Yaşar Canca: Denizcilik sektörü dışlanıyor

Yeşim Yeliz Egeli

İnce Denizcilik Teknik Müdürü ve Gemi Makineleri İşletme Mühendisleri Odası Başkanı Ahmet Yaşar Canca ile yaşamı ve denizcilik sektörüne kattıkları, katacakları ve GEMİMO Başkanlığı üzerine kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik tabir caizse su gibi aktık…


Yaşar Canca hem akademik dünyayla iç içe hem denizcilik sektörüyle… Sosyal ve teknik konularda derinlemesine yetkin bir profil ve sektörde bu donanımda aydın kişi çok fazla yok. Hem eğitimci hem Türk deniz ticaretinin hayati konularında sosyal ve teknik bilimlerle entegre bütünleşik fikir üretebilen, düşünen, kimsenin bakmadığı zaviyeden meseleye yaklaşıp sorunu geleceği de gözeterek çözebilen, ürettiği çözümü uygulamak için sistem kurabilen bilgi sahibi bir lider, eş zamanlı ülke meseleleriyle de yakından ilgili. İşinde hem iktisadi hem teknik hem de ülkemizin topyekûn kalkınmasını önceleyen, düşün dünyasıyla çok yönlü bir mühendis, yönetici, eğitimci-öğretimci. Araştırma ve öğretme yönü o kadar baskın ki derinlerde bir yerde akademisyen olmak istemiş ancak yaşam bunu ona vermese de o çekip almış. Konuşmuyor, yapıyor… 

Yaşar Canca

Kimdir Yaşar Canca?


Yaşar Canca’nın Ahmet Yaşar Canca diye bir ön adı vardır. Hikâyesi de enteresandır. İlkokulda ve ortaokulda Ahmet diyorlardı bana, sonra lisede Yaşar demeye başladılar. Ben de Yaşar ismini daha çok sevmeye başladım. Genellikle yazarken A. diye kullanıyorum.


1961 Rize, Pazar doğumluyum. Pazar o zamanlar, 5 bin nüfuslu küçük bir ilçeydi. İlkokulda Merkez İlkokulu isimli çarşının içinde bir okulda, daha sonra da mahallemize açılan, eski bir evden bozma bir ilkokulda 4 ve 5’inci sınıflar ile birlikte eğitim gördüm. Ablam da bizimle aynı okuldaydı. Öğretmenimiz 4’üncü sınıf derslerini bırakıp 5’inci sınıfların derslerini çalıştığımı söylemişti. O dönem bu anlamda çok ön plana çıkmıştım. Ortaokulu yine Pazar Ortaokulu’nda okudum. Yaşar Canc

a

Pazar Ortaokulu’nu biraz tanımlamak gerekiyor. Pazar eski Roma döneminde İpek Yolu üzerindeki bir kasabaydı. İstanbul’daki Kız Kulesi’nin aynısı Pazar’da da vardır hâlâ da duruyor. Yeni yaptıkları havaalanını ona zarar vermeyecek şekilde yaptılar.


Pazar Doğu Karadeniz’in hırçın kayalıklarının nefes aldığı bir alandır. Pazar’dan başlayarak Ardeşen Fırtına Deresi’nin bitimine doğru bir alan var hafif kuzeybatıya bakar, kumsalları, limanları vardır. Ben 1930 yılındaki yabancı bir haritada, bizim köyün liman olduğunu orada gördüm, mahallenin deniz kanadı kısmının, o zaman ki adı ‘’Bulep-i Ulya (Zafer)’’ eski Osmanlıca bir adı vardı. Karadeniz’i biliyorsunuz kayalıklar denize paralel gider, gemilerin dik bir biçimde girip çıkmasına çok nadiren izin verir. Pazar’ın içinde iskelemiz vardı oraya gemiler gelir giderdi, liman başkanlığı vardı, küçücük bir yer olabilir ama hâlâ liman başkanlığı vardır. Millî Savunma Bakanlığı’nın bölgedeki en büyük askerlik şubesinin olduğu yerdi, birçok merkez oradaydı. Pazar geçmiş dönemde Rize’den daha büyüktü. Pazar’ın çoğu kişinin bilmediği bir özelliği daha vardır, Pazar dışarıdan göçmendir.


1576’da Rum Pontus yani Rumların bölgeyi boşaltıp kendi ülkelerine döndükleri zaman, Pazar Çayeli arasında bir tünel var, Melyat Tüneli, oradan Batum’a, hatta Hopa’ya kadar olan kısımdaki o bölgenin insanı göç edip gitmiştir. Gemilere binip gitmişlerdir, boşalmıştır orası. Yaşar Canca

Osmanlı Devleti o bölgeye Kafkaslar’dan, güneyden ve Osmanlı Devleti’nin başka bölgelerinden, batıdan, Girit’ten, hatta Tunus’tan bile insanlar yerleştirmiştir. Ben kendi sülâlemi araştırdım, biz Azerbaycan’dan Gümüşhane’ye, Gümüşhane’den de oraya göç etmiş bir aileyiz. Kuman Türklerindeniz. Osmanlı’nın 1532 yılındaki Kadı sicillerinde Gümüşhane’nin ismi Canca, yani bizim soyadımızla anılırdı. Orada kalemiz var, mahallemiz var. Kendimize ait uç beyi olduğumuz için para bastığımızı da söylüyorlar ama parayı bulamadım henüz, müzede olduğunu söylüyorlar. Dedelerimiz oradan gelme, Kuman Türk’ü olduğumuzu, soyadımızı biliyoruz. Hatta bizim soyadımız Atatürk tarafından verilmiştir. Bu çok  garip bir şeydir. Atatürk, Soyadı Kanunu döneminde, koruması olan babamın kuzeni Nazım Canca, “Soyadımızı ne yapalım?” diye sorduğu zaman, “Sizin çok güzel soyadınız var, ne diye değiştireceksiniz” demiş. Bizim soyadımız bizzat Atatürk tarafından verilmiştir. Canca soyadını almamızı istemiştir. Türklerde “can” kelimesi “özü, insanın, kişinin özünü” kast ediyor. Canla başlayan soyadları da Türklerin özünü anlatıyor.


Ortaokulda iyi bir öğrenciydim ancak liseye giderken 3’üncü sınıfta spora merak sardım. Okul takımında yaşım çok küçük olmasına rağmen amatör takımın kalecisiydim. Tabii o dönemlerde Türkiye’deki kapasiteyi düşününce, 1978 yılında üniversiteye gitmek adına çok fazla düşüncem yoktu ama iyi bir öğrenciydim. Fizik sınavına tarih, tarih sınavına matematik çalışırdım. Zihnimi böyle dinlendiriyormuşum sonradan söylediler. Adı Meryem olan kimya hocamız vardı. Bir gün yolda beni gördü, “Yaşar sınava girecek misin?” dedi. “Yok” dedim, nasıl olsa kazanamayacağız! Pazar Lisesi’nde ben lise sona giderken 1050 öğrenciydik, 8 öğretmenimiz vardı. 2’si resim öğretmeniydi, 2’si de müzik öğretmeni, 1 beden eğitimi ve 1 de coğrafya öğretmenimiz vardı. Allah selamet versin Erdoğan Aksu. O bütün derslerimize gelirdi. Fizik ve kimya derslerimiz boş geçerdi, yani böyle bir okulda okuyorsunuz, hayatınızda hiçbir üniversite sınavına girmemişsiniz, ne bekliyorsunuz ki, “ne olacak ki” diye düşünüyordum. Fakat o kimya hocasının “sen yaparsın, sınava gir” demesi beni etkilemiş, 2 arkadaşla birlikte, boş derslerimizi kendimiz çalışmaya başladık. Kimya dersi boş geçiyordu. Kimya dersini ders kitabından ben hazırlamıştım, ben arkadaşıma anlatıyordum o da bana fizik anlatıyordu ya da başka bir ders. Biz müfredatın önünde gidiyorduk hatta sanki sınıfta hoca varmış gibi müfredat işliyormuş gibi yaptık. Son bir ayda okula o dönemin eğitim enstitülerinden 45 günlük eğitimlerle fizik, kimya hocaları yolladılar. Hocalar derse geldiği zaman, biz artık konuyu bitirmiş oluyorduk. Onların bize vereceği fazla bir şey yoktu. Sınava o şekilde girdik, ben sınav tercihimi yapmadım. Kuzenim vardı, birgün yine geziyorum çarşıda, ‘Yaşar sınava başvurdun mu?’ dedi. ‘Hayır o ne?’ dedim. Dedi ki “sınava başvurmadan sınava giremiyorsun”. Biz o kadar bihaberdik. “Ben yaparım gel” dedi, tercihlerimi Zehra yani o kızcağız yaptı. Allah selamet versin. Ben kimyayı seviyorum, “kimya yaz” dedim, başka da bir tercih yapmadım. 16 yaşımda otobüsle kendim İstanbul’a geldim ve sınava girdim. Sınav sonuçları geldiği zaman ben biraz hayâl kırıklığına uğramıştım çünkü bütün soruları yaptığımı düşünüyordum ama yüzde 01’lik dilime girebilmişim. Biraz daha iyi bekliyordum. Kimya mühendisliğini kazandım, kaydımı da yaptırdım. Sonra bir gün Beşiktaş’tan Ortaköy’e doğru yürürken bir arkadaşım dedi ki, “Şurada bir okul var, gel bir bakalım denizci oluyorlar”. Direkleri dikkatimi çekmişti. Vapurla geçiyorsunuz karşıya. Şimdi Ziya Kalkavan Lisesi oldu, eski adı Yüksek Denizcilik Okulu. Baktım hoşuma gitti, “ben bu okula gideceğim” dedim ve okulumu bıraktım. O zaman ön kayıtla alınıyordu. Türkiye’de herhangi bir üniversiteyi kazansanız da sizi kabul ediyorlardı çünkü kendi sınavları vardı, sınavları da daha çok beden eğitimi ve psikolojik değerlendirme sınavlarıydı. Beden eğitimi sınavımızı rahmetli Ruhi Sarrap yapıyordu. Beni gördü, ben güverteci olmak istiyordum, ‘Sen makineci olacaksın’ dedi, ‘Bunu güverteye almayın’ diye de emir verdi. Mecbur makineci olduk. 

