ULUFER METE

Yeşim Yeliz Egeli

Denizle yeniden doğan bir yaşam ULUFER METE

Aklınıza kadından denizci olur mu sorusu geldiyse, Ulufer Mete’nin gözü kara hayat hikâyesini mutlaka okumalısınız. Ulufer Mete açık sözlü, toplumsal konulara duyarlı, iyi bir yönetici ve sıkı bir işkadını. Mete, kayak ve yelken tutkusunun yanı sıra çağdaş Türk ressamlarından oluşan zengin koleksiyonunu, eşi Bahri Mete’ye olan büyük sevgisini, hayatta yıkıldığı çok önemli kırılma noktalarını bütün içtenliğiyle anlattı
[membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]
1955’te İstanbul’da doğan Ulufer Mete’nin hayatında 2 önemli tarih var… İlginçtir, bu tarihler aynı zamanda tüm Türkiye’nin hiç unutamayacağı kadar çarpıcı günler! Doğumuna denk gelen 6-7 Eylül Olayları ve anne babasını kaybettiği 17 Ağustos Depremi. Hayatının ilk yılları diğer subay çocukları gibi sürekli taşınmakla geçmiş. İlkokul 5. sınıfı 5 ayrı okulda okuduğunu anlatınca, şehirden şehire göçle şekillenen bir çocukluk yaşadığı daha iyi anlaşılıyor. İstanbul’dan önce Ankara, Edirne, Çorlu ama özellikle iki yıl yaşadığı Van’da gördüğü memleket manzaraları onu derinden etkilemiş. Sürekli yer değiştirmek, hiçbir yere kök salamamış gibi hissetmesine yol açmış doğal olarak. Daha sonra iyi çalışan ve bozulmayan bir düzen kurmasında, o günlerde bir yere yerleşmeye duyduğu özlemin izleri var sanki… 1972 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a gelmiş. Sorumluluk duyguları nedeniyle politik bir kuşağa rağmen sakin bir üniversite yaşamı var. 21 yaşında bir tekstil firmasının muhasebe servisinde 5 yıllık bir iş hayatı ve ardından sınıf arkadaşı Bahri Mete ile 6 yıllık flörtün ardından gelen nikah!

Türkiye’de kadın olmanın hikayesi
“İdealim hiçbir zaman iyi bir evkadını ya da iyi bir anne olmak değildi. Evlilik fikri bana ters geliyordu aslında ama bizim yetiştiğimiz dönemlerde beraber olmanın başka şartı da yoktu. O yüzden arkadaşım, sırdaşım, dostum olan Bahri Mete ile evlenmek konusunda hiç kararsızlık yaşamadım. Eşim asla benim önümde bir set olmadı, aksine beni hep teşvik etti. Çok destekledi. 31 senedir evliyiz ve her zaman doğru seçimi yaptığımı düşündüm. Hayatımın en mutlu günü Bahri ile nişanlandığım gündür. Kendimi kelebekler gibi hissetmiştim. Belki de hayatta başarılı olduğum ilk proje olduğu için… Nişan günümde bunu başardığım için çok mutluydum.
Büyük bir tekstil şirketinde beş sene çalıştım. 1981 yılında oğlum dünyaya geldi. O aşamada aile büyükleri benim çalışmamamın daha doğru olacağını düşündükleri için oğlumuzun bakımında çok yardımcı olmak istemediler. Onlara göre doğru olan bir çocuğun annesi tarafından büyütülmesiydi. Biz de karı koca düşündük; ikimizden birinin işten ayrılması gerekiyordu, bunu ciddi ciddi düşündük yani; ‘Bahri mi ayrılsın, ben mi ayrılayım’ diye. Doğru olanın benim ayrılmam olduğuna karar verdik. İşten ayrılmak istemiyordum. Sonra tekrar işe dönmem neredeyse 10 seneyi aldı. Tam 10 yıl ev kadınlığı yaptım. Bu sürenin tamamı çok azap vericiydi. Bahri’yi işe uğurlarken ağlardım, ‘O çalışmaya gidiyor, ben gitmiyorum’ diye. Resmen kıskanırdım. 10 sene sonra oğlum ortaokulu bitirince yeniden çalışmaya başlamak istedim ama bu kez Türkiye’de her şey çok değişmişti. Bilgisayar ve yabancı dil bilmiyordum. Biz eğitilirken ve işe başlarken kimse bize İngilizce biliyor musun diye sormadı. Hayatımın en büyük kompleksidir bu. Gençlik çağında oradan oraya okul değiştirirken, maalesef dil öğrenemedik. Galiba biraz da bunun önemini algılayamamışız. Yani 10 sene sonra kimseye ‘Ben iş istiyorum’ diyemedim. Müthiş sancılar çektim. Duvarlarla konuşuyordum, ‘Benim bu evin içinde ne işim var, ben niye buradayım’ diye.  Annem bile, ‘Kızım sen ne istiyorsun, rahat mı batıyor’ dedi. Ama ben çalışmak ve üretmek istiyordum. İkinci bir defa anne olmayı da hiç düşünmedim zaten. Genel olarak insanların bana ne yapmam gerektiğini söylemesinden hiç hoşlanmıyorum. Pek çok insan bundan hoşlanmaz ama herkes de bu konuda benim kadar kararlı değildir. Annelik biraz benim iradem dışında gelişen bir olay oldu. Anne olduğum anda her şeyimi bir başkasına göre ayarlamaya, planlamaya başladım. Bu duygudan hoşlanmadım. O nedenle de çok başarılı bir anne olamadığımı düşünüyorum.”

