MÜMTAZ DİKER

Yeşim Yeliz Egeli

92’lik delikanlı, Kaptan-ı Derya…  MÜMTAZ DİKER

Kaptan Mümtaz Diker, 92 yaşında çevik bir delikanlı! Hayatı dolu dolu yaşamış, denizde tam 55 yıl geçirmiş biri. Karada, denizde ve üniversitede pek çok farklı görevde bulunmuş. Meydan Larousse ansiklopedisinde denizcilik yazarlığı gibi önemli işlere imza atmış. Başarılı, esprili ve iyimser… [membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]Büyük aşkla bağlandığı eşi de ilk kadın polis. Seksen yaşında emekliliğini ilan eden kaptan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan renkli anılarını bugünlerde yazıya döküyor. Torununun çocuğunu görecek kadar sağlıklı ve dinç olan Mümtaz Diker, on parmağında on marifetle yemekten alışverişe, dernek çalışmalarına kadar oldukça aktif bir hayat sürüyor

“12 Temmuz 1919’da dünyaya gelmişim. Hayatımın ilk dört senesini Osmanlı Devleti’nde yaşadım. Nüfus kağıdım Osmanlı… Cumhuriyete geçilince yeni nüfus cüzdanları hemen çıkmadı, bir süre eskilerle idare edildi. Hatırlarım, o yıllarda nüfus kağıdı denen şey bugün bildiğimiz A4 boyutlarında bir kağıt üzerine basılmış devlet evrakıydı. Boşuna nüfus kağıdı denmemiştir. O gerçekten bir kağıttı.” Osmanlı’yı gören Kaptan Mümtaz Diker Rami’de dünyaya gelmiş. O zamanlar Rami Abdülhamit’in kendi mülkü. Rami çiftliğine Bosna Hersek ve Yunanistan’dan gelen göçmenler yerleştirilmiş. Mümtaz Diker’in ailesi de Bosna Hersekli, 6 yaşına kadar Rami’de büyümüş. Ardından Bahriyeli muhiti Kasımpaşa… Çeşme Meydanı’ndan Hasköy’e kadar bütün sahilin Bahriye’ye ait olduğu günlerde, önemli paşalar hep Kasımpaşa’da oturuyor. Yol rütbeli Bahriyeliler’in köşkleriyle dolu. Diker Ailesi’nin evi Kasımpaşa’nın üstünde, Sururi Mehmet Efendi Mahallesi’nde. Mahallede İstanbul’un en büyük Mevlevi dergâhı var. Dergâhın çevresinde müritlerin evleri ve muazzam bir bahçe. Tam Osmanlı’nın rengine yakışacak şekilde bahçeyi Yorgi isimli bir Rum işletiyor. Bahçede yetişen reçellik güllerden yapılmış gül reçelinin tadı hâlâ aklında. Kendisinden 14 yaş büyük bir ağabeyi var. Çok ileri görüşlü, gittiği her yere kardeşini de götüren çok görgülü ve şık bir beyefendi olan ağabeyi, Mümtaz Diker’in hayatında en çok desteğini gördüğü isimlerden biri. Babası Bahriye’de yetişmiş, Bahriyeli olarak yanında dikiş makinesiyle İtalya görmüş iyi bir terzi. Bu mesleği pek sevmeyen ağabeyi ve çok iyi dikiş diken annesi de terzi. Meslek olarak denizciliği seçmesinde ise babasının birçok Bahriyeli dostu ve müşterisi olmasının etkisi olmuş. Tabii deniz sevgisi de… Ortaokulu Eyüp’te bitirip İstanbul Erkek Lisesi’nde okumaya başlamış. Denize olan sevgisini mesleğe dönüştürme şansı yakaladığı an da okulu değiştirmiş. “O zamanlar, ağabeyimin müşterilerinden biri Yüksek Denizcilik Okulu’nda muhasebe müdürü yardımcısı. Ağabeyim ona benim İstanbul Erkek Lisesi’nde okuduğumu anlatıyor. O da hemen okuldan ayrılık belgesi alıp bana gelin diyor.” Birinci sınıfta yıl sonu gelince ayrılık belgesi alınıyor ve 1937-38 ders yılında başladığı kurumda 3 yıl lise, 3 yıl yüksek okul okuyarak 1943 yılında mezun oluyor.