Yaşar Canca

Mesela o günlerden kalma yaşadığım bir olay var. Sınav değerlendirmesi bitti, bizi psikolojik değerlendirme için Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yolladılar, orada doktor aldı beni, saat 12.00 idi, sonra bana kızdı, “Bahçede otur 13.00’da seni alacağım tekrar” dedi. Ben de bahçede oturuyorum, bir baktım ağaçtan, oradan buradan insanlar yere atlıyor. Akıl hastalarının içine attı beni. Meğer beni izliyormuş nasıl tepki vereceğim diye. Şaşırıyorsun. Yukarıdan da insanlar atlıyor, sağda biri koşuyor, o bildiğimiz karikatürlere konu olan olaylar var ya, ben o şekilde o ise beni izliyormuş yalnızken nasıl tepki vereceğim diye. Ondan sonra bize, “denizci olur” belgesi verdi. Sonra kabul edildik, okula başladık. Okulda ilk birkaç sene iyi bir öğrenci değildim. Aslında İstanbul’a gelmiştim, bir kültür şoku vardı. 3 arkadaşla Arnavutköy’de bir çatı katında kalıyorduk, enteresan, Arnavutköy gibi bir yerde 3 arkadaşla çatı katında yıllarca birlikte kaldık.


Biz okula 1978’de girdik, STCW yeni yürürlüğe girmişti. Okulda IMO’nun bir ofisi vardı ve okuldaki eğitimi takip ediyorlardı ara ara görüşüyorduk. Sonra 1980’de biz okul stajındayken 12 Eylül oldu. Okula bir geldik, “burada öyle bir okul yok artık” dediler. “Nereye gideceğiz?” diye sorduk. “Biz size söyleriz” dediler. Tuzla’da şu andaki İTÜ Denizcilik Fakültesi’ne okulu taşımışlar, orası Köy İşleri Bakanlığı’nın yaz kampıydı. Yaz kampını alelacele okula çevirmişler. Daha doğrusu o dönemde önce okulu komple kapatmaya karar vermişler. Biz mesela 3’üncü sınıftan 4’e geçmişiz, “mezun edelim ehliyet de verelim gitsin bunlar” demişler. Ancak bu durum riskli olduğu için vazgeçmişler. Artık ne olduysa bazı sivil toplum kuruluşları mı karşı çıktı, belki tepki aldılar, Deniz Nakliyat da devletin güçlü kurumu o dönem artık ne olduysa vazgeçmişler. Okulu kapatmayıp bizi Deniz Kuvvetlerine bağlayıp okulu Tuzla’ya taşıdılar. Okul açıldı, “artık burada okuyacaksınız” dediler. Okula bir gittik, eylül ayında bizim başımızda bir yüzbaşı sınıf komutanı dörtlerin, bir ve ikilere de binbaşı vardı. Tabii biz Tuzla’ya gittiğimiz zaman orası bir yaz kampıydı okul falan değildi. Orayı yatılı yaptılar 169 kişiyi, son sınıfları bir koğuşa koydular. Daha küçük yatakhaneler olmasına rağmen 169 kişiyi tek yatakhaneye koydular. Bu yatakhanede ilginç anlatılacak çok farklı hikâyeler var. Aslında bize mobbing yaptılar. Örneğin nasıl mobbing yaptılar, kış geldi, soğuk var, bize palto vermediler. Bu arada sivilden palto getirip giyemiyorsunuz. Kazak vermediler. Sizin kendi kişisel kazağınızı da giymenize izin vermiyorlar. Haftanın birkaç günü dolaplarınız aranıyor, başka yabancı bir şey giysi dâhil var mı diye arıyorlardı. Ve hiç unutmuyorum, aralık ayıydı aynı asker gibi zaten Deniz Eğitim Komutanlığı’na bağladılar, başımızda bir tümamiral vardı, deniz kuvvetleriyle paralel eğitime aldılar bizi hatta 83 yılında ilk okula gelenlerin çoğu Deniz Harp Okulu diye gelmişler, yazmışlar okulu, yani o kadar iç içe girmişti eğitim. Bu durumda, okulda hizmet bölüğü vardı askerlerden oluşan, bizim için silah getirmişlerdi, son sınıfta silah eğitimi vereceklerdi… Yani bizi asker yapmaya karar vermişlerdi. Son sınıfları da bizim okuldaki geçmişten gelen sivil denizcilik geleneğinin yok olması için de bize çok ciddi mobbing yaptılar. O kadar detaylı geçmişe gitmek istemiyorum zira 40 sene geçti üzerinden… Ama amaçları bizi isyan ettirip okulu kapatmak. Bu kadar açık söylüyorum.


Niyet mi okuyorsunuz, bilgiye dayanarak mı söylüyorsunuz?


Hayır niyet okumuyorum daha sonra söylediler bize. Bizim başımızdaki yüzbaşı bunu itiraf etti bize. “Niye bizi o kadar zorladınız” dedik. Örneğin bir gün kar yağıyor. Paltolarımız yok. 5-7 arası içtima var aynı askerdeki gibi dışarıda. Kar yağıyor biz orada bekliyoruz. Kendisi sobanın başında oturuyor. 1 saat 45 dakika gelmedi yanımıza. Bizim isyan etmemizi bekliyor. Sonra 15 dakika kala geldi. Biz “Komutanım biz 1 buçuk saattir buradayız, ‘neden böyle’ yaptınız?” dedik. Çok enteresan bir cevap vermişti, “Hitler’i askerleri esas duruşta 6 saat bekledi, siz 1 saat 45 dakika bekleseniz ne olur.” Bu subay 2 yıl sonra, Barbaros Cafe’de kendisi itiraf etti, “Bizim amacımız sizi isyan ettirip okulu kapattırmaktı.”


Peki okul niye kapanıyordu?