İş hayatımda kadın olmak hep avantaj oldu aslında
Annelik için iş hayatına 10 yıl gibi önemli bir süre ara veren Ulufer Mete iş hayatına geri döndüğünde, eşiyle birlikte ilk amaçları şirket kasasının güvenli ellerde olmasıydı. Hiç bilmediği gemi işletmeciliğini öğrenmek için sürekli açıklarını tamamlaması gerekti. O günleri, “Ben ilk geminin tersaneye girmesi sırasında makine dairesine bir tabure attım. Üç gün boyunca makinenin nasıl açıldığını nasıl söküldüğünü izledim. Hiçbir şey bilmiyordum. En azından ‘kaver’ dediklerinde, ‘piston’ dediklerinde ne olduğunu öğrendim. Ben bir jeneratörün ‘overall’ olmasının ne demek olduğunu ve bunun bana neye mâl olacağını biliyorum, çünkü yaşayarak öğrendim.” diye anlatıyor.
Konunun teknik tarafında ilk günlerde zorlanmış olsa da hiç şikayetçi değil; “Sektörde kadınlara pek rastlanmadığı için beni görenler hep şaşırdılar, ama kadın olmanın hiç zorluğunu yaşamadım. Denizcilik çok zor bir iş. Bu işin kadını erkeği yok, yani erkekler için de çok zor bir iş. Hatta diyebilirim ki, ben kadın olmanın bir çok avantajını yakaladım. Meselâ ofiste çalışan arkadaşlarım, ben hiçbir şey bilmiyorken çok yardımcı oldular. Haklı veya haksız olduğum konularda beni bilgilendirdiler. Tersaneye gittiğim zaman insanlar beni karşılarında görünce, belki de bir kadın görmenin şaşkınlığı nedeniyle, aslında evet demeyecekleri şeylere ‘evet’ dediler. Ben ‘Şu iş, şu zamanda bitmeli’ dediğimde çok yardımcı olmaları hep kadın olmanın avantajlı yönleri bence. En büyük şaşkınlığı nerede yaşadım biliyor musunuz? Eski Ömer Bey gemisi İlke Mete gemisiydi, onunla tersaneye girdik. Zabitan salonunda işletme müdürü olan arkadaşımla oturuyoruz, ilk gün yapılacak işlerin listesi önümde duruyor. Bu işleri yapacak insanlar gelip gidiyor, onlarla pazarlık yapıyoruz, hangi iş yapılacak, ne kadara yapılacak, ne kadar sürede ve vadede yapılacak şeklinde geçiyor görüşmeler. O salona giren her çalışan beni görünce bir kere dışarıya çıkıyordu. Yani ‘ben bununla mı iş yapacağım’ diye şoka giriyordu. Ama bu durum bana çok yardımcı oldu. Hiç kimse ne kadar cahil olduğumu yüzüme vurmadı. En azından, ‘Sen ne anlarsın bu işten’ demediler. Bir program yaptım. O program çerçevesinde iş yürüdü, sonuçtan herkes mutlu oldu. Hep sözünde duran bir insan olmaya çalıştım. Verdiğim sözleri yerine getirmeye çok önem verdim. Beraber çalıştığım insanlar da galiba bunu gördüler. Dolayısıyla Tuzla’da kadın olmanın zorluğunu hiç yaşamadım.
Başarılı olabilmek için öncelikleri bilmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bence insanın en büyük rakibi kendisi. Özellikle kadınların kendi zaaflarına yenilmemeleri ve önceliklerini doğru planlamaları gerekiyor.

