Tarihten bir yaprak…

Gökhan Esin

gokhanesin@marinedealnews.com

Geleceğe dönük kartlar 2. Dünya Savaşı’nın bittiği günlerde açılmaya başlamıştı. Ne var ki masadaki oyuncuların hiçbirinin oyunu kaidesine göre oynama niyeti yoktu. Kimi hesaplar tuttu gibi gözükse de sonradan bozuldu; kimi hesaplar da tahminlerin ötesindeki tarihlerde hayata geçirilebildi. Avrupa Birliği gibi…

Türkiye’nin son dönemki ekonomik modellemesinde önemli katkısı bulunan Kemal Derviş’in bir yazısı bana, geçmişe doğru bir yolculuk yapmanın yararlı olacağını düşündürttü. Bugün geleceğe dönük ciddi endişelerin kaynağı olan AB’nin ve AB ekonomisinin ilk günlerine gitmek yararlı olacak. AB’nin kuruluşu ile ilgili yayınları okuduğumda gördüğüm temel veriler; 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinden başlayarak, hem politikacıların hem de büyük kurum yöneticilerinin Avrupa ülkelerinin bir biçimde birleşmeleri gerektiğini ısrarla ve önemle vurgulamalarıydı. Öne sürdükleri gerekçeler hem gerçekçi hem de geleceğe dönük olası tehlikelere ilişkindi. Öncelikle ülkeler ve kurumların çökmüş mali yapılarının eski haline döndürülmesi gerekiyordu. Öte yandan Fransa ile Almanya arasında bir daha savaş çıkmaması için her türlü önlem alınmalıydı. Daha da önemlisi, savaştan güçlenerek çıkan SSCB’nin Batı Avrupa’yı kolaylıkla işgal edebileceği asla unutulmamalıydı.

Avrupa Birleşik Devletleri
hayali gerçekleşti…

1950’lerin sonuna doğru birliğe doğru adımlar atılmaya başladı. Örneğin “Çelik Birliği” gibi. İlginç olan, Avrupa ülkelerinin entegrasyonunu hızlandıran olayların, yukarıda saydığımız itici nedenlerin ortadan kalkmasıyla gerçekleşmesiydi. Şöyle bir sıralarsak 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı, 1991’de S.S.C.B. çöktü, 1993 yılında Maastricht Anlaşması ile para birliği sağlandı ve AB’nin üye sayısı 12’den 27’ye yükseldi. 2002’de euro günlük kullanıma girdi ve 2009’da Lizbon Anlaşması’nın imzalanmasıyla AB bugünkü şeklini aldı; yani bir anlamda ABD’ye karşı “Avrupa Birleşik Devletleri” hayali gerçekleşti. Dilerseniz Avrupa’nın gerçekleştiği sanılan bu hayali üzerine beyin fırtınası yapalım…

10 yıl öncesinin değerleri
şimdi neden “tu kaka” oldu?

AB’de üye ülkelerin eşit seviyede olması ve euro’nun değerinin korunabilmesi amacıyla Maastricht Anlaşması içeriğinde bazı kısıtlamalara gidildi. Kanımca kısıtlamaların en önemlileri euro’ya katılacak ülkelerin Borç/GSMH oranının yüzde 60’ın altında olması; enflasyon oranlarının (enflasyonu en düşük üç ülke baz alındığında) yüzde 1,5’den ve faiz oranlarının da yüzde 2’den fazla olmaması idi. Bu yeni kriterlerle euro’nun ticaret açısından sağladığı avantajlar AB üyeleri tarafından sonuna kadar kullanıldı. Ne varki bugün bu avantajların çok maliyetli hale gelmesi, AB’nin çözülmesi olasılığını gündeme taşımıştır. AB’nin dağılabileceğine ya da euro’dan çıkışlar olacağına inanmasam da, Birlikte olmanın oluşturduğu faydaların, yarattığı maliyetlerin altında kalması halinde kimilerinin çıkış için yol aramasını da akılcı bir yaklaşım olarak kabul etmek gerekecektir kanısındayım. Bu satırları yazarken henüz Yunanistan ve Fransa seçimlerinin sonuçları belli olmamıştı. Eğer Yunanistan’daki yeni iktidar euro’dan çıkar ve hızlı bir ekonomik toparlanma yaşarsa; bu gelişme öteki ülkelerin kaçışı için de güzel bir neden oluşturur, ki bu durum Almanya’nın çok aleyhine olacaktır…

