ŞÜKRÜ ERGÜN

Yeşim Yeliz Egeli

Aklı ve kalbi parlak bir yaşam ”dahisi” ŞÜKRÜ ERGÜN
Sektörde boya alanında lider şirket Jotun’un adı geçince akla Şükrü Ergün gelir. Polis çocuğu olarak başlayıp Galatasaray Lisesi’nden Amerika’ya, Fransa’dan Boğaziçi’ne iyi bir eğitim ve ardından zorluklara karşı dimdik ayakta durarak, yılmadan kazanılmış bir başarı hikayesi… [membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]Galatasaray ve eşi Özlem’e olan aşkını hiç yitirmeyen, duygusal, geçmişine çok bağlı, dürüst, çalışkan ve renkli kişiliğiyle sektörün sevilen ismi Şükrü Ergün’ün yaşamı mutlaka okunmalı. Çünkü hobileri, uğraşları, bir problemle karşılaştığında yılmadan mücadele etmesi, aile hayatına verdiği değer, hem gönüllere dokunuyor hem de insana güç veriyor.

Eskiler bilir, İstanbul’da Langa denince akla bostanlar gelirdi. 1958 yılında bu semtte doğan Şükrü Ergün de o zamanın ahşap evlerini, denize doğru açılan ve bugünden çok daha az nüfusa sahip olan İstanbul’unu özlemle ananlardan biri. Çocukluğu ise Aksaray – Sirkeci arasında yazılan bir dedektif romanı gibi… “Memur bir ailenin çocuğuyum. Annem ve babam emniyet görevlisiydi. Hatta dedem ve dayılarım da polisti. Herkesin polis olduğu bir ortamda büyüdüm. Dolayısıyla kendimi hep emniyette hissettim. Zaten çocukluğum da emniyet müdürlüğünde geçti. Okuldan çıkınca otobüse biner, Sirkeci’ye giderdim. Emniyet Müdürlüğü Binası’nın üst katı siyasi şubeydi. Kapılarda “Girilmez” yazardı ama annem ve babam orada çalıştığı için ben imtiyazlıydım. Binadaki kütüphanenin içinde masam vardı. Derslerimi orada yapardım. O zamanlar korkunç hantal daktilolar, manyetolu telefonlar vardı. Ben hakikaten başka bir asırda geçirdim çocukluğumu… Polislerin belinde Abdülhamit’ten kalma Turalı Polis denilen, 1901 model Browning tabancalar vardı. Yani herşey çok eskiydi. O binanın kütüphanesinde uzun saatler geçirmem nedeniyle bütün klasikleri okudum, bir kitap kurdu oldum. Tabii ki siyasi şubede bir çocuk için görülmesi hoş olmayan şeyler de yaşanıyordu. Mesela biri gözümün önünde intihar etmişti.
Şükrü Ergün bugün pek çok objenin yanı sıra tabanca koleksiyonu da yapıyor. İnsanın aklına bu ilginin anne ve babasından geçtiği gelse de, aslında dayısından etkilenmiş. Babası ise silahları hiç sevmeyen biriymiş. Hatta Şükrü Bey’in daha çocukluk yıllarında silahlara olan ilgisi ailesi tarafından fark edilince babası beylik tabancasını devlete iade etmiş. Evde silah bulunmasından tedirgin olmuş belli ki… Şükrü Ergün ise yıllar sonra bu silahın peşine düşmüş ve kendisi için anıları olan bu özel tabancayı koleksiyona katmayı başarmış. Geçmişine bağlılığı sadece bir silahın peşine düşmesi, eski objeleri biriktirmesi ile sınırlı değil. Yolu düştükçe hayatında iz bırakan ve çok iyi bir eğitim aldığı (şimdiki adıyla) Mahmudiye İlkokulu’nu ve öğretmenlerini ziyaret ediyor, hayatının en mutlu yıllarını geçirdiği Galatasaray Camiası’yla da dostluklarını sürdürüyor.