Başkasının yanında çalışamayacağımı düşünüp hep kendim için ‘Ben ne yapabilirimin’ araştırmasını yaptım. O dönemde bir akrabamız bir gemiye ortak olmuştu. Bizde o işe ortak olduk. Sonra ayrı bir ofis açmamız gerekti, yani olaylar bizi o noktaya getirdi. 1994 senesinin aralık ayında bir ofis açtık. Açıkcası ben o dönemde yeniden böyle bir işte çalışabileceğimi hayal bile edemiyordum. Bahri, ‘Bu işin başına gel’ derken başlangıçta amaç kasaya sahip çıkmaktı. İşletme okuyup daha önce de muhasebede çalıştığım için ‘şirket emin ellerde olsun’ düşüncesiyle başladım. Sanırım önce herkes ‘Ne zaman bırakıp kaçacak’ diye düşündü. Ama ben bir iş bulmuştum ve bırakmaya hiç niyetim yoktu. Bu arada ben tekstil şirketinde çalışırken Bahri Vitsan’da çalışıyordu. Önce kara sigortalarında çalıştı, sonra o şirketin genel müdürü oldu ve deniz sigortaları ile ilgilenmeye başladı. Deniz Ticaret Odası’nda meclis üyesi oldu, yönetim kuruluna girdi. Dolayısıyla ben de 1990’ların başında denizcilik camiası ile yakın olmaya başladım.
İşe başladığımızda üç ortaktık. Sonra 1997 senesinde ikinci ortağımızdan da ayrıldık çünkü 1996 senesinde o bir büyük gemi almak hevesindeydi, ben ise koster filosunda kalmayı uygun görüyordum. Bu yıl yaşanan krizde de açıkcası doğru kararı verdiğimi düşündüm. Çünkü aşırı hırslı olmak da zarar verebilir insana. İşe ilk girdiğimizde ortaklarla aramızda katalizör olan kuzenimizdi. Ondan ayrılınca daha önceden hiç tanışmadığımız iki ortakla başbaşa kaldık. Bağladığım ilk yük, Adriyatik Denizi’nden İsrail’e mısır yüküydü ve ortağım ‘daha yüksek navlun alabilirdik’ diye çok kızmıştı. Zaten o kızgınlık bizim yolları ayırmamızın başlangıcı oldu. Ben ‘bağlayamayacağım gemiyi yönetmeyeyim’ demiştim. İki ortak kalınca, iki gemiyi bir gemi onların bir gemi bizim olacak şekilde bölüştük. 1997’de bir geminin işletme maliyeti çok yüksek olduğu için ofise bir gemi daha alınması gerektiğini biliyorduk. Ama bu bir imkân meselesi bildiğiniz gibi. Önümüze bir şans çıkınca da harekete geçtik. Kredisi olan bir gemiydi. Sektörün büyükleri, ileri gelenleri bunu bize uygun gördüler. Biz talip olmadık, açıkçası onların desteği ve güveni ile böyle oldu. Şadan Kalkavan, Gündüz Abi (Kaptanoğlu) ve Nevzat Kalkavan bize kefil oldular. Onların işletmesinde olan bir gemiydi. Onların tonajına uymadığı için satıyorlardı. İkinci gemiyi öyle aldık. Ve onları mahcup etmemek için çok çalıştık.”
Sonuçta benim bir tane çocuğum var. O, bu işi severse yapacak, sevmezse yapmayacak. Eğer yapmazsa kimin için bu kadar mücadele? Yaptığımız iş, başında durmazsanız suistimale çok açık bir alan. Ben şanslıyım, düzgün insanlarla çalışıyorum. Hiçbir zaman böyle bir olay yaşamadım ama yine de başında durabileceğiniz kadar iş yapmaktan yanayım. Zaten biz, 1994’ün başında ilk gemiyi devraldık, aynı yıl ikinci bir gemi daha aldık. Bir tanesi 2800 tonluk eski Ömer Bey gemisi, diğeri de 3800 tonluk eski Derya Kaptanoğlu gemisi. Yani iki gemi, iki büyük borçla işe başladık. Borçlar bittiğinde de küçük gemiyi satarak ortağımızdan ayrıldık ve tek gemi ile kaldık. Aradan bir sene geçti, şimdiki İlke Mete gemisini aldık. Yine borç ödedik. Yine krediyi devralarak bu işi yaptık. Borcu ödedik ve bugünlere iki gemiyle geldik. Son iki seneye kadar işi yalnız yürüttüm. Sonra Bahri Vitsan’dan 32 senelik çalışma hayatını tamamlayarak ayrıldı. Ben işi ona devretmeyi hayal edip, dinlenmek için çekilmeye hazırlanırken kriz patladı. Bu krizde en büyük sermayemiz tecrübelerimiz tabii… Hata yapma şansımız olmadığı için bırakın işi bırakmayı, daha yoğun çalışmaya başladık.