Denizcilik Yüksek Okulu’nda yatakhanelerin güzelliğinden yemeklerin lezzetine, öğretmenlerin ilgisinden az kişi okuyup iyi bir eğitim almalarına kadar herşeyiyle çok mutlu olduğu bir öğrencilik dönemi geçiriyor. Okul çok sıkı, disiplinli bir okul olsa da mutlu, eğlenceli ve sosyal bir hayatı var. Notları kadar sosyal aktivitelerdeki başarıları da göze çarpıyor. Su kayağında, basketbolda ve futbolda çok iddialı. Voleybolda ise okul takımının kaptanı. Voleybol maçlarında smaçları, basketbol karşılaşmalarında yükseğe sıçrayarak sayı yapması büyük alkış alıyor. Sporda bu kadar başarılı bir genç olarak diplomasını sonradan spor dünyamızda hep adı geçecek önemli bir isimden, günün vali ve belediye başkanı olan Lütfi Kırdar’dan alması da hoş bir tesadüf olsa gerek.
Güverte bölümünden geleceğin kaptan adayı olarak mezun olduğunda yıl 1943.  Yani bütün dünyanın savaş yüzünden en karışık olduğu zamanlar… Özel hayatında ise okçulukla ilgilenirken tanıştığı ve bir yılı aşkın süre ailelerden gizli, çok keyifli bir arkadaşlığı devam ettirerek nişanlandığı Ayşe Betül Hanım var. Bekarlık günleri çaylarda, sinemalarda geçiyor. Gramafondan çalan tango ile danslar ediliyor. Nişandan sonra 3,5 yıl yine hep bir aradalar ve dillere destan bir aşk dönemi geçiriyorlar. Eşinin ailesini de kendi ailesi gibi sevip benimsiyor Mümtaz Diker. Yedek subayken hayatında önemli bir dönüm noktası olan evliliğe imza atıyor. Belediyede nikah, Tokatlıyan Oteli’nde gösterişli bir düğün! O zamanın en lüks otellerinden birinde masrafları da ucuza getirerek şık bir düğünle evleniyorlar. Eşi bugün bile az rastlanacak kadar başarılı, iyi eğitimli, sıradışı bir profil. “Bizim aşkımız ailede ve arkadaşlarımız arasında çok meşhurdu. Eşim İtalyan İlkokulu’nu bitirdiği için Latince bilir, mükemmel İtalyanca konuşurdu. O konuştuğu zaman İtalyanlar hayret ederlerdi. Alman Ticaret Lisesi’ni bitirerek Almanca, evde özel ders alarak Fransızca öğrenmişti. Bütün bu bilgisiyle sivil polis olmayı seçti, çantasında tabancasıyla gezen bir kadın oldu.”
Yedek subaylık bitip terhis olunca, ülkedeki en büyük denizcilik şirketi Devlet Deniz Yolları ve Limanları İşletmesi’ne, şimdiki adıyla Türk Denizcilik İşletmeleri’ne giriyor. Sonradan 4. kaptanlık olarak değiştirilen mülazım kaptan unvanıyla Aksu Vapuru’nda çalışmaya başlıyor. O zamanlar Aksu ve Güneysu İtalyan yapımı iki kardeş gemi. Devlet Deniz Yolları’na ait çok güzel yolcu gemileri bunlar… Mümtaz Diker zaman içinde şileplerde, yük gemilerinde de çalışarak deneyim kazanıyor. O günlerde savaş nedeniyle İtalya, Fransa, Yunanistan gibi denizcilikte öncü ülkelerde hiç gemi kalmamış; Türk gemileri adeta meydanı boş bulmuş, uluslararası sularda dolaşıp duruyorlar. Diker o yılları, “Martı diye Ege bölgesinde, Doğu Akdeniz diye de Akdeniz’de iki hat açılmış. İstanbul, İzmir, Antalya, Mersin, İskenderun, Larnaka, Beyrut, Hayfa, Portsaid, İskenderiye, Pire, dolaşıp duruyoruz. İyi para kazanıyoruz. Gemi yok çünkü. Herkes bizi tercih ediyor” diye özetliyor.