Yazları Anadolu Kavağı’na giderken önünden geçip hayran kaldığı Galatasaray Adası’nın yarattığı istekle, 1969 yılında Galatasaray’da yatılı okul yılları başlıyor. “Geçmişe dönmem gerekse, o yıllara dönmek isterdim” diye anlattığı güzel anıları var okulda. “Kışın sahlep içmek, sabah sıcak poğaça almak ortaokuldaki merakımızdı. Ortaokulun sonlarına doğru Çiçek Pasajı’nı keşfetmeye başladık. Liseye gelince pavyonlar başladı. Pavyon dediysem bizim haftalığımız olan 7,5 lira, bir tane bira parasıydı. Pavyona gidip oturur, bir bira içer, biraz ortalığa bakar, haftalığı verip çıkardınız. Bütün hikaye buydu. Ama “pavyona gittik” demek önemliydi. O zaman okulda az sayıda kız arkadaşımız vardı. Tabii onların öyle bir kültürü oluşmadı. Yıllar sonra bir mezuniyet kutlamasında aynı dönemden kız arkadaşlar ısrar ettiler, biz de pavyonu göreceğiz diye. Yaşı 50’ye yaklaşmış kalabalık bir grup olarak birlikte gittik. Ama aynı tadı alamadık. O zaman çok büyük maceraydı. Şu anda av da benim için öyle…  ‘Ava çıkacağım’ deyip hazırlanmaya başladığım anda, benim için av başlamış demektir. Okulda da ‘Abi akşam gidiyor muyuz?” diye konuşmaya başladığımız an, akşamki maceramız başlıyordu. Güzel günlerdi. Ben Türkiye’nin en iyi üniversitesinde okudum, oranın Mezunlar Derneği Başkanlığı’nı yaptım. Üniversitemi de çok severim ama Galatasaraylı olmak benim için her şeyin üzerinde. Bana ‘iyi ki Galatasaraylıyım’ dedirten pek çok neden var. İyi ki Galatasaraylıyım; çünkü tek çocuk olmama rağmen çok kardeşim var, iyi ki Galatasaraylıyım; çünkü paylaşmayı öğrendim, iyi ki Galatasaraylıyım; çünkü kendimi ait hissettiğim ve her şeyden sıkıldığım anda aralarına döndüğüm, dönebileceğimi bildiğim bir ailem var.Galatasaray’dan sonra AFS Bursu ile Amerika’ya…
Şükrü Ergün lise son sınıftayken AFS bursu alıp Amerika’ya gidebilmek için sınava girer. Bir Fransız Lisesi mezunu olarak hiç İngilizcesi olmadığından birazcık kopya çekmek zorunda kalsa bile hem yazılıyı hem de mülakatı geçmeyi başarır. Sınav sırasında önündeki kızın kağıdına baktığı için sınavdan atılma tehlikesi geçirse de sınavda kendisini uyaran gözetmen olarak ters düştüğü ancak sonradan çok yakın arkadaşı olan Samim Aydın (Çelebi Holding Genel Müdürü) ile Galatasaraylı olma yakınlığını kullanarak paçayı kurtarır. O sınavın kariyerindeki rolü dışında taşığıdı büyük önem ise Ergün’ün sözlerinde gizli. “Samim Aydın’ın hayatımda çok önemli bir yeri vardır. O beni sınavdan atsaydı ben Amerika’ya gidemezdim. Eşimle Amerika’ya giderken tanıştım. Eşimi seçen grupta da Samim varmış. Her zaman ‘ben Özlem’i seçmeseydim, seni de sınavdan atsaydım tanışamazdınız, mutluluğunuzu bana borçlusunuz’ der. Benim hayatımdaki yeri gerçekten çok önemlidir. Çünkü o günlerde Özlem de bu sınavı kazanmıştı. Amerika’ya giderken bize Amerika’yı anlatan 3 günlük bir oryantasyon program verdiler. Bu program sırasında tanıştık, birbirimizden hoşlandık ve birlikteliğimiz başladı. Ama o Amerika’nın bir ucuna gitti, ben diğer ucuna… Bir yıl boyunca hiç görüşemeden mektuplaştık. O yıllarda (1976-1977), üniversite sınavına yurt dışında girebiliyordunuz. Amerika’ya giderken düşüncem yurt dışında sınava girip gelince üniversiteye başlamaktı. O yıl sınav kalktı. Bizden erken dönmemizi istediler. İmtihana gireceklerin haziran ortası dönmesi gerekiyordu. Dönmem lazım ama dönmeyi de hiç istemiyorum çünkü haziran sonunda otobüslerle bir Amerika turu yapılacak. Ve yılın en büyük eğlencesi! Dönersem tur kaçacak, dönmezsem sınav! Topladım cesaretimi, ‘Ben gelmiyorum’ dedim. Tabii babam çıldırdı! Sonradan rahmetli babam hiçbir şey demedi, yüzüme vurmadı. Bir hafta hasret giderdikten sonra Paris’e gitmemi ve orada kendime bir okul bulmamı istedi.”