Senaryo güzel ama sonu
tasarlanmamış…

Maastricht Kriterleri’nde kısıtlamaya gidilirken düşünülen senaryonun ana fikri belliydi, ama senaryonun finali üzerine yapılan eleştiriler görmezden gelinmişti. Yani pratiğe uymak ve Avro’ya katılmak adına ülke ekonomilerinde faiz oranlarının azaltılması, kredili konut satışları kamu harcamaları ile kamu borçlanmalarını artırdı. Şimdi ekonomik büyümeye ne oldu bir bakalım…
Veriler borçlanma maliyeti ile büyüme arasındaki farkın açıldığını gösteriyor. AB üyeleri bütçe fazlası oluşturup borçlanmadaki artışı durdurmak zorundalar. Ancak bu imkânsız gibi, çünkü Güney Avrupa ülkelerinde büyüme beklentisi sıfır ya da eksi olarak tahmin ediliyor. Uzun vade de ise, en fazla yüzde 2-3 oranında olacağı beklenmektedir. İşte bu noktada Kemal Derviş’in değerlendirme yazısında belirttiği gibi AB’deki işçilik maliyetleri AB krizinin perde arkasındaki başlıca neden. MarineDeal News’ün 2012 Şubat sayısındaki yazımda aynı sorun üzerinde durmuştum.
“1999-2010 arasında Almanya’da işçi maliyetleri neredeyse aynı düzeyde seyretmiş. Buna karşılık; Fransa, İtalya ve İspanya’da yüzde 20 ile yüzde 40 arasında yükseliş yaşanmış işçilik maliyetlerinde. Kısacası, İtalya ve İspanya gibi ülkeler, rekabetçi pozisyonlarını giderek kaybettiler ve daha zor ihracat yapar hale geldiler…”
Üretimden elde edilen kazançların artan işçilik maliyetlerini karşılamamasının işletmelerin zarar hanesini yükselttiğini herkes biliyor. Ancak, Almanya’nın ekonomik büyüme trendini yakalamak isteyen ülkeler, işçilik maliyetlerindeki artışı görmezden geldiler ve büyümeyi yakalamayı hedeflediler. Hedefi tutturdular mı? Ne yazık ki cevap “Hayır” oluyor… Burada “Ya euro olmasaydı?” sorusu akla gelebilir. Eğer euro olmasaydı bu ülkeler para birimlerini devalüe ederek, ihracata yönelik avantajlarını korumayı başarabilirlerdi. Bu imkânsız olduğuna göre ilk çözümün işçilik maliyetlerinin düşürülmesi olduğu söylenebilir, ama böyle bir hareket; ülkelerde sosyal tansiyonun yükselmesine, tecrübeli insanların kaçmasına, işsizlik oranının yükselmesine ve perakende fiyatlarının düşmesine yol açacaktır ki, bugün Yunanistan’da, İspanya’da ve İtalya’da yaşanan da budur.
Akla gelen bir seçenek ise Kuzey Avrupa ülkelerinin işçilik maliyetlerini yükseltmeleridir. Bu hamle, Kuzey Avrupa ülkeleri ile Güney Avrupa ülkelerinin rekabetçi pozisyonları arasındaki farkın kapaması için fırsat yaratacaktır. 2009 yılından bu yana, ihracat hacmi açısından Almanya’nın önünde ve dünya birincisi olan Çin ile rekabet edebilmek amacıyla Çin’in para birimini değerlendirmesi için baskı yapan AB’nin bunu düşünmemesi olası değil. Esas ilginç olan, Cari Fazlası/GSMHY oranı Çin’den yüksek olan Almanya’nın işçi ücretlerini artırması imkânı olmasına karşılık, AB’nin öteki üyelerinin bu konuda Almanya’ya baskı yapamamalarıdır.
Kemal Derviş’in inceleme yazısında belirttiği bir modelleme çalışmasından aldığım bazı verileri ve sonuçlarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu modellemeye göre; son bir yıl içinde Almanya’nın işçilik maliyeti artışı yüzde 1,5/yıl yerine yüzde 4/yıl olsaydı, aynı dönemde İspanya’nın ekonomik büyüme oranı yüzde 0,7/yıl yerine yüzde 2/yıl olsaydı, İspanya’daki işçilik maliyetleri yüzde 1,7/yıl artırılsa dahi iki ülke arasındaki işçilik maliyet unsuru tersine dönebilirdi. Ne var ki yüzde 3,4/yıl işçilik maliyet artışı yaşayan İspanya için bu senaryo pek olası gözükmüyor.
Geçmişi değerlendirdiğimizde; bir zamanlar euro’ya katılmak istemeyen Almanya’nın, Fransa ve İngiltere’ye Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesini kabul etmeleri şartını dayattığını, geçen zaman içinde euro uygulamasından büyük yararlar sağlayan ülkenin Almanya olduğunu söylemek zor değil. Saygın ekonomistler başta olmak üzere, bugün birçok kişinin sorduğu soruyu ben de soruyorum. “Birlikten yüksek fayda sağlayan Alman ekonomisinin hiç mi hatası yok?”

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın
gokhanesin@marinedealnews.com