ORHAN GÜRÜN

Yeşim Yeliz Egeli

Derya misali uçsuz bucaksız bir gönül adamı ORHAN GÜRÜN

“Orhan Baba”nın hayatını okurken ne kadar renkli bir gençliği olduğunu göreceksiniz. Seyyal Taner ve orkestrasıyla yıllarca müzisyenlik yapan Gürün, denizci şapkasını gördüğü günden bu yana ağabeyi, ortağı, ablası Berrin Seven’in eşi Gökçen Seven ile birlikte… Fatih Çarşamba’dan başlayıp Maltepe’de devam eden neşeli, giderek büyüyen bir aile albümü bu… [membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]Bir yaşamı okurken insancıllığın, başkalarına karşı sevginin, dürüstlük ve zekanın açtığı kapıları, insanı azaltmayıp gitgide zenginleştirdiğini hissedeceksiniz. Deneyime paralel römorkör inşa ve işletmesinde genişleyen iş hacmini, öncülerden olmanın avantajını, ikinci kuşakla güç kazanan Sanmar Denizcilik’in hikayesini de tabii…

1946 yılında İstanbul Çarşamba’da doğan Orhan Gürün baba tarafından 6 kuşak, anne tarafından 3 kuşak İstanbullu. Soy ağacında Hamamizade İsmail Dede Efendi gibi isimler olunca ister istemez tüm aile musikişinas… Kendisi de duyduğu her notayı çalabilecek yeteneğe sahip. Üstelik bu amatör bir uğraş da değil, 4-5 yıl müzisyenlik geçmişi var. Seyyal Taner ve orkestra arkadaşlarıyla yıllarca sahne alıp harçlıklarını çıkarmışlar.
Çocukluk anılarının ev sahibi harika bir konak!  Bütün camlar vitraylı, merdivenler bronzdan… Ne kadar büyük bir evmiş ki Orhan Gürün çocukluğunun üzerinden yarım asır geçip konak aile tarafından satıldıktan sonra aynı yere gittiğinde, o güzel yapının yerine birbirine bitişik 20 tane ev yapıldığını görüyor ve üzüntüsünden gözyaşı döküyor. Hayatının ilk yıllarına dönecek olursak, biçki dikiş işlerinde çok bilgili olan annesine uçurtma yaptırmak en büyük zevki… Gerçi gökyüzüne bağlılığının asıl kanıtı güvercinler! İlkokul dördüncü sınıftayken Karagümrük’e taşınınca, evde güvercin besleme merakı başlıyor. “Bu hala içimde uktedir. 150’ye yakın güvercinim vardı, orta ikinci sınıftayken. Mısıri vardı bir tane, gagasızdı… Dönek denir onlara… Mesela 10 tane kuşu atıyorsunuz havaya, bir tanesi yıldıza kadar çıkar, yıldız olur. Herhangi bir kuşu alıp kanat çırptırırsınız, onu gören kuş iner ama Mısıri elindeki kuş kanat çırpsa da gelmez. Ne zaman ki kendi eşine bir kez kanat çırptırırdık, bir anda döne döne hemen kümese eşinin yanına inerdi. Bir hafta sonra da yumurtlarlardı. Ne kadar mükemmel bir olaydı! Okulda da renkli arkadaşlarım vardı. Müjdat Gezen benden bir sınıf  büyüktü. İlkokul 4 ve 5. sınıfları Türkan Şoray’la beraber okuduk. Ben kendimi güvercinlere verince ortaokulda sınıfta kaldım, sene kaybettim tabii… Karagümrük çok ilginç bir yerdi. Sulukule bize çok yakındı. Onların kavgaları çok meşhurdur, çok da gırgır, şamatadır. Ben hiç yanlışlarını görmedim. Kendi aralarında birbirlerini yerlerdi o ayrı.”