Depremde sadece ailemi kaybetmedim…
“Hayatımda bazı dönüm noktaları var. Mesela 17 Ağustos 1999. 17 Ağustos Depremi’nde annemi ve babamı kaybettim. O gün benim hayatımın kırılma noktası! Yaptığım iş dahil artık hiçbir şeyin önemi olmadığını hissettim. Bu olaya bağlı olarak hayatımdaki başka bir kırılma noktası da, bilmem hatırlar mısınız, Adapazarı’nda bir kız “7.4 yetmedi mi?” şeklinde bir pankart açmıştı. Ben o gün o pankartı gördüğümde kendimi artık bu memlekete ait hissetmemeye başladım. Çok kırıldım! O genç kız o pankartı açabilir, o onun fikridir ama toplumun ona yeteri kadar tepki vermediğini savunuyorum. Ben o andan itibaren bu toplumu sevmekten vazgeçtim ve hâlâ çok tepkiliyim. Türban eylemi yapan insanlar bu pankartı açtılar. 7.4 size yetmedi mi diye sordular. 7.4 bize yetti, hiç merak etmesinler, aklımızı başımıza bir kez daha getirdi! O pankartı gördüğümde annemin babamın ölümünden daha çok üzüldüğümü söyleyebilirim çünkü ne için mücadele edeceğimi sorgulamaya başladım. Ekonomi eğitimini alırken bize hep çalışacaksın, kazanacaksın, üreteceksin, istihdam sağlayacaksın, toplum böyle gelişir dediler. Ama o pankart açılınca, içimde benim bir afetle cezalandırıldığımı düşünen toplum için mi çalışacağım, bu lafları duymak için mi çalışıyorum diye çok güçlü bir tepki oluştu. Bu benim dünya görüşümü çok değiştirmiştir. Türban için bu kadar kırıcı eylemler yapan insanlar karşılarındaki insanlarda nasıl bir duygu yarattıklarını, nasıl bir kutuplaşma yarattıklarını bilsinler istiyorum.”