Fransız eğitimi almış biri olarak Amerika’nın hemen ardından Paris’e gider gitmesine ama bütün Fransız okullarının kayıt tarihleri çoktan geçmiştir. İngilizce bildiği için oradaki Amerikan Üniversitesi’ne başvurur. Okul tarafından kabul edilir ama yıllık ücretin 10 bin dolar olduğu ortaya çıkınca başından aşağı kaynar sular dökülür. Baba Ergün elindeki son parayı koyup onu Paris’e göndermiştir. Bu durumda babası büyük bir fedakarlık örneği göstererek bir arkadaşından borç alır ve oğlunu okula kayıt ettirir. Ergün, Fransa’ya gider, yarı zamanlı iş de bulur. Türkiye’den gitme bir antikacı olan Musevi Joseph Soustiel’e yardım etmeye başlar. Bu kişi Paris’in ünlü bir antikacısıdır ve babasına borç veren arkadaşı İshak Bey’in amcasıdır. O seneyi maddi güçlüklerle de olsa tamamlayıp çok iyi bir ortalamayla, Boğaziçi Üniversitesi’ne transfer için başvurur. Mektuplaşmaya devam ettiği Özlem Hanım da o dönemde Boğaziçi’nde Mühendislik Fakültesi’ni kazanır.Şans, hüzünlerin arkasına saklanır!
Herşey güzel başlasa da Şükrü Ergün’ü sıkıntılı bir dönem beklemektedir. “Geldim ve Boğaziçi’nde ikinci sınıftan başladım. 1978’in Eylül’ünde okul başladı, 79’un Şubat’ında babam öldü ve borçlu kaldı. O büyük borç o anda benim için aşılması çok zor bir sıkıntı oldu tabii. Hemen İshak Amca ile görüştüm ve bu borcu ödeyeceğimi ama bana süre tanımasını istedim. Bir iş bulup bir yandan çalışıp, bir yandan da okumam gerekiyordu. Hiç unutmam, boynuma sarıldı ve ‘senin bana borcun yok’ dedi.”
Bazen bir hayatı anlatırken gençken yaşadığınız ufak tefek sorunlar aklınıza gelmez, sadece güzel anıları hatırlarsınız. Ama bazı şeyler vardır, onlar akla gelince geçmişi nasıl zorlukla atlattığınızı tekrar tekrar yaşarsınız. Şükrü Bey kendisi için borçlanan babasının bir kalp krizi sonucu ölümünden duyduğu üzüntüyü ve karşı karşıya kaldığı borç yükünün ağırlığını, İshak Amcanın gösterdiği babalığı, sahiplenme duygusunu o kadar iyi ifade etti ki, dinlerken gözyaşlarımıza engel olamadık ve kısa bir sessizlikle boğazımıza düğümlenen kelimeler yavaş yavaş söküldü. Fakat hayat bu, güneşli günlerden sonra gece bastırıyor ve karanlık gecelerden sonra tekrar güneş açıyor. O günlerde annesi üzüntüden darmadağın halde, tek başına! Babadan kalan maaşın bağlanması aylar almış tabii. Zorluklar, üzüntüler yaşanmış ama hayatın yükünü paylaştığı Özlem Hanımla birlikte gögüslemişler. Ders vererek bir süre idare etmişler ve sonunda bir şans doğmuş. “Levent Erdem vardır, meşhur reklamcı, Mağara Levent. O Galatasaray’dan arkadaşımdı. Annesi Perihan Hanım Amerikan Konsolosluğu’nda idari amirdi. Onun sayesinde Amerikan Konsolosluğu’nda nöbetçi santral memuru olarak işe başladım. Akşam 6’da görevi teslim alıp sabah 6’da devrediyordum ve oradan çıkıp okula gidiyordum. Bir dönem sonra terfi ettim ve nöbetçi tercüman oldum. Allah Perihan Hanım’dan ve Mağara Levent’ten razı olsun, benim hayatımı kurtardılar. Çünkü o zaman Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na bağlı sözleşmeli memur olarak oldukça iyi para kazanıyordum. Hiç unutmam, 25 senelik devlet memuru annem 14 bin lira alırken ben ayda bazen 60 bin lira kazanıyordum. Dolayısıyla maddi zorlukları atlattım. Okulu da bitirip asistan oldum, muhasebe asistanlığı yaptım. Hem ders veriyordum hem dışarıda çalışıyordum hem de okula gidiyordum.  Okul bitince birçok yerden iş teklifi aldım. Çoğu yurt dışında olduğu için kabul etmedim. Bu sırada bir burs imtihanı buldum. Norveç’te denizcilik ihtisası yaptırılmak üzere öğrenci aranıyordu. Başvurdum ve kazandım. Rahmetli Nuri Cerrahoğlu’nun bursu ile Türkiye’den üç kişi Norveç’e gidip bir sene Shipping Management okuduk. Dönünce de Cerrahoğulları firmasında işe başladım. Ben 1981’de döndüm. Özlem okulu bitirdi ve 82’de evlendik. Cerrahoğlu’nda çalışmaya başladığım ilk sene baba oldum.