Ablası ve kız kardeşi Tülin’le birlikte hem mutlu hem de oldukça renkli bir çocukluk geçirir Orhan Gürün. Ortaokul yılları 60 İhtilali’ne denk gelince gençlik çatışmaları da anılara yerleşir elbet… “İhtilalin olduğu gün cumaydı. ‘Beyazıt’ta çatışma çıktı’ dediler, koşarak gittik. Olayları bizzat yaşadım. Turan Emeksiz’in ölümünü biliyorum.” Ülkelerin siyasi ve toplumsal yapısı kişilerin hayatını nasıl etkiler? Başarılı bir denizcinin gençlik yılları hakkında anlattıkları, insan portrelerinde ülkenin etkisini yakından görebileceğimize güzel bir kanıt:  “Babam Karagümrük’te okuyamayacağımı düşünüyordu. Bir gün babam rahatsızlandı ve doktorlar açık havada kalmasını önerdiler. Ailemizin de önerisiyle 1959 yılında Maltepe’ye geldik. Taşınmayla birlikte Pendik Lisesi’ne girdim.”
Oldukça aktif geçirilen yıllar; amcaoğlu ile müzik, fikir kulübü, okul geceleri… Bu arada kimseye zarar vermeden yapılan lise haylazlıkları da diz boyu! Bir gün okula yeni bir öğretmen geliyor. Yine gençler birbirini itiyor öğretmen görmeden. Orhan Gürün düşmeyeyim diye yeni gelen öğretmen hanımın eteğine dokununca olanlar oluyor. Her ne kadar hiç yapmayacağı birşey olsa da arkadaşları nedeniyle düştüğü durumu kimseye izah edemiyor. Ve bu olay liseyi zamanında bitirmesine engel oluyor. “Böyle olunca bütün arkadaşlarım üniversiteye gitti, ben gidemedim. Esas müzisyenliğe o zaman başladım. Babam böyle aylak aylak gezilmez deyip Maltepe’de bir yer kiraladı. Bu arada kendisi Türkiye bilardo şampiyonuydu: Meşhur Istaka Osman! Bir Amerikan yapardı, bin beş yüz, iki bin! Mesela o zaman Semih vardı, babam birgün Semih’i göstererek, ‘Ulan bu beni yendi, artık bundan sonra Dünya Şampiyonu olur’ dedi. Gerçekten de o kişi Semih Saygıner’di ve Dünya Şampiyonu oldu. Bir sene sonra o bilardo olayı da bitti.”
Bir yıl sonra lise bitince Orhan Gürün’ün keyfi yerine gelir. Amcaoğlunun yatında eğlenerek harika günler geçirir. Ama bu kez de üniversite sınavını kazanamaz. “Bütün arkadaşlarım okulu kazanıp gidince bir boşluğa düştüm. Sadece müzisyenlik yapıyorum. Oradan oraya, konserlere gidiyoruz. Rahmetli annem sağolsun, ders çalışmam için zorladı. Bir buçuk ay evden çıkmadan ders çalıştım. Yüksek Denizcilik Okulu Makine Bölümü’ne ilk on içinde yer alarak girdim. Tek seçimimdi, kazanırsam okuyacağım, kazanamazsam askere gideceğim. Neyse ki kazandım ve dünyalar benim oldu!”

 

Salondaki denizci şapkası!