Neden Yüksek Denizcilik Okulu (YDO)’nu kapatmak istemişlerdi? Bizimki 82 yılında oldu, 89 yılında YDO bir kere daha kapatılmak istenmişti. 1989 yılında ANAP iktidarı döneminde bütçe görüşmeleri yapılırken Deniz Kuvvetleri’nde YDO bütçe kaleminden çıkartılıyor. Para vermiyorlar ne yapacaksınız? Devlet, Maliye para vermiyorsa ne yapacaksınız? Kapatacaksınız demektir. O dönem Rahmetli Emin Kul ve arkadaşları, o 5 kişi, “Yapmayın, bu okulu kapatmayın. Nereden yetiştireceğiz sivil denizcileri” diyorlar. 12’ye 5 kala öneri veriyor, akıllarına da okulu Teknik Üniversite’ye bağlayalım fikri geliyor, ayaküstü okul kurtuluyor. Peki bu ne için yapılıyor, tabii bu daha önemli…. Biz sonra bunu nerede görüyoruz? Biliyorsunuz günümüzde de Kanal İstanbul vasıtasıyla çok konuşuluyor. Kanal İstanbul, Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi ile çok bağdaştırıldı, hatta bir iki konferansta Ali Kurumahmut ile beni yanlış anladığı için bir iki tartışmamız oldu. Onlara halbuki şunu söyledim; Montrö o kadar iyi bir Sözleşme ki, o dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük dehasıyla ve koşulların dayatmasıyla Batılı ülkelere kabul ettirmiş olduğu bu Sözleşme’nin -mecburen kabul ettiler çünkü bu sözleşmeyi- intikamını alıyorlar Türk denizciliğini engelleyerek diyorum, ben. Benim söylediğim bu. Yani o kadar iyi bir Sözleşmemiz var ki, Türk denizciliğinin gelişmesini engelliyorlar. Yaş

ar Canca

Bunu nerede görüyoruz? Örneğin 1989’ta biz, ilk Boğazlar Tüzüğü’nü gündeme getirdiğimiz zaman Rusya ve Yunanistan IMO, Denizcilik Örgütünde itiraz ediyorlar, hatta o kadar ileri gidiyorlar ki, “Türkiye’de STCW’ye uygun eğitim verilmiyor, bunların eğitimi dahi kabul edilmez, bunlar Türk Boğazları’nı kontrol edemez” diye, “paper” veriyor, şikâyet ediyorlar. Bundan sonra EMSA denetlemesine tabii tutuluyor ve işte o zaman İstanbul Teknik Üniversitesi, okulu fakülte yaparak EMSA denetlemesini geçsin diye büyük çaba veriyorlar. Ve barajı geçiyoruz.


Aynı yıllarda büyük bir Rus sivil gemisi Çanakkale Boğazı’nda Deniz Kuvvetlerimize ait bir gemimize bilerek çarpıyor ve IMO’ya şikâyet ederken de diyorlar ki, “Bakın Türk Deniz Kuvvetleri STCW’ye uygun eğitim veremiyor, bunların zaten ehliyetleri yok, bunlar bunu idare edemez, Türk Boğazları’nı bunlar kontrol edemez biz kontrol edelim” yaklaşımları üzerinden üst düzey bir tartışma çıkmıştı. Şimdi bu bağlamda Kanal İstanbul konusuna geri dönersek, Kanal İstanbul ile Montrö Boğazlar Sözleşmesi iptal edilirse biz Lozan’a geri döneceğiz. Lozan Antlaşması’nda çok kişi ne olduğunu ya bilmiyor ya hatırlamıyor. Türk Boğazları IMO’ya bağlı, BM’ye bağlı bir komisyon tarafından yönetiliyordu. Orada iki Türk üye vardı. Kolluk Kuvvetleri olarak tanımlanıyor, askeri bırakın zabıta bile giremiyor. Bir harita çizmişler 5 km-17 km etrafında kalan yere giremiyorduk. Bunu istiyorlar. Geriye dönmek istiyorlar. Bunu kim istiyor? Bizden başka herkes istiyor. TMMOB Temsilcisi olarak Kanal İstanbul Komisyonu’nda çalıştım. Kanal İstanbul yapılırsa, Kanal İstanbul Projesi güzergâhına baktığın zaman Küçükçekmece’den çıkıyor, Tekirdağ sahillerinden tekrar Saros Körfezi’nden aşağı doğru iniyor. Biz Boğazlar Tüzüğü’nü geçirirken onlara bir harita verdik, Marmara Denizi’nin tamamı Boğazlar Tüzüğü’nde tanımlanmış olsa da bir deniz yolumuz var orada, gemiler o rotanın dışına çıkamıyorlar. O rotanın dışına çıktıkları zaman karasularımıza girmiş oluyorlar, bu uğraksız geçiş hakkını ihlâl etmiş sayılıyorlar. İşte o haritanın dışına çıkacak bir alanda bir kanal yapmayı düşünüyorlardı. Montrö Sözleşmesi’ni bypass etme çalışmasıydı o.


O dönem idareden bazı yetkililer çıkıp “Bu proje Montrö’yü delmez” dediler. Ali Kurumahmut da İMEAK DTO’da Meclis Başkanı Salih Zeki Çakır’ın daveti üzerine üyelere buna ilişkin bir sunum yapmıştı. Hatta yanıtını tam alamadığım bir soru sormuştum. Kurumahmut’a katılıyor musunuz?


Ben o söylediklerine katılmıyorum. Neden katılmıyorum, çünkü uluslararası bir sözleşme olan Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi yürürlüğe girişinden itibaren 20 yıl sürecektir. Üyelerden biri “Ben çıkmak istiyorum. Bunu iptal edelim” dediği an iki yıl içinde tasviye etmeniz gerekiyor. Bu o kadar zor bir şey değil yani. Rusya Ukrayna savaşında gördük, bir tane geminin geçmesine izin vermiş olsaydık, delmiş olacaktık, ondan sonra sorununun nerede duracağı belli değil. Yaşar Can

ca

Rusya Ukrayna Savaşı’nda biz süreci iyi yönettik, Montrö de buna çok yardımcı oldu diyebilir miyiz?


Evet. Devlet aklı yürürlüğe girdi ve burada “Devletin çıkarları söz konusu” dedi, devlet devreye girdi, devlet doğru yönetti, doğru söylüyorsunuz. Burada hemfikiriz.


Okul yıllarına geri dönelim mi, mezuniyet ve sonrası süreç ile kariyeriniz nasıl gelişti?


3 sene Beşiktaş’ta okuduk ve bizi attılar Tuzla’ya bir daha dönmedik, zaten kapattılar orayı. Yani biz 1981’in sonbaharında geçtik Tuzla’ya. Ortaköy’ü kapattılar, biz ondan sonra Tuzla’da devam ettik ve mezun olduk. 1982 yılında, 1 Temmuz’da geleneksel mezuniyet töreni yapıldı. Çok enteresan, hiç unutmuyorum, diplomaları önden verdiler, arkadan askeri birlik “mecburi hizmetiniz var” diye elimizden diplomalarımızı geri aldı.


Bu durumun çok enteresan bir hikâyesi oldu, bana bir faydası oldu diyelim. Akademik dünyaya geri döndüm, esasen çok seviyormuşum. Hızımı alamamışım. “Biraz daha okuyacağım” dedim. Ben bu kapatmalar devam edecek düşüncesiyle bir daha üniversite okumaya ve sınava girmeye karar verdim. Sınava girerken benden son mezun olduğum okulun diplomasını istediler. O zaman sınava başvurabilmek için istedim ama denizcilik okulu diplomamı vermedi. Ben de gittim lise diplomamla başvuru yaptım. Lise diplomamla başvuru yapınca 83 yılında, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdiğim zaman, orada YÖK kuruldu. YÖK, bir üniversiteden mezun olanların askerlik yapmadan ikinci üniversite okumalarını yasakladı. Dolayısıyla okuldan herkesi attılar ama benim diplomam lise diploması olduğu için beni atmadılar, hatta ben öğrenci işlerine gidiyordum, orada yazıyordu, “İTÜ Denizcilik Fakültesi” mezunu diye koca koca harflerle ama beni atmadılar, böyle bir faydası oldu benim için (gülüyor). Yaşa

