Parlamento seçimleri ve Avrupa’nın geleceği

Senem Aydın Düzgit

Avrupa Parlamentosu seçimleri yapıldı. Düşük katılım geleneği yine bozulmadı. Avrupa halklarının sadece yüzde 43’ü oy vermek için evlerinden çıktı. Parlamento seçimleri tarihindeki en düşük katılım oranının yaşanmış olması Avrupa Birliği’nin gittikçe artan düzeyde sorgulanmakta olan meşruiyet krizini tekrar gündeme getirdi. Parlamentonun son yıllarda karar alma mekanizmalarında yetkisinin artırılması, ancak bununla birlikte meşruiyetinin de daha sorunlu bir hal alması, Avrupa’da birliğe olan güveni azaltarak demokrasi boşluğunu pekiştiriyor. Hemen hemen tüm seçim kampanyalarının ulusal düzeyde yapılmış olması ve kampanyanın yürütüldüğü konuların (bazı merkez ve aşırı sağ partilerin Türkiye’nin AB üyeliğini konu etmesi dışında) ulusal meseleler olması da Avrupa’nın ulus kimliğinin ötesinde Avrupa bazlı bir kamusal alan yaratamıyor olduğunu tekrar gözler önüne serdi.
Parlamento seçimlerinin açığa vurduğu tek sorun bu değil. Seçimler aynı zamanda Avrupa’da sağın üstünlüğünü ilan etti. Parlamento seçimlerinin tarihinde ilk kez en büyük altı üye ülkede (İngiltere, Almanya, Fransa, İspanya, İtalya, Polonya) muhafazakâr partiler kazandı. 2004 yılında yapılan Parlamento seçimlerinde bu ülkelerin üçünde sol partiler birinci gelmişti. Son seçimlerde ise sağ hegemonyasını ilan etti. Bunun Avrupa siyaseti için önemi büyük. Zira Avrupa seçmeninin üçte ikisi bu altı ülkeden geliyor. Parlamentonun Avrupa Komisyonu üyelerini de atadığı düşünüldüğünde, sağ ağırlıklı meclisin, yine sağ tandanslı bir Komisyon ile beraber çalışacağı öngörülebiliyor. Avrupa Parlamentosu’nda merkez sağ grup her zaman güçlü olmuştu. Geleneksel olarak Sosyalist Grup ile birlikte parlamentonun en büyük iki grubunu oluşturmaktaydılar. Ancak bu seçimlerin parlamentodaki dengeleri muhafazakâr partilerin lehine önemli ölçüde değiştirdiğini görmek mümkün. Birliğin entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan İngiliz Muhafazakâr Parti ve Çek Demokrasi Partisi’nin ana muhafazakâr gruptan ayrılarak kendi gruplarını kurması bile ana muhafazakâr grubun gücünü azaltmıyor.
Parlamentoda merkez sağın yanı sıra aşırı sağ da güçleniyor. İngiltere’de ulusal seçim sisteminden ötürü ulusal parlamentoda yer alamayan ırkçı İngiliz Ulusal Partisi tarihinde ilk kez Avrupa Parlamentosu’na temsilci gönderiyor. Fransa gibi bazı üye ülkelerde aşırı sağın gücünü kaybettiğini görüyoruz. Bu durum, aşırı sağ eğilimleri besleyen göçmen korkusu ve kimlik erozyonuna ilişkin kaygıların azalmasından değil, merkez sağ partilerin Fransa örneğinde olduğu gibi aşırı sağ söylemin bazı önemli unsurlarını benimsemesinden kaynaklanıyor.
Küresel ekonomik krizde solun yükselişe geçmesi beklenirken, Avrupa’da eriyen solun karşısında sağ hâkimiyetini ilan ediyor. Bu durumun Türkiye-AB ilişkilerini de etkilememesi beklenemez. İspanyol, İngiliz ve İtalyan sağının dışında kalan temel sağ partiler Türkiye’nin tam üyeliğine şiddetle karşı çıkıyor. Aşırı sağın bu konuyu temel propaganda malzemesi haline getirdiği de biliniyor. İçe dönük, muhafazakâr ve göçmen karşıtı Avrupa Türkiye’yi üye olarak görmek istemiyor. Belki bundan da önemlisi böyle bir Avrupa’nın küresel politikalarının dünyayı ne şekilde etkileyeceği. Amerika’da her ne kadar tartışılsa da, geçmişe oranla önemli ve daha olumlu gelişmeler yaşanırken Avrupa gittikçe kendi içine kapanıyor.

Bunu Paylaşın