Orhan Gürün’ün hayatına bakınca Gökçen Seven’le tanışmasının hem iş hem de aile hayatı için ne kadar önemli bir dönemeç olduğu çok iyi anlaşılıyor. İşte o an: “Gökçen Ağabey Berrin Ablamla yazlıktan tanışıyormuş. Onu istemeye geldikleri günü iyi hatırlıyorum. Daha orta ikideydim. Kuzenlerle bir aradaydık. Baktık ki salonda çok güzel bir denizci şapkası var. Hepimiz sırayla taktık şapkayı. En çok kime yakıştığını soruyoruz birbirimize.” Gökçen Seven o zamanlar 20 yaşında, biraz da ufak tefek bir delikanlı. Ne iş yaptığı sorulunca denizciyim diyor. Denizci ama ne iş yapıyor? Aile merak ediyor, araştırılıyor, vapurlarda çalıştığı öğreniliyor. Herkes ama özellikle anne müstakbel damat adayını oğlu gibi sevip benimseyince de evlilik gerçekleşiyor. O günlerden Orhan Bey’in aklında kalan en heyecan verici detay işte o güzel denizci şapkası. Gökçen Seven’e ve o şapkaya olan hayranlığı onu eğitim için Denizcilik Yüksek Okulu’na yönlendiriyor. Yüksek Denizcilik Okulu’nda yatılı okul yılları fazla ders çalışılmadan bitiyor. Zeki olunca çok ders çalışmak yerine akşamları çalışkan öğrencilere müzik yaparak dostluk etmek daha eğlenceli. “Hiç ders çalışmadan okulu bitirmiş bir insanım. Otuz kişilik sınıftasınız, bir yere kıpırdayamıyorsunuz ve hocayı dinlemek zorundasınız. Dinleyince de anlıyordum. O günlerde bizim hakikaten süper bir matematik öğretmenimiz vardı. Bir gün lapa lapa kar yağıyor. Ben dalmışım, hoca anlatıyor ben dışarı bakıyorum. Matematiğim de çok kuvvetli olduğu için nasılsa geçerim diye düşünüyorum. Hoca bir anda bana döndü! ‘Evladım!’ dedi. ‘Hocam dalmışım, çok özür dilerim’ dedim. ‘Sakın bir daha olmasın, yoksa hayatın boyunca buradan dışarı bakarsın!’ dedi. O günden sonra da ders çalışmadım ama dışarı da bakmadım.”

Solist Seyyal Taner, gitar solo Orhan Gürün!
Orhan Gürün akşamları yatakhaneden kaçıp müzik yapmaya gidiyor. Fazla okulda bulunmasa da o yılları hep özlemle anan, okul arkadaşlarına büyük sevgisi ve bağlılığı olan biri. Ortaokuldayken mandolinle başlayan müzik serüveni zaman içinde daha ciddi bir hal alıyor. “Ben hiç nota bilmem ama 4-5 sene müzisyenlik yaptım, Seyyal Taner bizim solistimizdi. Denizcilik okulunda ben makine birinci sınıftayken diğer orkestra elemanları dördüncü sınıftaydılar. Hilton, Çınar gibi lüks otellerde ve çeşitli kulüplerde müzisyenlik yaptık. Her 15 günde bir radyo evinde programımız vardı. Yazın lüks düğünlerde çalardık. Bir şarkı için zarf içinde 500 dolar bahşiş verildiği günler oldu. Bir ara ciddi ciddi müziği meslek olarak seçmeyi de düşünmüştüm ama bu meslekten gelen bir yaşlı müzisyenin bana verdiği nasihati dinleyerek vazgeçtim. Yine müzikle ilgileneyim ama hayatımı da düzene koyup kendime de uygun bir kız bulup evleneyim dedim. Bir gün Maltepe’de çalarken Çimen’i gördüm. Çok güzel bir kızdı. Konuştuk, anlaştık. ‘Beni beklersen seni alırım’ dedim. O da bekledi ve evlendik.
1970 yılında okuldan mezun olduğunda lakabı Kıvırcık Orhan’dır. Denizcilik Yüksek Okulu’na nasıl bazı şanssızlıkların da etkisiyle 2 yıl kaybederek girip sınavda ilk on arasına adını yazdırdıysa, askerlik de aynı şekilde ilk 6 ayı Yassıada’da çok rahat ama sonrası bir hayli zorlu geçer. Ondan sonrası belli zaten: Masmavi denizler… Orhan Gürün her ne kadar sosyal, renkli; dostlarına, ailesine düşkün biri olsa da birazcık sinirli, çok da evhamlı biri. Bu nedenle bir iki ayı geçen deniz yolculuklarını hiç tercih etmemiş. Sonraki yıllarda denizle dolu 12 yıl geçirse de daha çok yurt içinde kalmayı tercih etmiş; aylar süren yurt dışı işlerde olmayı hiç istememiş.
“Öğrenciyken çok gezdik, dış sulara gittik.  İş hayatımda daha çok Romanya ve Bulgaristan’a… Zaten o zaman en güzel yerler oralardı. Uzağa gitmedim evham ve sıkılma huyum yüzünden. 1976 senesinde Sanmar’ı kurduk. Çok sevdiğimiz bir aile dostumuz Ahmet Ötkür vardır. Cerrahoğulları’ndayken o muhasebede çalışırdı, Gökçen Ağabey enspektör, ben de üçüncü kaptandım. Bir şirket kurma olayı gündeme gelince hep beraber oturduk. Herkes fikrini söyledikten sonra Sanmar isminde karar kıldık. “San” sanayiden, “Mar” da marine’den geliyor. Beşiktaş Noteri’ne gittik. Paramız da yok o zamanlar… Bir yerlerden bulup buluşturup, öylece kurduk şirketi. Önce Gökçen Ağabey ve Ahmet Bey başladı. Sonra Ahmet Bey de bir ara gemiye çıktı ama Gökçen Ağabey hep demirbaştır. Başka ortaklar da vardı. Ahmet Bey gemiye çıktıktan sonra ikisinin ağırlığı daha fazlaydı şirkette. Ben denizde de çalışıyordum. Bir zaman geldi ayrılmaya karar verdiler. Ama keşke bütün ayrılıklar böyle olsa. Dostça ayrıldılar. Saygı duyduğum biridir. Sonuç olarak biz römorkör işine girdik; Ahmet Ağabey de tamir işleri yapmayı seçti.”
Başarılı olmuş herkes gibi işini çok seviyor Orhan Gürün. Ve mesleğinde de çok iddialı! “Ben çok iyi bir çarkçıbaşıydım. Son yıllarda her şey elektronik oldu. Ben mekanik olarak çok iyiydim. Çalıştığım gemilerde hiç elektrikçi kullanmadım. Her şeyi yapabilirdim çünkü… Kendime güvenirdim. Güzel de gemi tamiri yapardım. Zaten biz tamircilikten geldik. Şirketi kurduğumuz zaman bu şirketin üç kişiye bakamayacağını anladık. Bu nedenle o zaman beş sene Petrol Ofisi’nde çalıştım. Çok rahattı. Yepyeni gemilerde çalışıyordum. Ancak şirkette işler gelişmeye başlayınca Gökçen Ağabey çağırdı, yetiştiremiyordu. Ben de öylelikle bıraktım Petrol Ofisi’ni. O zaman sırf gemi tamiri yapıyorduk. Tamir yapıyorduk ama paramızı alamıyorduk, bir sene sonraya çek veriyorlardı, o yüzden Gökçen Ağabey akıllılık yaptı ve Botaş’ın işine girdi. Biz başta onunla gırgır geçmiştik çünkü bana rüya gibi geliyordu. İşi alınca da ne yapacağımızı şaşırdık. Tecrübesiziz! Ama çok şükür altından kalktık. Özellikle İTÜ mezunlarının dayanışmasını yaşadık. Hayatta insana her daim desteği olan, bir ömür boyu dostluğunu görüp sevdiğiniz isimler olur. Orhan Gürün hayatını anlatırken İsmet Üner, Mustafa Öcal ve Yalçın Öcal’ın adları sık geçiyor. Bugün gençlerin pek rastlayamadığı mumla aranacak cinsten dostluk hikayelerinde…

Orhan Baba deyince aklınıza kim gelir?