r Canca

Orada da “Yaşar ne yaşar, ne yaşamaz” olduk. TDİ’de çalışıyorum, makine zabitiydim. Öğrenci işlerine sordum, “Ne yapacağız?” diye. Askerlik şubesinden bir kâğıt getir dediler. Askerlik Şubesi de “Sen git okul bize kâğıt yollasın, biz senin askerliğini erteleyeceğiz” dedi. Biz de öyle sandık, okula gidip geliyoruz, bir yandan çalışıyoruz. Bir gün 3’üncü sınıftayım, aylardan mayıs, eve polis geldi. “Seni mevcutlu olarak Beşiktaş Karakolu’na götüreceğiz” dedi. Gittik. Ben de “Kamuda çalışıyorum, ne oldu?” diye sorunca, “Asker kaçağısın” dediler. Beni “asker kaçağı” diye kamuda dava etmişler. Mahkemeyi kaybetmişim. Mahkemeye çıktım. Elimde kitaplar, vize dönemi. Okulu bitirmeme izin verdiler. O dönemin parasıyla 30 bin lira kadar bir para cezası ödedim. Sonra okul bitti. Askere gittim. “Sen kimsin?” dediler (gülüyor). “Ya ben işte mahkemeye verdiğiniz adamım” dedim. Dediler ki “Senin mahkemen Erzurum Kolorduya bağlı. Git oradan mahkeme sonucunu getir.” “Ben oradan nasıl getireyim” dedim. “Evladım iyi ya işte askere gitmezsin” dedi. “Yok” dedim, “ben askere gideceğim.” Askerlik şubesi bana bir yazı verdi, Erzurum’daki askerlik şubesine gittim. Yazıyı verdim. “Bizde böyle biri yok” dediler. “Yahu nasıl olur?” Yaşar ne yaşar ne yaşamaz olduk (gülüyoruz). Maliye bakanlığına ödediğim makbuzu gösterince, ikna oldu, “Doğru mahkemeye biz vermişiz” diyerek. Şube başkanına kadar çıktık, “Böyle biri yok burada” diyorlar hâlâ… “Git arşivde kendini bul” dediler (gülüyoruz). Nereden bulacağım koskoca askerlik şubesinin arşivinde. Eski bir personeli çağırdılar, o da teyit ediyor, “Evet Pazar ilçesi bize bağlı, evet seni mahkemeye biz vermişiz. Sonra arşivleri geçen sene taşıdık, acaba atlanmasın, o taşımada” dedi. Eski arşivdeki kayıtlara bakınca bulundum, geçirirken beni kayıt etmeyi unutmuşlar. Orada yaşıyor, burada yaşamıyor olacaktım. Öyle bir hadise ki ömür boyu askerlik yapmayabilirdim. Ancak askerlik şubesine geldim, “Kâğıdı getirdim, beni askere yollayın artık” dedim. “Yok” dediler. “Neden?” dedim. “Seni tekrar mahkemeye vereceğiz” demezler mi… Ne mahkemesi, TDİ’den ayrıldım. Okulu bitirdim. Ne yapacağım ben dedim, şaşkınım. Sonra Gazi Yaşargil bir Askerlik Kanunu çıkarttı. Bu kanundan çok az kişi yararlanabildi, bana da vurdu. O sayede yedek subaylık hakkımı kaybettiğim için er olarak süreci iyi yönettik, Manisa’da 8’inci Piyade Alayı’nda askerliği yaptım. Enteresandır, ama o alay cezalıydı. Nasıl cezalıydı? Enteresan bir cezası vardı. Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılar İzmir’e çıkınca Manisa’ya doğru geldikleri zaman Atatürk, Manisa Alayı’na emir vermiş ve demiş ki “Afyon’a çekilin” Bu emri verince, halk askerlerin önüne çıkmış, “Silahları bize bırakın” diye… Alay komutanı Atatürk’e, durumu telgrafla aktarıyor ve soruyor, “Millet önümüze çıktı, silahları istiyorlar, kırıp geçelim mi?” diye soruyor. Atatürk çok büyük adamdı. “Silahları bırakın, gelin, onlar bizim insanımız biz silah buluruz ama insanımızı bulamayız” diyor. Alay geri çekiliyor. Yılını tam anımsamıyorum ama zaferi kazandıktan sonra sancağına bir ceza vermişler, alay içinde sancak hapisti, silahlarını teslim ettikleri için… Orada askerlik yaptım. Tabii biz Karadenizli insanlar olarak fikrimizi açıkça söylediğimiz için bir sürü ceza aldım bir mühendis olarak fayda da sağladım. Güzel anlamlı anılar…


7-8 günlük askerim soğuklar geldi, enteresan kaloriferler yanmıyor. Kalorifer kazanından anlayan var mı, dediler. Birlikte askerlik yaptığım Profilo’nun döküm müdürü vardı. Ben de askere gittiğim dönemde ikinci mühendisim. O beni bulmalarını söylemiş. Gittik kazan dairesine… Subay lojmanlarının kaloriferleri 1 buçuk senedir yanmıyor, dediler. Her yere baktım, kesin dedim, valflerden birinin dili düşmüştür. Tespitim doğru. Tarif ettim. Penseyle çek kapağını kapat dedim. Yaptılar.


Gece 15 dakika oldu olmadı, hani Karadeniz’de havaya silah atarlar ya sevinçten bütün herkes sevinçten silah atmaya başladı, ısınıyoruz diye kıyamet kopuyor (gülüyoruz). Sonra olası sorunlarda bizi görevlendirmeye başladılar. Hem dönem arkadaşlarım beni severken oranın başka bakış açısıyla bakan askerleri de bize gıcık olmaya başladı. Hep angarya cezalar veriyorlardı. En son bir gün “sürüneceksin” dedi, dirsekli sürünme var askerde, herkesi geçtim, sonra, “tamam seninle uğraşmıyoruz” dediler (gülüyoruz).


Sonrasında denize çıktım, geldikten sonra sivil bahriyeye, yani özel sektöre geçtim. 1988’den 1993 sonuna kadar özel yük gemilerinde önce ikinci mühendis, sonra başmühendis olarak çalıştım. 2 yıl başmühendislik yaptıktan sonra şu an hâlâ çalışmakta olduğum İnce Denizcilik’te teknik müdür olarak görev yapmaya devam ediyorum. 90 yılında girdim İnce Denizcilik’e…


32 yıl ciddi bir istikrar, başarı… Sizce?


Bizim sektörümüzdeki armatörlerin yani gemi sahiplerinin çoğu aslında bir denizci olarak küçük bir denizcilik şirketi mavnacılıktan, kostercilik, kıyı denizciliği yaparak denizci olmalarına rağmen büyük denizcilik şirketi olmaya geçiş aşamasında buna hazır değildi ve hiç hazırlık yapmadılar. Hiç hazırlık yapmadıkları için biraz el yordamı yöntemiyle oluştu her şey Türk denizciliğinde. Ben de Bedri Bey yani rahmetli babamdan sonra saygı duyduğum bir insan olduğu için kendi yüzüne söylüyorum, hatta kendisine bir gün “Mercedes’e bindiğiniz için kızmadığım tek kişisiniz” dedim. Bir idealim vardı benim. Türkiye… Hiç parayı düşünmedim. Ben de armatör olayım, ben de zengin olayım gibi ihtiraslarım olmadı. Hep toplumsalcı düşüncem öne çıktı. Hatta eşimle tartışırız zaman zaman bu konuda, “Bu kadar toplumsalcı olma biraz da bizi düşün” der. Aslında tartışmalarımızın temelini bu oluşturur ama ben böyle biriyim.


Kamucuyum, yani devletçiyim, çünkü insanın, bireyin gücü, devletin gücü kadardır.  Bugün Abramoviç olayında gördük, ne kadar güçlü olsan da Rusya’nın yaptıklarından ne hale geldiler. Ben devletin güçlü olması gerektiğine inanıyorum. Kamu veya özel sektör olabilir, olmasında bir problem yok, onlar ayrı bir iştir. Armatör olmak, tüccar olmak. Hatta ben toplantılarda genellikle şöyle söylüyorum. “Armatörlere öyle bakmayın, bir özellikleri var ki biz armatör olamadık, onlar oldular, onlar olmasa ne yapacaksın!”


Ben 1994 yılında eşim Gülçin ile evlendim. Kendisi bir akademisyendir, sanat tarihi doktorudur. İki oğlumuz var, biri 95 doğumlu. Orhun endüstri mühendisidir şu anda Aposto isimli bir dijital medyanın sahibi ve dijital editörüdür.  Onların da kendilerine göre hikâyeleri var tabii ki. Koç Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. Daha önce İTÜ’de Kontrol Mühendisliği Bölümü’nü kazandı. Ben devlet üniversitesinde okumasını istedim, o sonra bıraktı. Devlet üniversitesine kolejden geldi. Uluslararası IB sınavlarında, lisedeki fizik laboratuvarı dersinde, “Sen bu raporu yazamazsın” diyen bir araştırma görevlisinin yüzüne raporu atmasıyla İTÜ’den soğuyan bir öğrenci.


