “Yaşamım için bu anlattıklarımın on katı fazla şey anlatılabilir ama ben kitabımda önemsediğim şeylere, sanata, kültüre, eğitime daha çok önem verdim. Çok emek verdim bu kitaplara… Ailemi anlatan kitabı babamın öldüğü gün, 1980 senesinde yazmaya başladım. Tam 32 bin sayfadan eleyerek 5 senede tamamladım. Eğitime çok önem verdim hayatımda… 1995 senesinde Of’ta babamın adına, Samsun’da eşimin adına, Üsküdar’da annem adına, Çeşme’de de şirket adına meslek liseleri yaptırdım ki Samsun’daki çok büyük, 69 dönüm arazi üzerine müthiş bir okuldur. Hepsi Denizcilik Meslek Lisesi. Bir de Adana’da yine eşimin adına anaokulu yaptırdım. Çünkü eğitim herşeyin başı. Türkiye’de bizim zamanımızdaki meslek okulları hep kapatıldı. Ara meslek elemanı yetiştirilmiyor. Mevcut meslek liseleri de yeterli değil. Yaptırdığım okullarda şu anda 2085 genç eğitim görüyor.
Tabii bir kitapta bir hayatın yüzde 100’ünü bir araya getirmek mümkün değil. Ancak yüzde 10’u var orada. Yaptığın günahları anlatamazsın ki… Bazı sırlar vardır, onları anlatamazsın. İnsan bildiklerini anlatsa yer yerinden oynar! İnsanın anlatamayacağı, anlatılması mümkün olmayan olaylar vardır. Hayatta nelerle karşılaştık… Ben kitabımda yaşadıklarımı ‘şerbetli’ olarak anlattım.
Denizcilik sektöründeki çalışmalara gelince, Ulusoy Denizcilik’te 10 şirketimiz, bünyesinde sahibi olup işlettiğimiz Ro-Ro ve kuruyük gemilerimiz var. Bir de Yılmaz Ulusoy Holding’in bünyesinde Çin’de kurulu Yank Fun Tersanesi’ne sipariş edilen 57 bin tonluk 4 kuru yük gemi siparişimiz var. Birincisi mayıs, ikincisi temmuz, üçüncüsü ekim, dördüncüsü de aralık 2011’de teslim alınacak.

Baba vasiyeti
Ben 41 yıllık evliyim, 3 çocuğum var, 4 de torunum. Hangi şartlarda olursa olsun haftanın bir günü ki o mutlaka pazar günüdür, geleneksel olarak bizim evde yemek yenir, herkes gelir. Oğluma ben ölürsem bu geleneği devam ettirmesini nasihat ettim. Pazar günü oturur yemek yeriz, sohbet ederiz. Seyahatlerin çoğunu hep beraber yaparız. Aile sevgisi müthiş bir duygudur, histir, ruhun en güzel gıdasıdır. İnsanın yaşamında iki tane yol vardır, biri ev biri iştir. Eğer kişi evinde mutlu değilse işinde de başarılı olamaz. Yaptığım her işin yanında 41 yıldır gayet mutlu ve sağlıklı bir aile birliği sağladığım için Allah’a şükrediyorum. Baba olmak da çok mesuliyetli bir iştir. Sizden bir can meydana geliyor, muhteşem bir his, ne büyük sorumluluk! Doğduğu zaman büyük kızım Pınar ailenin prensesiydi. Sonra ikinci kızım Pelin doğdu. Üçüncü evladım erkek oldu. Oğlumun oğlu doğduğunda, o da aynı şeyleri düşündü. Ben babamın ismi olan Mehmet Yılmaz’ı verdim oğluma, oğlum da benim adımı oğluna verdi.
Başkalarının yükünü taşıyamayanların kendisinden bahsetmeye hakkı yoktur. Tabii bu bir yaşam tarzıdır. Ben bunun çok sıkıntılarını çektim. Birisi bana gelip de bir iş söylediğinde eğer yapamazsam gece uykularım kaçar. Hayati bir mesele getiriyor ama olmuyor, onun yerine koyarım kendimi. Aslında önceliğim patronluk değildir. Önce babayım. 18 yaşında işe başladığımda öyleydim, aradan 51 yıl geçti… Ben hep baba oldum. Rahmetli babam Hacı Mehmet Bahattin Ulusoy’un bana vasiyeti: ‘Çocuklar, her şeyi zamanında yapın. Yaşadığınız sürece hep dürüst olun. Verdiğiniz sözü hangi şartta olursa olsun tutun.’ oldu.”