Bu arada Çimen Hanım’la evliliklerinin güzel meyvelerini görmeye başlarlar. Oğlu Ali’ye çok düşkün, onunla övünüyor ama 1975 senesinde doğan Pınar’ın yeri çok ayrı onun için. Annelerin oğullarına, babaların kızlarına daha düşkün olduğunu kanıtlar gibi adeta. Evde düzeni, disiplini sağlayan daha çok eşi Çimen Hanım… Orhan Bey şaka yollu kendisinin hafif despot bir anne olduğunu ama evlatlarını çok iyi yetiştirdiği için mutlu olduğunu söylüyor. Orhan Gürün ise evde, işte, sosyal hayatta Orhan Baba lakabının hakkını veriyor. Bu hitap yaşıyla değil, Orhan Gencebay’ı kıskandıracak babacan kişiliğiyle ve iş bilgisiyle ilgili çünkü ona gençken de Orhan Baba derlermiş. Güzel bir aile oluşurken işyeri de çalışanlar için bir yuva kimliği kazanıyor. Kavgasız, gürültüsüz, güzel bir çalışma ortamı var. Gürün bu konuyu mutlu bir şekilde, “Bizden gidenler hep emekli olarak gitti, hatta ikinci kez emekli olacaklar bile var. 25 seneyi bitirmiş çok kişi görebilirsiniz” diye anlatıyor. Sosyal hayatta ise Maltepeliler Derneği başta olmak üzere pek çok buluşmanın aranan ismi. Çok sevdiği annesini ve babasını 22 yıl önce kaybetmiş; bir haftada ikisi birden hastalanıp vefat etmişler. Başlangıçta her gün gitmiş mezarlarına ama bakmış çok üzülüyor, haftada bir ziyaret eder olmuş. Kar, kış demeden hâlâ her hafta onların başına gidip dertleşiyor, duasını ediyor. Tüm ailesine çok düşkün bir baba ama torunlar başka tabii! Şimdilerde hayatın anlamı torunları onun için. Bütün yaşamı boyunca tek bir çiçek almayan, doğum günü, anneler günü gibi özel günlere karşı olan Gürün, söz konusu torunlarının doğum günü olunca sevinçten deliye dönüyor.
Aile hayatının, dostluğun ve iş hayatının birleştiği en büyük dostu, ortağı, ağabeyi ise aynı zamanda ablasının eşi olan Gökçen Seven. “Çok iyi insandır. Bir kere onda kötülük hissi yoktur. Çok akıllıdır, ileri görüşlüdür. Duayenimiz odur. Ben onu takip ederim. Yani ben işin daha çok teknik kısmını yaparım. Müşteri kısmına o bakar. Çevresi geniştir. Mesela biz 20 sene BOTAŞ’ı işlettik. Bu işe gireceğiz dediği zaman, ‘Abi biz kimiz, BOTAŞ kim?’ dedik. O zamanlar rahmetli Raşit Kalkavan yapıyordu o işleri. İhaleye çıkıyorlardı, teminat mektubu lazım oldu. Rahmetli Nejat Akçal Gökçen Ağabey’i oğlu gibi severdi, onların tamir işlerini yapardık. Gökçen Abi’nin ise ona ayrı bir yakınlığı vardı. Sağolsun, bize iki buçuk milyonluk teminat mektubu verdi. ‘Ben Gökçen’den başka kimseye bunu vermezdim, çok dikkatli olun, buna ihtiyaç duymayın’ dedi. Çok seneler geçti. O işler çok büyüdü. Teminat mektupları milyarlara çıktı. Ama biz o paranın uğuruna inandığımız için uzun bir müddet tuttuk onu. Sonra da gittik ve iade ettik.
Sanmar Denizcilik dünyanın birçok ülkesine römorkör inşa etti. Müşterileri tekrar tekrar sipariş verdi. Böylece sıra tersaneye gelmişti… “İki ay önce bir tersane yatırımımız oldu. Selahattin Telci’nin Tuzla’daki yerini aldık ve orayı donatmaya çalışıyoruz. Eskiden fiyatlar çok abartılıydı, şimdi ise normale düştü. Eksik olmasın Mustafa Öcal sayesinde bizim bir tersane eksikliğimiz olmadı ama müşterilerimiz römorkörü inşa halindeyken görmek istiyorlar. Kapıdan girer girmez, ‘tersane sizin değil mi?’ diye soruyorlar. Onun için bizim de bir yerimiz olsun istedik.”