Devlet desteği yok, işsizliğin ortasında eleman bulamıyoruz
15 yıldır sektörün içinde olan deneyimli bir isimle bir araya gelip, sektörle ilgili görüşlerini almamak olmaz… Ulufer Mete sektörün geneli gibi, koster filomuzun yaşlılığından ve uygulanan düşük kur politikası yüzünden oldukça üzüntülü. Konuşurken sürekli vurguladığı şey ise, devletten karşılıksız bir para beklemediği…  Sektörün geriye ödeyebileceği şekilde düzenlemeler yapılması gerektiğine inanıyor. Uzun vadeli krediler ve hatta tersanelerin şu an gemi inşa sanayisini harekete geçirmek için koster filosunu yenileme projesinden istifade edilebileceğini belirtiyor. Mete’nin “Kimse cebimize bir para koysun istemiyoruz, bizim bir çalışma potansiyelimiz var. Bu potansiyeli harekete geçirecek itici gücü bekliyoruz. Dolar kazanıp Türk Lirası ödüyoruz. İhracatçı da değiliz, KOBİ’de sayılmıyoruz. Tersanelerin doluluğu ve rutin bakım masrafları ile zaten hırpalanmıştık, krize hazırlıksız yakalandık” sözlerine katılmamak mümkün değil. İşin bir de istihdam boyutu var. Bir gemide en fazla 15 kişi çalışıyor. Ama o geminin pervanesi dönerken, o geminin bakımı için çok fazla insana ihtiyaç var. Gemi inşa sanayi ise bizden çok daha fazla istihdam yaratıyor; yani onu ayakta tutmak adına, şu an tersanelerin çalışmasını temin etmek adına sektör bir destek bekliyor. Anlatttıkları Türk bayrağından yabancı bayrağa geçişin arttığını da gösteriyor. Ulufer Mete meslek liselerini ve meslek yüksek okullarını bitirenlerin çalışmak için yabancı bayraklı gemileri tercih ettiklerini ifade ediyor. Çünkü yabancı bayraklı gemilerde çalışanlar için kısa dönem askerlik hakkı sunulmuş durumda. Ayrıca yabancı gemiler yeni ve modern gemiler. Yani Türk bayraklı gemiler artık teknoloji yönünden avantajlı durumda değil.
Ulufer Mete bu kadar deneyimden sonra son yıllarda DTO’da da aktif şekilde çalışmalara katılıyor. Eşiyle birlikte meclis üyesi olan evli çift olmaları da ayrı bir özellik. Bu konuda, “Mecliste baba kız vardı ama karı koca yoktu, biz şimdi denizcilik sektörünün başına iki derdiz evli bir çift olarak” diye espri yapıyor.

Kayak, resim ve heykeli seviyor
Deniz ve macera deyince aklına eski yelkenci olan eşiyle 1988 yılında, İstanbul’dan Gökova’ya 10 metrelik bir tekneyle yaptıkları yolculuk geliyor. Tam 29 gün gerçek bir denizci gibi yaşamak harika bir macera olsa gerek. Pek çok yelkenli yarışına da katıldıkları için şu anda tek başına yelkenli kullanabilecek, denizde seyir yapacak kadar bilgi sahibi. 1999 yılında depremde yaşadığı acının ardından psikolojisi çok bozulmuş ve Göcek’te geçirdiği güzel günler onu hayata yeniden bağlamış. Biz de karşımızda hayat dolu, kayaktan resme, heykelden eski eserlere pek çok hobisi olan, yaşama dört elle sarılmış bir insan görüyoruz.
Bu kadar özgür bir ruha kayak da yelken kadar yakışıyor aslında. Sevdiği her şeye içtenlikle bağlı biri Ulufer Mete. Mesela ‘97 yılında, Avusturya’da çapraz bağları kopuyor. Tam 1 sene uğraşıp ayağı düzeldiği anda yine kayak pistinde… Karlar üzerinde süzülmeyi sevenler için tavsiyesi ise Fransız Alpleri’ndeki La Plagne. Koleksiyonerlik yönü de yabana atılacak gibi değil. Son 15 yıldır çağdaş Türk resmi biriktiriyor. Çok kuvvetli bir Nedim Günsür koleksiyonu varmış, onu kriz nedeniyle kendisi kadar iyi bakacağına inandığı bir dostuna devretmek zorunda kalmış. Şu anda bile 80’e yakın resmi var. Tespihler, Anadolu dokumaları, peşkirler, yağlıklar, terazileri içeren koleksiyonu da gerçekten hayranlık uyandırıyor. Resim merakı bir Paris seyahatinde Van Gogh resimlerini seyrederken başlamış. Bu duyguyla aldığı ilk tablolar Burhan Uygur’un kendisinden alınan iki Can Yücel portresi. Bunca uğraşa ve ilgiye rağmen yine de resimden anladığını iddia etmeyecek kadar mütevazı bir kişilik. “Sevdiğim resim benim için iyi resimdir” diyor. Deniz sevgisi, yelken merakı kadar heykeller ve resimler de adeta hayatla arasındaki köprü onun için. Daha çok mücevher yerine daha çok heykel isteyenlerden yani… Diliyoruz böyle renkli bir dünya ile beslenen bir ruhun yaşamın getirdiği güçlükler karşısında dimdik ayakta duruşu ve sektöre katkısı hep sürsün, destek görsün. Gücü ve umudu hiç bitmesin.

[/membership]

Bunu Paylaşın