“Veren el alan elden üstündür”
Her ne konumda olunursa olunsun başkalarının sıkıntısını, üzüntüsünü yüreğinde, sanki kendi derdi gibi taşımak, iyilik yapmak, sıkıntıda olanı sevindirmek arzusunu gönülden hissetmek, insanı insan yapan en temel değerlerden biridir diye düşünüyorum. Ki her kim buna sahipse yaşamdaki en önemli erdemlerden birine sahiptir. Baba vasiyeti derken aslında merhum babasının sahip olduğu yegâne kişilik özelliklerinin başında gelen iyiliksever oluşu, Yılmaz Ulusoy’un da en değişmez hakikati. Bakın Ulusoy’un “Önemsiyorum, Öneriyorum” kitabında sevgiden çok uzaklaşmadan ‘vermek’ üzerine söyledikleri ne de güzel açıklıyor sahip olunası bu erdemi:
– Vermek, yaradanın insanlara sunduğu en güzel haslet, erdem ve bilgeliktir. Vermek evrendeki her bir rengin, sesin, kokunun, sevincin, şefkatin bilincine varan insanın, bunlara şükrederek, başkaları ile kendinde olan maddi manevi zenginlikleri paylaşmasıdır.
Vermenin en güzel anlatımını Ralph Waldo Emerson’un, “Yüzükler ve mücevherler armağan değildir, gerçek armağanı veremediğimiz için dilenen özürdür, gerçek armağan kendinden bir parçayı verebilmektir. Bazıları vardır ki, çok az şeye sahiptirler ve hepsini verirler. Bunlar hayata ve hayatın definesine inananlardır ve kasaları hiç boş kalmaz. Kimi insanlar büyük bir sevinç, nazik bir alçak gönüllülük, verdiği kişiyi incitmeme düşüncesi ile verirler. Bu eylemin hemen ardından içlerinin ısındığını, akıl ve gönül huzurunun yüzlerine vurduğunu hissederler.
Bu vermenin ödülüdür. Ancak ödülü almak için veren yanılgıdadır. O zaman vermenin kutsallığı, büyüsü, yüceliği bozulur.”
Bazen düşünüyorum, bu gazete vesile oldu kendi hayatımdan başka hayatların penceresinden içeri giriyorum. Bir hayata, bugünden 30 yıl, 60 yıl geriye doğru bakabiliyorum, ne güzel, ne büyük hazine diye seviniyorum kendi kendime… Mesela Yılmaz Ulusoy Holding Yönetim Kurulu Başkanı Yılmaz Bey, karşımda oturup bütün içtenliğiyle hayatını anlatıyor. Hayatta yapmak isteyip de yapamadığınız bir şey var mı diyorum, “Yok, Allah nasip etti her istediğimi başardım. Aldığım her nefese şükrediyorum” diyor. İşte, insanın yaşamdaki en büyük gayesi bu olmalı… Kendine güvenen ve ruhuyla barışık bir ‘insan’ olabilmeli. Geri dönüp muhasebesini yaptığında, elinde zorlukları başarmak için harcadığın emek, ödül olarak da yürekten hissedilen bir yaşam dolusu mutluluk olmalı. Başkalarına katkın olmalı. Gözümün önünde bir muhasebe tablosu var: Hayata geçirilmiş okullar, yazılmış 2 kitap, dünyaya katılmış çocuklar, torunlar… Üstelik yeni işlerin heyecanı da hissediliyor. Yılmaz Ulusoy, “Oğlum işin başında. 4 tane gemi var, küçük bir iş değil. Şirketler ayrıldıktan sonra iki sene içinde 300 milyon dolarlık yatırım yaptık. Bankalar Caddesi’ndeki Sümerbank’ın tarihi binasını aldık. Butik otele çevireceğiz orayı… Çok güzel olacak” diyor neşeyle.
Gençliğin ölçütü geleceğin bugünden daha güzel olacağına inanmaksa, işte Yılmaz Ulusoy’da o da var. Tanışma fırsatı bulduğum hedeflerine ulaşmış her yeni insanla, her an daha da güçleniyorum. ‘Yapabilir miyim?’ dediğim hedeflerime biraz daha yaklaşıyorum. Bu hikayeleri okudukça siz de ruhen aynı hisse kapılmıyor musunuz?
Yılmaz Bey, dünyaya yürekten ektiğiniz tüm sevgilerden çok canınız sağolsun! Azimle inandıklarınız uğruna mücadele verirken bilhassa sevgiden ödün vermediğiniz için ise sonsuz teşekkürler…

“Bırakılan her kitap bir dünya, diğerleri dünyalık…”

2005 yılında yayınlanan ilk kitabı Yılmayan Bir Adamın öyküsü’nde aile birliğine verdiği önemi ve özyaşam öyküsünü anlatan Yılmaz Ulusoy ya da Hıncal Uluç’un deyişiyle Yılmaz Adam, ikinci kitabı ‘Önemsiyorum, Öneriyorum’u doğumgünü, evlilik yıldönümü ve iş hayatına başlamasının 50. yılında tanıttı. Tecrübelerini gelecek kuşaklara aktarmayı seven Ulusoy, “Kitaplar dünya, bırakılan diğer şeyler ise dünyalıktır” diye düşündüğü için bir yeni kitabın hazırlıklarını sürdürüyor.

[/membership]

ETİKETLER: ,
Bunu Paylaşın