“Çok mutlu bir evlilik istedim, oldu”
“Ben hayatta bir tek şey arzuladım, o da çok mutlu bir evlilik kurmak, sağlıklı ve huzurlu bir aile hayatı yaşamaktı…” diyen Şükrü Bey, ne şanslı ki dileği gerçek olmuş. Ama eşinin tek vasfı iyi eğitimli, harika bir eş olmak değil, kendisi aynı zamanda oldukça başarılı bir işkadını. Boğaziçi Üniversitesi’nde mühendislik için girdiği okulu psikolojiden mezun olarak tamamlıyor. Ardından evliyken master yapıyor. Hatta karnı burnunda diploma alıyor. İnsan kaynakları alanında uzun yıllar çalıştıktan sonra çalışması zorunlu olmasa da kendi işini kuruyor ve hâlâ başarıyla devam ettiriyor.
Şükrü Ergün ise Cerrahoğulları’ndan ayrıldıktan sonra Onur Koca ve kuzeni ile birlikte denizcilik sektöründe yedek parça işi yapmaya başlar. Dalgalar yine gemiye yol açmak yerine gemiyi yolundan uzaklaştırmak için vuracaktır. Kendi kuzeni tarafından dolandırılır ve ortağıyla birlikte çok büyük borçlarla karşı karşıya kalır. Mizaç olarak olayları büyüten bir kişiliği olmaması nedeniyle zorluklarla hızla yüzleşerek, çalışarak borçları ödemeye karar verir. İşte tam o günlerde, kendisini daha şanslı bir iş hayatına yaklaştıracak önemli bir teklif alacaktır. “Yurtdışında iş yaptığımız firmalardan birinin müdürü aradı ve Türkiye’deki bir arkadaşının önemli bir sorunu olduğunu anlatıp tanışmamı istedi. Norveçli boya firması Jotun’un satış müdürü olan bir Alman Yunanistan’a tayin olmuş. Türkiye’den de sorumluymuş. Türkiye’deki iki önemli müşterisinden biri yüklü bir borcu ödemiyormuş. Bizden yardım istedi. Adamı ofisimize davet ettik. Bizim ofis de o günlerde borçlarımızdan dolayı son bir ayını yaşıyor. Bir aylık kira verilmiş, telefon faturaları gelecek, onları da ödedikten sonra çıkacağız, başka yapabileceğimiz birşey yok. Böylesi bir ortamda Galatasaray’dan yeni mezun bir avukat arkadaşıma telefon edip bu konuyla ilgili ne yapabileceğimizi danıştım. Bir araştırma yapıp o adamların gemilerinin Süveyş Kanalı’ndan geçeceğini öğrenmiş. Arayıp ‘Sizin Jotun’a şu kadar borcunuz varmış, yetkilisi bana müracat etti, bu parayı bu akşama kadar ödemezseniz şu an talimatı verip Süveyş’te gemiyi tutuyoruz’ demiş. Ben hukuki konularda hiçbir şey bilmiyorum. Öğleden sonra para çanta ile gelince satış müdürü bize bin bir teşekkür etti ve firmalarının temsilciliğini önerdi. Biz de boya işinden anlamadığımız ve temsilcilik işinden dilimiz yandığı için nazikçe reddettik. Adam Atina’ya döndü. Bir hafta sonra posta kutusundan bir kontrat çıktı. Anlattığım kişi Jotun’un Türkiye temsilciliği olarak bizim adımıza kendisi imza atmış. Biz önemsemedik, bir kenara attık. Artık ofisi boşaltmak için toparlanıyoruz. İki gün sonra aradı, ‘Sedef Tersanesi’nde iki tane yeni gemi inşa ediliyor. Teklif verdik ama bizi diskalifiye ettiler, nedenini bir sorar mısınız?’ dedi. Tersanenin genel müdürünü aradım. Hiç tanımadığım biri… Şans işte! Sekreter çıkmadan müdür direkt telefonu açtı. Konuyu sorunca adam Jotun’u tanıdığını, çok kaliteli boyaları olduğu için çalışmak istediğini ama yüzde 2 gibi küçük bir indirim istedikleri halde yanıt alamadıklarını söyledi. Ben de bir yanlış anlaşılma olduğunu söyleyip yüzde 5 indirim teklif ettim. İçimden de ‘Nasıl olsa para benim değil’ diye düşünüyorum. Sonuçta ya işi alırlar ya da konuştuğum kişi beni bir daha görmez diye hesapladığım için rahatım. Dönüp konuyu Jotun’daki adama anlattım, karar sana ait dedi. Çok teşekkür etti ve konuşma orada bitti. Bizim ofisi kapatmamıza çok az bir süre kala Akbank’tan bir telefon geldi. Borç içinde yüzerken adımıza bir para havalesi yapıldığını söylediklerinde, biri bizimle dalga geçiyor zannettik. Meğerse o işin komisyonu olarak bize 15 bin dolar göndermişler. Durur muyuz, hemen kontratı imzaladık ve kargo ile Atina’ya gönderdik. Böylece bizim için Jotun başlamış oldu. 1986 yılında temsilci olduk, 89 yılında Jotun Türkiye’de fabrika açmaya karar verdi.”Jotun Türkiye yurt dışında örnek gösteriliyor
Bugün Jotun Türkiye oldukça güçlü bir konumda. Ülkemiz uluslararası ticari ağ içinde gerek personeliyle, gerek iş yapış stiliyle, gerek sonuçlarıyla örnek gösteriliyor. Bulgaristan, Romanya, Kazakistan, Azerbaycan, Özbe-kistan, Türkmenistan, Gürcistan gibi birçok ülke yönetim olarak Türkiye’ye bağlanmış durumda. İş gayet başarıyla devam ederken Şükrü Ergün aile hayatına yaptığı duygusal yatırımın meyvelerini de her an yaşıyor. 1984 doğumlu olan büyük oğlu Kerem geçen yıl Londra’da hukuk master’ı yapıp, pırıl pırıl bir avukat oldu. Üstelik nişanlı ve evliliğe hazırlanıyor. Küçük oğlu Demir ise şu anda Koç Üniversitesi’nde ikinci sınıfta…
Bir tesadüfle başlayıp fabrika ortaklığına uzanan bu şanslı Jotun temsilciliği dışında Şükrü Bey’in hayatında avcılığı; hat, baston, kurşun asker koleksiyonları ve tekne merakı var. Yazları kaptan eşliğinde guleti ile Göcek’te, kışları kayakta. Ava biraz ara vermiş olsa da bu yıl tekrar gitmeyi planlıyor. Kendisini hattat olarak görmese de içini açan bir uğraş olarak hat ile ilgilendiği de biliniyor. En büyük tutkusu Galatasaray ise lise ile yerleşmiş, 2002 yılında Kulüp yönetimine girince, kendi deyişiyle tamamen hayatını ele geçirmiş. “2002-2008 arası benim hayatımın enteresan bir dönemidir. Çok önem verdiğim aile yaşamım ve tırnaklarımla kazıyarak yarattığım şirket ikinci planda kaldı, Galatasaray her şeyin önüne geçti. Çok ayrı bir sorumluluktu. Rahmetli Özhan Canaydın gibi bir lider vardı ki ben ondan çok şey öğrendim. Babamı çok erken kaybettiğim için hayatta olsaydı babamdan öğreneceğim şeyleri, ikinci babam saydığım Özhan Bey’den öğrendim.” Güzel yanlarına rağmen Şükrü Bey Galatasaray yüzünden ciddi sağlık problemleri yaşayıp kalp nedeniyle hastaneye yatınca, eşi Özlem Hanım’ın takıma diş bilediği dönemler de yaşanmış. Belki de Özlem Hanım bunu yaşadığına şaşırmamıştır. Çünkü Şükrü Ergün evlenme teklifini, “Eğer Fenerbahçe’yi bırakır hemen Galatasaraylı olursan, seninle evlenmek istiyorum” diyerek yapmış. İki büyük aşkı bir arada yaşayabilmek için hem akıllıca hem de romantik bir teklif değil mi?
Bu rengârenk ışık saçan enerjiniz ve iyi kalbinizle örnek bir insansınız, umarım bu değerleriniz parlak bir gökkuşağı gibi ışıldayıp size ve sevdiklerinize güzellikler katarak daha da çoğalır.

[/membership]

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın