Ekonominin aritmetiği basit ve acımasızdır. Herhangi bir ülke ister vergi avantajıyla olsun ister gelir artışı yoluyla bir gruba çıkar sağladığında bu kesimin harcamalarının artmasına sebep olur. Eğer ülkenin toplam çıktısı yani üretimi bu ek tüketimi karşılayabiliyorsa, işler tıkırında gider. Ekonomi bu ek tüketimi karşılamak için daha fazla üretim yapar.
İstihdam artar, çıkar sahibi olan grup tüketim yaparken herkes kazanmış olur. Aksi halde ne olabilir? Yani ekonomi bu ek tüketimi karşılayamıyorsa ne olacak? Cevap basit; birileri fazla harcarsa, diğerlerinin daha az harcaması gerekir. Yani sıfır toplamlı bir oyun! Biri kazanırken diğerinin kaybettiği durumda tarafların kazanç ve kaybının toplamı sıfırdır.
Rant boşluğu
Bu noktada “rant boşluğu” yasasını hatırlamak gerekir. Ne kadar çok teşvik verilirse; teşvik alabilmek için çıkar gruplarınca o kadar fazla çaba gösterilir. Bu, ekonomistlerin “rant boşluğu” dedikleri olguya yol açar. Rant boşluğu, teşvik ya da bağış gibi uygulamalar tarafından net değerin sıfırlanmasıdır. Eğer teşvik alan çıkar gruplarının geliri artarsa, kaç kişinin daha bu beklentiye gireceğini de sormamız gerekir. Kaç kişi teşviki kapabilmek için yan yollara sapacaktır? Belki de teşvikleri bunu en az bekleyen ekonomik gruba vermek gerekir. Bilemiyoruz.
Eğer teşvik yukarıda bahsettiğimiz gibi sıfır toplamlı bir oyun haline geliyorsa birden fazla yan etkisi olabilir. Öncelikle enflasyon canavarı mağarasından çıkar. Teşvik alan grubun ek tüketimi enflasyonu artırıcı etki yapacaktır. Teşviğin dışında kalan grup için artan enflasyon ile alım gücünü düşürerek yaşam kalitesini artırır.
Eğer ekonomi liderleri para birim- lerini rekabetçi olması için değersizleştirirlerse, halkın ithal ürünler için daha fazla ödemesine yol açacaktır. İthalat bedelindeki yükseliş her ne kadar devletin daha fazla vergi top- lamasına imkân tanısa dahi bu da enflasyon ile erimiş olacaktır.
Meselenin diğer tarafında da hükûmet yer alıyor. Normal şartlarda Hazine böyle bir teşviği fonlamak için daha fazla borçlanmak zorundadır. Borçlanmak, ülkenin sınırlı olan tasarruflarını (yani halkın mevduatını) kapabilmek için daha yüksek faiz oranı teklif etmeyi gerektirebilir. Bu halde tasarruf sahipleri daha yüksek faiz getirisi sağlayacaktır. Bu da yine belli bir grubun çıkarına olacaktır. Ama unutmamak gerekir ki, Ortodoks politikaları benimsemiş bir merkez bankası, enflasyonu aşağı çekebilmek için politika faizi (repo faizini) yükseltmek zorundadır. Yükselen politika faizi, artan mortgage faizi demektir. Bu da konut sektörüne darbe vurur. Kısacası her adımın kendine has negatif etkileri doğmaktadır.
Peki, hükûmet başka ne gibi aksiyonlar alabilir? Hükûmetin diğer bir seçeneği ise yurtdışı borçlanmadır. Yani bizdeki tanımıyla; Eurobond ihracı. Yerel para biriminin değer kaybıyla artan ithalat maliyeti yurtdışı borçlanmayla fonlanabilir. Ancak bunun yabancı para birimiyle ödenmesi gerektiğini unutmamak lâzım. Aslına bakarsak bu borçlanma gelecek nesillerin elde edeceği yabancı varlıkların ipotek altına alınmasıdır da diyebiliriz.
Finansal Baskı
Yukarıda kısaca izah etmeye çalıştığımız senaryoya bir alternatif de finansal baskı yöntemidir. Finansal baskı; piyasa denge faiz oranı altında bir tavan belirlenerek reel faizlerin yükselmesinin önlen- mesidir. İçinde bulunduğumuz dönemde küresel ölçekte negatif reel faiz dönemindeyiz. Enflasyon, mevduat faiz oranlarının üzerinde seyrediyor. Çünkü paranın kontrolü merkez bankalarından hükûmetlere geçiyor gibi! Kredi garan- tileri, selektif kredi, kamu yatırımları, teşvikler, kamunun yatırımları / harcamaları nasıl yönlendirdiğini çok açık şekilde gösteriyor.
Özetlemek gerekirse, teşvik ile paranın kime gideceği sınırlandırılamaz. Bu tür bir yorum çok sığ kalacaktır. Teşviki alan kitlenin dışında kalanlar için bambaşka bir hikâye söz konusu. Yükselen faiz oranı, iç ve dış borçlanma vs. İnce bir çizgiyi görmek lâzım. Halkın ihtiyacı olan desteği devletin sağlayamaması elbette başkaca problemler yaratır. Öte taraftan teşvikin yarattığı maliyetin ekonomide canlanma, büyüme ile kapatılması mümkünse, hiçbir hükûmetin böyle bir adımdan çekineceğini sanmam. Nihayetinde Parkinson’un ikinci yasası şudur: Harcamalar, geliri dengeleyecek şekilde artar. Kanımca ideali, teşvik imkânını sıra dışı olayların olumsuz etkileri (örneğin: Avrupa’daki enerji krizi) telafi etmek için kullanılmasıdır.)
(Burada yer alan bilgi, yorum ve tavsiyeler yatırım danışmanlığı kapsamında değildir.)
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.