Ben bunu iki rektör beye de anlattım, yani buna dikkat edin dedim, kolejden de size geliyorlar ama siz onları kovuyorsunuz, kovdular, çünkü resmen tekrar sınava girdi. Koç’ta okudu, küçük oğlum da Eyüboğlu Fen Lisesi’nde okuyor, o da bu sene sınava girecek. Eyüboğlu da iyi bir lise, hiç sekmiyor yani mezunları istediği bölüme girebiliyor. Eskiden çok daha iyiydi. Orhunların döneminde 2013’te mezun oldu. Orhun da 40 kişiydiler bunlar. IB sınıfında 30 kadar kişi yurt dışında okul kazanmıştı. Harvard’tan Oxford’a kadar. Ben yurt dışında okumasını istemedim aslında. Oğlum bana kızdı. Sebebini şöyle açıkladım ona, “Bak” dedim, “Sen yurt dışında okuyabilirsin, bu senin sevdiğin bir şey arkadaşlarının da öyle ama yurt dışında üniversite okuyan bir kişi bu ülkeye uyum sağlayamaz, zorluk çekiyorsunuz çünkü üniversite arkadaşlarınız multinationality (çok uluslu) insanlar, aidiyet duygunuz oluşmuyor ve göç ediyorsunuz. Sonuçta ben Rize’den İstanbul’a giderken yaşadığım kültürel sorunların sen, karesini, küpünü başka bir ülkede yaşayacaksın. Burada üniversiteni bitir sonra istediğin yerde, istediğin yaşamı sürdürebilirsin, o senin hakkın” dedim. Öyle bir anlaşmazlığımız oldu. Şimdi biraz o da anladı ne demek istediğimi.


14 sene kaldım denizde. Ben denizcilik okulunu okurken ve çalışırken kendime zaten bir kariyer planlaması yapmasam da araştırmayı ve bilgiyi seven bir insandım. Bana lisede ya asker olacaksın ya akademisyen olacaksın demişlerdi. Ben şunu gördüm, denizcilik okulunu bitirdiğim zaman, o dönemde denizcilik okulu biraz tekdüzeydi, bana tekdüze geldi, sadece deniz insanı yetiştirmek için müfredat vardı.


Size söylemiştim, 01’lik bir öğrenciyim, Türkiye’de o dönemde sonra haksızlıklar yapıldı. Daha adil olduğunu düşündüğüm bir sınavla buraya gelmiş, kendi kendine fizik, kimya, matematik çalışmış biri olarak araştırmayı seven biri olarak yetersiz olduğunu gördüm, gittim İstanbul Üniversitesi’nde okudum. İÜ İktisat Fakültesi’nde, benim dönemim tabii efsane bir dönemde, şu anda adına üniversite kurulmuş 7 tane hocam, benim direkt sınıfta hocamdı. Ben hâlâ Türkiye’de sosyal bilimler dalında diğer üniversitelerin İstanbul Üniversitesi’nin eline su dökebileceğini düşünmüyorum. Son birkaç yıldır okulu takip edemiyorum ama kendi hocaları var, kendi kitapları var. Mesela çok kişi tanımaz bilim metodolojisi diye bir hocamız vardı. Bu modern dünyanın İbn-i Haldun’udur, ama kimse bilmez bunu, benim birebir hocamdı, yıllar sonra kitaplarını aradım buldum, oradan çok şey öğrendim, çok fazla ayrıntıya indim, bütün dersleri severek yapıyordum. Bir makro iktisat dersimde 3 ayrı ekolün 3 ayrı kitabını bitirdikten sonra sınava giriyordum. Bazen ekolleri birbirine karıştırıyordum, yandaki öğrenciye bakıyordum ne yazmış diye. Ben 97 alıyordum o zayıf alıyordu. Hocaya itiraz ediyordu “Bana baktı, o nasıl 97 aldı?” diye soruyordu. Hoca “Baktın mı?” diye soruyordu, “Baktım hocam” diyordum. “Baktım ama ben onun için bakmadım ki ben ekolü karıştırmayayım” diye baktım. Çok severek okudum, sonra denizde çalıştım, her şey sırasıyla, biraz da şans oldu. İnce Denizcilik bana çok şey verdi, ben de İnce Denizcilik’e epey şey verdiğimi düşünüyorum.


Hanım arada dalga geçiyor, “Yer değiştirseydik sen üniversiteye gitseydin, çalışsaydın” diyor“, “Beni kıskanıyorsun” diyor.


Araştırarak öğrenmeyi seviyorum, bu beni mutlu ediyor ve beynimin başka bölümlerinin çalıştığını hissediyorum. Koordinasyon kurabiliyorum hem fen bilimleri hem sosyal bilimler okudum. Bugün endüstri mühendisliği bölümlerinin tasarlanma amacı da buymuş sonradan öğrendim. Onun da ben ikisini bir arada yapabiliyorum, o bana birtakım avantajlar sağladı ama tabii çok risk analizi yaptığım için tüccar olmak para kazanmak benim önceliklerim arasında çok fazla bulunmadı. Çok fazla düşünmedim. Mesela şirkette çalıştığım dönemlerde ilginç teklifler geldi. Milyon dolarlık teklifler geldi. “Gemi alalım, geminin başında dur, ortak edelim” diye. Beni etkilemedi bile.


Risk almaktan daha çok benim başladığım bir iş var, daha bitmedi. İnce Denizcilik’i getirdiğimiz yeri yeterli bulmuyorum, yeterli bulmama sebebim de yani bir örnek olacak yönetim şekliyle ve sektördeki yeriyle bir denizcilik Türk şirketi profilini oluşturma hedefim var. Bu tatmin olacağım yer, bunu tamamlayınca tatmin olacağım, yoksa zengin olmak para kazanmak değil. Ben kendi kişisel çıkarlarımı düşünmüyorum. Daha büyük bir hedef benimkisi.


JEMS dergisini de çok satın almak istiyorlar, geldiler bana 1960 yılında kurulmuş bir dergi. Eskiler bilir ETA dergisi… JEMS Scientific Index’e giren denizcilik sektöründeki tek dergi artık. Uluslararası hakemli bir dergidir. “Parayla satar mısınız?” dediler! Geçenlerde yine mail ilettiler aynı taleple. Dedim ki “1 milyar dolar verirseniz veririm.” Dediler ki “Bir dergiye 1 milyar dolar mı verilir?” Benim için değeri o, sizin için değeri ne kadar olur, beni ilgilendirmez.


GEMİMO’daki serüveniniz nasıl başladı?


Ben Oda’da 2008’den beri yöneticilik yapıyorum, yani yönetim kurulu üyeliği yaptım, saymanlık yaptım, sonra bir dönem de ikinci başkanlık yaptım. Biz bir önceki ekibimle aslında daha uyumlu çalışıyorduk. Feramuz Başkan, dışarıdan farklı gözükebilir ama Oda üzerinde çok farklı bir misyonu vardı, tanınırlık ve bilinilirliği çok önemsedi. 19 yıl yaptığı başkanlık döneminde birlikte çalıştık, kendisine teşekkür ederim. Biz biliyorsunuz anayasal bir kuruluşuz, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB)’nin altında bir Oda’yız. TMMOB’ta çok etkiliydik. Biz birlikte çalıştık, ekibimiz şöyleydi; ben düşünen, fikir üreten kişiydim. Biri, fiili aktivitelerde bulunması gerekiyordu. Ben başkanlığı çok düşünmüyordum, kendimi biraz daha böyle emekli hayatına doğru çekerim diye düşünüyordum ama bize misyon değişikliği gerekiyor. Özellikle başkan olalım, artık öyle gidelim şeklinde bir gelişme oldu. Benim de bir şekilde Oda’ya katabileceğim misyonlar vardı. O birikimlerimi sunmak, oda sektör ilişkisini sağlamak açısından. Odaya yeni bir yönetim kurulu oluşturduk, sağ olsun onlar da beni seçtiler ama bir ekip işi bu. Ben işleri tasarlarken ekip olarak düşünüyorum, hiçbir zaman kişisel olarak düşünmüyorum. Yönetim Kurulu toplantılarımızda, yedek-asil üye diye bir ayrım yok.


Yönetiminizde kadın üyenizin olmaması dikkat çekti, neden?


Denizci Kadınlar Etkinliğimizi yedek yönetim kurulu üyelerimiz planlayıp, düzenlediler. Bu dönem çok enteresan bir şey oldu. Daha önceki dönemlerde hep kadın yönetim kurulu üyemiz vardı. Bu defa hiç kadın yönetim kurulu üyemiz yok ama yedek yönetim kurulu üyelerimizin 6’sı kadın, öyle denk geldi, öyle oldu.


Aslında odaya başkan olmayı kabul etmemin bir sebebi de TMMOB Genel Kurulu’ndaydım, Türk olarak genel kuruluna gidiyordum, çatısı altında 20’yi aşkın oda var. Bu odaların toplantılarında genel kurullarda denizcilikle ilgili hiçbir şey yok. O sıra gemicilikle ilgili iki odamız var, Gemi Mühendisleri Odamız ve Gemi Makineleri İşletme Mühendisleri Odamız. Sektörün TMMOB’u dışladığını gördüm. Devlet kurumları TMMOB’u ötekileştirmiş durumda. Türkiye’deki mimar, mühendisler ve şehir planlamacıları sanki bu devletin bu ülkenin varlığı değilmiş gibi bir bakış açısı veya bir algı oluşmuş gibi. Halbuki Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği var değil mi? Aynı anda kurulmuşlar. Daha öte bir şey söyleyeyim, etrafınıza bir bakın yaşamınızda mühendislerin olmadığı ne var? Bir de şu var, dünyanın millî gelirindeki artışı, sanayi evreleri arttıkça hızla artmıştır. Örneğin 1830’a kadar çok stabil giden dünya millî geliri, buharın kullanılmasıyla, elektriğin kullanılmasıyla, otomasyonun kullanılmasıyla, inanılmaz artmıştır ve bugün 112 trilyon dolara ulaşmıştır. Dünyadaki millî gelir, tabii bunun içerisinde kayıt dışı olanlar da dahil olarak. Ama bu tamamen mühendislikle ilgili teknikle ilgili zaten. Bir ülke millî gelirinin yüzde 20’sinden daha fazlasını teknolojik üretimden alırsa o gelişmiş bir ülke sayılıyor. Sizin zengin ya da fakir olmanıza bakmıyor. Nereden elde etiğinize bakıyor. Bizde şu anda 2002’de yüzde 13,9’du. Sonra 14,1’e çıktı. Aslında o millî gelir düştüğü için oldu. 2016’ya baktığımız zaman 6,9’a düşmüştü. Şu an 8’ler civarında. Türkiye’nin yaşadığı bütün ekonomik sorunlarının kaynağı millî gelir içerisindeki endüstrinin payını düşürdüğümüz için bunları yaşadık yani fabrikaları kapattık, özelleştirme yaptık, onu bunu eldekileri kapattık. Bu yüzden başkan oldum. Mühendisliğin değeri bilinmiyor ve TMMOB’un bütün söylemlerinin özünde kamu yararı, devletçilik, halkçılık var. Kamu menfaati ve geçmişin mirası, geleceğin emaneti diye bakıyorlar. Aslında devleti koruyor, yatıyor, kalkıyor devlet diyor. Aynı zamanda laik. Ben mühendislik kısmına bakıyorum. Devlet diyor, yatıyor devlet, kalkıyor devlet…


Peki TMMOB niye dışlanıyor?


Neden, çünkü 3 sebebi var. Devleti yöneten kişiler kaynakları kişisel çıkarları ya da yandaşları için kullandığı zaman TMMOB hemen karşısına çıkıyor, hemen yüzüne vuruyor. Haliyle rahatsız olunuyor bundan ama tabii hemen ötekileştiriliyorsunuz. “Vay sen devlete karşı geliyorsun.”


Aslında devlete karşı gelinmiyor, senin devlet adına yaptığın yanlışlara karşı geliniyor. İkincisi devleti yönetenler bir süre sonra patronaj sistemine giriyor. “Devlet benim, her şey benim.” Birlik ise “Devlet sen değilsin, hepimiz devletiz” diyor. Toplumsal muhalefeti örgütlediği için çünkü bu üyelerin hepsi yükseğinden profesörüne kadar mühendisler. İşte bu mühendisler halkın menfaatlerini konuştuğu zaman cevap verilemiyor, akla, mantığa uygun doğru düzgün konuşuyorlar, işte bu da istenmiyor.


Patronaj sisteminde bir de ben bunun çok açık bir şekilde Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) olduğunu düşünüyorum. Türkiye’deki eğitimli mühendislerin böyle mesleğe küstürülerek organizasyonun dışına itilerek yurt dışına gitmeleri sağlanıyor. Türkiye’nin işte o bahsettiğim refah toplumuna ulaşmak için kalkınmada itici güç ihtiyacı olan teknik altyapının yok olması için bunları yapıyorlar. Bu çok açık bir şekilde manipüle ediliyor.


Biz ilerlemek istiyoruz ama bir şey bize engel oluyor. Ne oluyor fazlasıyla görebiliyorsunuz aslında, niye ders alınmıyor, ben onu anlamıyorum?


Alınmıyor çünkü bu bir proje bir yerlerden düğmeye basılıyor. Ben bunu, TMMOB’taki genel kurulumuz var ay sonunda, orada da gündeme getireceğim. Yani bu durumda sizin de suçunuz var, siz de o zaman topluma yanlış anlatıyorsunuz. Mesela TMMOB’da yanlış biliniyor. TMMOB aslında anayasal bir kurumdur, bu odaların üst birliğidir. Tabipler Odası gibi Barolar gibi yapısı ve bakış açısı var. Siz niye mühendissiniz, niye siyaset konuşuyorsunuz. İyi de Kanal İstanbul yapıyorsan, zararlıysa konuşmayacağız mı, kim konuşacak? Yangın çıkıyor, ormanlar yanıyor, ağaçları kesiyorsun, zeytini bırakmıyorsun, dereleri kör ediyorsun! Kim konuşacak? Kimse konuşamıyor. Odamıza gelince benim birinci hedefim buydu.


Türkiye’de denizcilik sektöründe mühendisliğin de aynı TMMOB’da olduğu gibi arka plana itildiğini gördük. Odayı da adeta kanarya severler derneğinin bir parçasıymış gibi görüyorlar. Hayır burası meslek odası ve özellikle mesleği yapan insanların bizimle iş birliği yapması gerekiyor. Örneğin gemi adamları disiplin komisyonu gibi kuruluşlar, bütün gemi adamlarının disiplinsiz davranışlarını cezalandırıyorsunuz. Fakat çalışan mühendislerin şu anda bütün güverte ve makine bölümü öğrencileri, mezunları bizim üyemiz, bizim üyemiz olması gerekiyor. Türkiye’de başka oda yok çünkü. Deniz, ulaştırma, işletme mühendisleri onlar da bizim üyemiz oluyor. Meslek odalarıyız biz, bizim etik kurullarımız var, yüksek onur kurullarımız var. Bu kişilerin mesleği kötü kullanmaları armatör ya da işverene mesleğini kötüye kullanarak zarar vermeleri durumunda onları engelleyecek kuruluş burası. Gemi Adamları Disiplin Komisyonu’nun verdiği cezanın bir anlamı yok. Bir süre sonra mahkeme yoluyla geri gidiyor ama bizim verdiğimiz ceza meslekten men edebiliyor insanı. Ben özellikle sektörün bizi de TMMOB’u dışladığı gibi dışlamasını da yadırgıyorum doğrusu. Yeri geldiği zaman birlikte yapalım deniliyor, sektörüz diyorsunuz. 113 yıl önce kurulmuş bir yüksek denizcilik okulu var. İTÜ Denizcilik Fakültesi var, sektörün neresine giderseniz mezunlarınız var, armatör olmuşlar, yönetici olmuşlar, bakan olmuşlar ama bizi orada hep dışlıyorlar. Benim görevim de bu 3 sac ayağını tamamlamak. Unutmayın bir geminin 3 temel varlığı vardır.  İlki (geminin) fiziki varlığı inşa edilmesi gerekiyor. İkincisi çalışanı, üçüncüsü ise sahibi.  Bu üçgen tamamlanmadan o denizcilik gelişmez.


Türk armatörleri neden uluslararası arenada pay sahibi olamıyor, potansiyel varken?


Bir kere Türkiye’nin bir numaralı problemi daha başında söyledim, Türkiye’de denizcilik engelleniyor. Bunu kime sorarsanız sorun, engelleniyor. Nereden engelleniyor, Montrö Sözleşmesi’ndeki ülkeleri adres gösterdim, oraya bakabilirsiniz. Türkiye’de denizcilik sektörünün gelişmesinin önünde tarife dışı engeller var.


Uluslararası feodal emperyalizmin kullandığı yöntem şudur, eskiden biliyorsunuz koloni valileri yolluyorlardı. Onlar sıkıntı ve maliyeti çok yüksekti. Şimdi yöntemleri, ya kendi ülkelerinde eğitilmiş “casusları” yolluyorlar, ben onlara “casus” diyorum veya eğitimsiz insanları belirli yerlere getirerek o meslekten anlamayan insanları, devlet kamu kuruluşlarına getirerek yanlarına bir danışman vererek yapıyorlar bunu. Osmanlı döneminde de çok yaptılar, günümüzde de çokça yapıyorlar. Hatta bir toplantıda bir sayın bakana, “Danışmanlarınıza dikkat edin” demiştim, “Benim danışmanım yok” demişti, “Ona değil yabancı danışmanlarınıza dikkat edin” demiştim. Yani Türkiye’de maalesef bu şekilde denizcilik engelleniyor.


Ahmet Yaşar Canca


Peki Türk armatörü ne yapmalı?