Ben artık işlere pek karışmıyorum, artık bizden geçti. Biz Gökçen Ağabey ile ikimiz olsaydık yurt dışına açılamazdık. İlk römorkörü 1989’da yaptığımızda Türkiye’nin en aptal adamları olarak vasıflandırıldık. Çünkü römorkörü çalıştırmanın imkanı yoktu, her tarafta tekel vardı. Römorkörü bitirdiğimizde oğlum Ali (Gürün) Teknik Üniversite’de, yeğenim Cem de (Seven) Bilkent’te okuyordu. Teknik işler bende, yönetim ve idare Gökçen Ağabey’de idi. Hem tecrübesizdik hem de çok zor bir olaydı. Küçücük bir römorkör yaptık. Zaten herkes bize gülmüştü! O zaman kimse yoktu. Bir tek Osman vardı, o kendini döndüremiyordu. Sonra bir tane daha römorkör yaptık. Allah bazen insana yardım ediyor işte… Tabii çevre de çok önemli. İlk işimizi iş hayatından tanıdıklarımız vesilesiyle ve çok zor aldık. Yalova’dan Beşiktaş’a su mu taşınır? Böyle birşey duydunuz mu siz? Ama aynen bu işi yaptık. İşte bu bize Allah tarafından gönderilmiş bir fırsat oldu.
Ali ve Cem okurken, sanki planlamış gibi kendilerini işimize yetiştirdiler.  Ali İTÜ Makina, Cem Bilkent İşletme’yi bitirdi, Pınar da Boğaziçi Sosyoloji’yi tamamlayıp kurumsal tanıtım ve pazarlama tarafında yer aldı. Onlar okurlarken bizim bugünkü gibi işlerimiz yoktu. Ufak ufak işler büyüdü. Şirkete geldiler ve uluslararası arenaya açıldılar. Ama onlar olmasaydı Türkiye’deki bütün römorkörleri biz inşa ederdik herhalde. Hiç kimseye de bırakmazdık bu işi. Gençler gelince dışarıya açıldık. Çok dürüst, iyi niyetli, iyi terbiye almış çocuklardır. Buna kesin garanti veririm. Adil ve hoşgörülüdürler, kul hakkı yemezler. Allah onları daha fazla muvaffak etsin. Ben şahsen onlarla gurur duyuyorum. Dolayısıyla çok fazla karışmadan yardım etmeye çalışıyorum.”
Espriler ve neşe içinde akan sohbetimiz daha saatlerce sürüyor. Ne anılar var içinde… Özellikle Seyyal Taner’le sahnede İtalyanca, İspanyolca şarkılar, solist Salih ile Türkiye’de ilk kez sahnede Rolling Stones çalmalar… Müzik sohbetinin içinde ailedeki herkesin de adı geçiyor tabii… Piyanoda torunu İnci, vokalde kızı Pınar ile gelini Saniye, gitarda oğlu Ali… Denizcilik Yüksek Okulu’ndayken Yeni Melek Sineması, çorbacıda keyifli sohbetler, bilet atmamak için üst devrenin peşinden otobüse binmeler, arkadaşların kız olayları yüzünden belinde silahlı adamlarla kapışmalar… Gerçi bunlar sır kalacaktı, anlatmayacaktım ama gençlikte yaşanan ve artık değeri yitirilen o kadar masum anılar ki dayanamadım. Ne güzel günler… Ne keyifli bir aile…
Bütün hayatına bakıp Orhan Gürün kadar huzurlu olmak güzel. “Benim kimseye kötülüğüm olmaz. Tuzla camiasında beni çok severler. Hep ‘baba’ derler bana. Tahmin ediyorum ki cenazem normal bir zamanda olmayacak, kışa gelecek. Ama yine de dolup taşacak. Daha bugüne kadar bir kişiyi bile işten çıkarmadım. O kadar kötü zamanlar geçirdik ama ben ne olsa yerim, bana birşey olmaz ama arkadaşlarımdan birine kıyamam. Hepsiyle sonuna kadar giderim. Onlar benim evladım gibi…” Orhan Babanın güzel kalbi ve açık sözlülüğü yüreğe su serpip insanın içini serinletiyor. Allah herkese dönüp geriye baktığında huzur duyacağı, sevip sevilebildiği bir hayat nasip etsin! Denizde kum Orhan Gürün’de sonu iyilikle biten dolu hikâye… Çok güldük onun yaşamını dinlerken. Daha uzun yıllar mutlu ve sağlıklı yaşam Orhan Babama, biriktireceği yeni hikâyeleri dinlemek ise bana nasip olsun.

[/membership]

Bunu Paylaşın