Türk armatörü bir kere devlet olarak denizcilik sektöründe hak ettiği kadarını istemiyor. Hak ettiği kadar önemsemeleri gerekiyor. Dünya ne yapıyorsa biz o kadarını istiyoruz, fazlasını istemiyoruz ama Türkiye’de maalesef denizcilik ne zaman akıllara geliyor, limanlara inşaat yapılacağı zaman, yani inşaatçılar için denizciler akla geliyor. Bir de yatçılık yapacağı zaman marinalar aklına geliyor. Denizcilik dediğiniz bu değil ki bakın dünyada şu anda klasta 78 bin tane gemi var, bütün dünya ekonomisini o kadar gemi götürüyor. Bunların 50 bin küsuru uluslararası sefer yapıyor. O kadar çok değil ve dünya millî gelirinin yüzde 50’den fazlası, bu benim iddiam, deniz yolunda taşınan mal ve hizmetlerden elde ediliyor. Nasıl elde ediliyor? Şimdi şöyle hesaplamışlar; bir konteyner geliyor 1500-2000 dolar navlunu var diyorsun. İçindeki konteyner içerisindeki Iphone 10’mu diyorsunuz 20’mi diyorsunuz, onu düşünüyor musunuz, düşünmüyorsunuz. Taşıdıklarını düşünmüyorsunuz, “Gemiler olmasaydı ne taşıyacaktı?” diye sorduğunuz zaman cevap vermiyorlar. Ekonomik alanlarda denizcilik daha birkaç aydır Türkiye’de konuşulmaya başlandı. 5-6 trilyon dolarlık bir ekonomiden bahsediliyor o da doğru değil çünkü denizcilik sektörünün millî gelirin yarısından fazlasına hükmettiğini düşünüyorum. Bakın şu anda Rusya’ya bir ambargo geldi, ortalık karıştı, tedarik zinciri bozuldu. Herkes ağlamaya başladı. Niye? Denizcilik sektöründen. Peki denizde kimler var, gemiler var. Gemilerimiz niye yok, çünkü Türkiye’de finans sistemi servete kredi verir, sermayeye vermez, çünkü Türkiye’de insanlar servetle sermayeyi karıştırırlar.


Servet, stabil olan, üretmeyen varlıktır. Sizin bor madeniniz servetinizdir ama bor madenini işlemeniz, işleyebilme kapasiteniz sermayenizdir. Sermayenin uluslararası 6-7 tane tanımı var. İş yapabilme yeteneğinize sermaye deniyor. Siz yabancılara gittiğiniz zaman sizin iş yapabilme kapasitenize kredi verirler, servetinize kredi vermezler. Türkiye’de sermaye sistemi servete dayalı olduğu için ipoteğiniz varsa kredi veririm diyor. Misal, ben iyi denizciyim, ben gideyim bana kredi vermezler ama beni danışman olarak çağırır bankacılık sistemi, “Bunu bize bir anlatır mısınız?” diye çağırıyorlar. Niye vermiyorsun kredi, çünkü benim onlara verebilecek ipoteğim yok, ipoteğe dayalı kredi sisteminin mutlaka Türkiye’den, denizcilikle ilgili atılması lazım. Ankara’daki görüşmelerde şunu söylediler. 2001’deki o bankacılık krizinde paranız battı diyorlar. İyi de 2001’de Türkiye’nin 7 milyar doları battı, yeri gelmişken söyleyeyim hem İstanbul Teknik hem Yıldız Teknik Üniversitesi’nde ana makine operasyon dersi, survey dersi veriyorum ama asıl verdiğim gemi finansmanı dersi. Orada da anlattım defalarca, siz sisteme 100 lira yüklediğiniz zaman bu sistemde sizin karşılık oranınıza göre Merkez Bankası karşılık oranına göre, bu 7 ile 14 kata kadar para yaratır, o dönemde Hamburg Landesbank ve City Bank sisteme 7 milyar dolar para vermişlerdi.  Bu aşağı yukarı 49 milyar dolarlık bir gelir yaratmıştı, banka parası yaratmıştı. 7 milyarı çekince 49 milyar dolar da çökmüş oldu. Sistem böyle çalışıyor. O dönemde 2001-2002 denizcilik sektörüne 250 milyon dolar kredi vermişlerdi ki bunun akdi olarak 190 milyon doları kullandırılmıştı. “Hadi baktık siz çok para batırdınız” diye denizciliği suçluyorlar, bunu 450 milyon dolar olarak da geri almışlar, yani cezasıyla geri almışlar. Bir de kazanmışlar ama suçlu hâlâ denizcilik sektörü. Diğer sektörden yarısını alamamışlarken 20 milyar dolarlık bir zarar varken denizcilik sektörünü suçluyorlar. Niye? Çünkü denizcilik sektörünün bazı kilit personel aktörleri Türk denizciliğinin gelişmesini istemiyor, açık açık söylüyorum.


Türk denizcileri dünya denizciliğinde ne yapmalılar?


Bir kere Türk armatörü şunu bilmesi lazım denizcilik teknolojik bir iştir, yelkenli gemi çalıştırmıyoruz, teknoloji mühendislik demektir. Güverteci olsun, makineci olsun, tasarımcı olsun hiç önemli değil. O halde bizim denizcilik fakültelerimizin, mühendislik eğitimlerimizin kalitesini artırmamız lazım. 2019 sonunda bir düşük kükürtlü yakıt regülasyonu girdi. Türkiye’deki hiçbir üniversitede bu konuda ne ders var ne de bir panel düzenlendi. Biz Türk Armatörler Birliği olarak çalıştık. Şimdi armatörlerin de şunu bilmesi lazım, bu denizde çalışan biz mühendisler, yani benim odam ve mühendisleri, hepsi mükemmel insanlar değildir, doğrudur ama onlarla ilgili bir sorun olduğu zaman biz meslektaşlarımız hakkında daha iyi karar verebiliriz. Yani bize danışmaları gerekiyor, biz onların teknik müdürüyüz, baş mühendisiyiz, kaptanıyız, işletme müdürüyüz. Ama bir iş olduğu zaman kendileri bildiklerini sanıyorlar. Hayır bilmiyorlar, açık söyleyeceğim bilmiyorlar. Herkes her şeyi bilemez, çünkü herkes uzmanlık alanındaki şeyleri bilir, o şekilde bir iş birliği kurmaları gerekiyor. Akademik dünyanın da bizdeki akademisyenler YÖK’ün yarattığı akademik yapı genellikle sizi daha gençken akademik dünyanın içine girmenizi, araştırma görevlisi olarak bilinmenizi istiyor. Ben araştırma görevlisi olacağım, ben burada bu kadar regülasyona gireceğim, okula gideceğim, hem de gemide baş mühendis, kaptan olacağım, mümkün değil. Bunu dengelemeleri gerekiyor, bu denge maalesef illa doktora yapacaksın illa şu dersi vereceksin şeklinde. Bu da sıkıntılı bir durum. Hatta daha büyük sıkıntılı bir durum var. Hazırlık sınıfları var üniversitede biliyorsunuz. YÖK’e göre üniversite sınavını kazanıyorsunuz, fakülteye gidiyorsunuz, sadece hazırlık sınıfı okuyabiliyorsunuz. Onu da yabancı dil okuyabiliyorsunuz, siz hazırlık sınıfını geçmeden o bölümün öğrencisi olamadığınız için başka hiçbir ders alamıyorsunuz. Ben diyorum ki bu bir YÖK yönetmeliği, kanun falan değil. Şunu deneyelim, evet bir öğrenci denizcilik fakültesine geldi, hazırlık okuyor, hazırlığın içerisinde temel denizcilik derslerini okuyabilir, hatta denizciliğin yanında küçük bir staj da konulabilir. Başka, yanında öğretilebilecek denizcilikle ilgili temel konular var okutulabilir ve çocuk hazırlık sınıfında İngilizceyi geçtiği zaman bunları da geçer. Denizci olmaya karar vermiştir, denizci olmaya karar veren kişi o okulu bırakmaz okula gider, severek yapar. Eğer denizci olmayacaksa orada bıraksın gitsin, çünkü bizim şu anda bir numaralı problemimiz üniversitelerde denizde kalma süresi 2-3 yıla inmiş. Hatta yüzde 30’u hiç denize çıkmıyor. Niye? Çünkü büyük stajında denizci olmayacağına karar veriyor. Halbuki bunun kararını hazırlık sınıfında verebilir. İsteyen öğrenciler fakültede olur ve denizcilik de devamlılık sağlar. Bunun için devletin Makine Kimya Enstitüsü gibi denizcilik enstitüsü kurması lazım. Sektör, akademi ve meslek odalarını bir arada tutarak sektörün gelişmesini sağlamalı. Bu sebeple denizciliğin stratejik bir sektör olarak algılanması gerekiyor. Dünya üzerinde gelişmiş tüm toplumlar denizciliği yani gelişirken önce denizciliği stratejik sektör olarak koymuşlar, denizciliği geliştirmişler, geri kalanı peşinden gelmiş. Şimdi siz buradan Türkiye’den diyelim ki Avrupa’ya bir yere gemi yoluyla mal yolladığınız zaman, onların ülkelerine uğruyorsunuz, direkt gidemiyorsunuz. Daha yeni yeni gitmeye başladılar, belki Malta’ya uğramadan gidemiyorsunuz. Malta’ya gittiğiniz zaman, Avrupa Birliği ülkesi “gel bir malına, yüküne bakacağım” diyor, yüke, ne varsa bakıyor. Niye gidemiyorsunuz, niye yapamıyorsunuz, niye? Çünkü bizim akademimiz yok. Ulaştırma Denizcilik Haberleşme Bakanlığı’ydı önce, denizciliği gitti, şimdi altyapı oldu. Biz altyapıcı değiliz, biz denizciyiz. Denizci, denizcilik demek…


“Ulaştırma” ismini şöyle açıkladılar gemi bir yerden bir yere gidiyor, taşıyor, ulaştırıyor…


Hayır denizcilik bu değil, bunun gemi inşası var, yatı var, yan sanayisi var, okulu var, edebiyatı var, modası var, kültürü var, turizmi, sporu, gıdası, psikolojisi var, savunması, enerjisi, finansı var. Bakın Türkiye’de 3,8 trilyon TL kredi verilmiş. Türkiye’de Bankalar Kanunu’na göre, binde 5’ini kanunen kabul edilmiş gider kabul ederler. Bu ne demektir; binde 5’i aşağı yukarı 13-14 milyar liralık parayı bankalar çöpe atıyor. Yani “Bunu bir kere denize verin” dedik. Ne olur bir kere denize verseniz, bir sene deyin ki “Bunun binde 1’ini denizcilik sektörüne verin.” Özel sektöre verseler iki misliyle geri alırlar ama bizde servete para veriyorlar, ipoteğin varsa denizcilik var.


Projesiz bir para istemiyorsunuz, karşılıksız bir şey istemiyorsunuz, niye dışlanıyor denizciler?


Bankacılık, enerji, inşaat, maden, offshore, tarım, turizm ve benzeri birçok ana sektörle de aslında iç içeyiz ya da mühendislik odaları var, TMMOB’ta konuşuyoruz. Bizim ilgilenmediğimiz mühendislik dalı yok ki “İnşaat mühendisiyle ne ilginiz var?” diyorlar. E liman yapıyorsunuz, liman binasını siz yapıyorsunuz, mendirek yapıyorsunuz, yanlış mendirek yaparsanız olmuyor, liman projeleri düzenleniyor, inşaat mühendisleri yapıyor, siz ne anlarsınız limandan, akıntı nedir, su nedir, neden birlikte hareket etmiyoruz, neden dışlanıyoruz?  Denizcilik sektörü dışlanıyor.


Şunu biliyorlar ki Türkiye’de denizcilik gelişirse eğer doğru çemberde gelişirse Türkiye daha güçlü olur ve kontrol edemezler. Denizcilik gelişmezse böyle tepemize binerler, işte uçağı vermezler, gemiyi vermezler. Bakın Paris İklim Anlaşması’yla yeni regülasyonlar devreye girdi. Ben herkesi uyarıyorum, denizcilik sektöründe yakın gelecekte gemi çalıştıramayacağız çünkü o yeni teknolojili motorlarını bize vermeyecekler ve onlar olmadığı zaman o gemileri çalıştıramayacağız. Bunu sayın bakana da söyledim sektöre de söylüyorum. Hızlı bir şekilde aksiyon almamız lazım, hazırlıklı olmamız lazım, yarın bu gemileri de bulamayacağız, çalıştıramayacağız.


Vermeyecek sana o makinayı, parçasını vermeyecek. Gelişmeni istemiyor niye versin! Bakın dünyaya şu anda dünya denizlerinin yüzde 77’si sahipsizdir. Antarktika Antlaşması ile birlikte 2046’da sona erecek kara parçalarının yüzde 73’ü şu anda “uluslararası deniz” dediğiniz yerlerde. Uluslararası kurallar geçerli, siz uluslararası regülasyonu yerine getiremeyen gemilerle nasıl gideceksiniz oralara? 2030’dan sonra Türk denizciliğini büyük bir yıkım bekliyor ve önce teknik altyapıyı oluşturmaları lazım, yani teknik adamlara destek vermeleri gerekiyor sonra teknolojiye yatırım yapmamız gerekiyor. Şimdiden önlem almamız gerekiyor.


İmam Hatip liselerinde artış olurken fen liseleri azaldı, nasıl olacak bu gelişim?


Dua okuyup denize çıkacağız ve aç kalacağız herhalde.


Bilimi işaret ediyorsunuz!


Akıl ve bilim olmadan ne yapacaksınız! Türkiye’nin siyasetini de dilini de sosyolojisini de ilkeler bazında ele almasını istiyorum. İlkeleri dışarı çıkardığımız zaman uygulamalarla hep çuvala düşüyoruz, hep bir kural uygulatıcının peşine gitmek zorunda kalıyoruz. Bir uygulatıcının yanlışını sistemin yanlışı olarak algılıyoruz. Halbuki ilkelerle yola çıksaydık mesela Kur’an’da der ki temel ilkelerden bir tanesi “aldatmayacaksın” der, “aldatmayacaksınız” ile hayatınızda ne kadar konu çıkar. Ama “aldatmayacaksınız” ile yürürseniz hiçbir sorun olmaz ama aldatmayacaksınızdan sonra uygulamadaki gibi yola çıkarsanız uygulamayla kendinizi kısıtlarsınız. Denizcilik sektörü de öyle. Bakıyorum şu anda sektöre, hepimizin egosu var, biz egolu insanlarız maalesef, öyleyiz ama iş adamımızın da egosu var, akademisyenimizin de egosu var. Ben toplantılarda akademisyenlere karşı söylüyorum, sizin egonuz varsa iş adamalarının da kendi egoları var, onu da bilin, yani birbirinizin egolarıyla yaşamayacaksınız, egolarımızı yenmemiz gerekiyor, egolar bizi mahvediyor. Bir de ön kabullerimiz bizi mahvediyor. Biz farkında olmadan bir sürü şeye ön kabulümüz var. Mesela “Kadınlar denizde çalışamaz!” bir ön kabul. Niye çalışamaz! Kimse sorgulamıyor. Örneğin, “İç Anadolu’dan denizci çıkmaz” Nereden biliyorsun? Ön kabul çünkü. Yaşar Canca Yaşar Canca

Türkiye’de milliyetçilik de dindarlık da ulusalcılık da sorgulamadan yapılmış. Bize sorgulatmadan üstümüze giydirmişler, içini bilmiyoruz, bilmediğimiz için oraya gelen en küçük saldırıda aşırı tepki veriyoruz. Bir otur sorgula, belki adam senin lehine bir şey söylüyor. Bir de Türkiye’de hiçbir iş insanı, hiçbir kamu görevlisi eleştiriyi kabul etmiyor, eleştiriyi hakaret olarak görüyor. Halbuki kapitalist sistem, Batı emperyalizmi, en zeki insanları, kendilerini eleştirsin diye yetiştiriyor karşı taraftan baktırıyorlar, çünkü şunu biliyor, benim yanlışımı en iyi o görür. Bedavadan eleştirisini alıyor. Biz eleştirdiğimiz zaman hakaret etmiş sayılıyoruz. Anlayış bu. Batılılar birbirini eleştirdiği zaman teşekkür ediyor, “Yanlışımızı gördü, düzeltmek için fırsat verdi” diye. Türk denizciliğinin ilk başlayacağı yer burası, konuşmayı öğrenecekler, nutuk atmayı değil. Herkes nutuk atıyor, kimse (gerçekleri) konuşmuyor veya dinlemiyor. Karşı tarafın ne dediği umurunda değil, “çıkar, söyler, giderim” , “Ya öyle olur ya böyle olur”, “Yok öyle bir şey… İnsanız, ölüp gideceğiz sonuçta.” Yaşar Canca


Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.

Bunu Paylaşın