Denizciler her limanda bir sevgili bulur mu?
Lüks bir yolcu gemisinde günler daha renkli geçiyor elbette… Amerikan Export Line’ın Amerika ile Akdeniz arasında çalıştırdığı güzel, lüks bir yolcu gemisi olan ve Mümtaz Diker’in en sevdiği gemi olarak saydığı Tarsus’ta da öyle… “Tarsus’tan kalktık, seferimiz Küba. Juccaro Limanı’na gittik. Oradan ham şeker yükledik, Havana’ya uğradık ve yolcularımızı aldık. Çoğu harp nedeniyle Avrupa’ya gelememiş karma karışık bir ordu. Havana’dan sonra Jamaika’ya geçtik. Pek çok İngiliz kadını eşlerinin yanına gitmek üzere gemiye bindi. Çok neşeli, zevkli bir sefer oldu.” Elbette anılar arasında çoğunluğunu kadınların oluşturduğu gemi seferleri geçince insanın aklına “her limanda bir sevgili” efsanesi geliyor. Mümtaz Diker’in bu soruya yanıtı ise hem politik hem de zarif: Denizcilere böyle şey sorulmaz diyerek bir keresinde eşini de bir sefere götürdüğünü anlatarak konuyu hoş bir şekilde kapatıyor.
1952-1953 yıllarında Devlet Deniz Yolları ve Limanları İşletmesi’ne bağlı olarak bir Şilepçilik İşletmesi kuruluyor. Yani yük gemileri Deniz Yolları’ndan ayrı bir işletme haline getiriliyor. Teklif gelince memnuniyetle kabul ediyor ve Akşehir gemisinde çalışmaya başlıyor. Gemi Haliç’te; onarımı bitmiş, şamandıralara bağlanmış, tamirinden sonra ertesi gün havuza girecek ve havuzlanacak. O gün belki de Mümtaz Diker’in kaptanlık sınavı. “Ben gidip eski kaptandan gemiyi teslim aldım. Ertesi sabah haber geldi, havuz hazır, gel dediler. Halatları şamandıralardan fora ettim. Yol verdim gemiye… Havuza girerken römorkör yardım ediyor. Arka taraftan römorkörün kaptanına ‘üç düdük çektiğim zaman hemen beni durdurmaya çalış’ dedim. Bu zaten bilindik bir paroladır. Oradan ileri çok ağır gireceğim ve bu benim kaptan olarak ilk manevram. Tam giriyoruz ben üç düdüğü çektim. Bu sırada kıç tarafta üçüncü kaptan hemen telefona sarılmış, bana ‘süvari bey, römorkör yok’ dedi. Römorkör manevra yaparken dik olarak geminin yanına düşmüş. Gemi de hareket halinde, halatı çekince yatmış römorkör. Tabii içerdekiler de korkmuş! Römorkörün kancasına balyozla vururlar kanca açılır, halat denize gider. Gemi de yürüyor. Makineye hemen telefon ettim; ‘halat yok, kıçımızdan halatı fora ettiler, manevrayla giriyorum havuza, tornistan dediğim zaman asılın’ dedim. Nitekim yarı yarıya giriyoruz havuza. Tornistana bastım. İkinci ve üçüncü kaptana ‘mümkün olduğu kadar hızlı verin halatları sahile’ dedim. Sahilde de halatı bekleyen tersane adamları var tabii. Halatları verdik gemi durdu, vira vira yanaştık. Biz yanaşır yanaşmaz dışarıda bizi seyredenlerden bir alkış koptu. Ben neden alkışlandığımı anlamıyorum tabii. Meğer o zamana kadar havuza kendi makinesiyle giren gemi olmamış; ya römorkörle ya da halat veriyorlar, halatları vira vira gemiyi çekerek alıyorlarmış havuza. Ben gümbür gümbür makineyle girdim. İşte ben o zaman ‘kaptan olmuşum’ dedim kendi kendime. Aşama aşama bir yere gelmenin yararları bunlar. İnsan farkında olmadan o yerin hakkını veriyor. Bu her meslekte önemli ama bizim meslekte çok daha önemli.”

 

Genel müdürlük yaptım ama Kıbrıs’a ısınamadım
Denizde 37 yıl kaptanlık, karada enspektörlük, müdür muavinliği, müdürlük, genel müdürlük kademelerinde geçen 55 yıl. Ne maceralar yaşandı bu 55 yılda acaba? “İlk Deniz Yolları, sonra Deniz Nakliyat. Fındıklı’da caminin karşısındaydı bizim yerimiz. Orada ilk önce Bakım Onarım Donatım Müdürlüğü pozisyonunda, ilk önce Operasyon Müdürü olarak başladım. İki-üç defa gittim geldim. Ben kaçtım, onlar alıp geri getirdiler beni. Yeni genel müdürlere tavsiye ediyorlar, onlar da gelip sizinle çalışmak istiyoruz diye teklifte bulunuyorlar; ‘peki’ diyorum. Bir dönem Ortaköy’deki Yüksek Denizcilik Okulu’nda öğretim üyeliği ve okul gemisi kaptanlığı yaptım. En sonunda oradan bir genel müdür çekti aldı beni. O kadar ısınmıştım ki öğretmenliğe. Bence çok ulvi bir meslek. 4 yıl mezun verdim. Aralarında Iraklı, Suriyeli öğrenciler de var. Hâlâ beni gören hocam diye sarılıp elimi öpmeye yelteniyor. Deniz Nakliyat’ın genel müdürü emekli bir general. Ben de orada teknik müdür olarak yani bakım onarım müdürü olarak başladım. O günlerin tarihi önemi Kıbrıs Çıkartması’na rastlamasından geliyor. Türkiye ve Kıbrıs yönetimi aralarında anlaşmışlar, Kıbrıs-Türk ortaklık şirketleri olarak sanayi, eğitim gibi birçok alanda şirketler kuruyorlar. Bir de Kıbrıs-Türk Denizcilik Limited Şirketi kurulmuş. Onun genel müdürlüğünü teklif ettiler bana. Deniz Nakliyat’tan istifa edip gittim ve orada üç yıl çalıştım. Gittiğim zaman Kıbrıs perişandı. Ordu mensupları omuzlarında hücuma hazır silahlarla dolaşıyorlardı. Gittiğim şirkette yönetim kurulundan başka hiçbir şey yoktu. Üstelik yönetim kurulu bir sürü masraf yapmış. Belgeler ortada ama muhasebe müdürü yok. Hemen muhasebe müdürü tayin ettim ve işlere başladım. Çatışma sırasında harp gemilerinin bombaladığı yerler var. Bunlardan bir tanesi de küçük bir tersane ama çok iş yapıyor. Denizcilik işletmesinin yanındaki o tersaneyi bana verdiler. O zaman Denizcilik Bankası da kurulan şirketin bir ortağı. Maliye, Denizcilik Bankası ve Kıbrıs’ın konsolide sermayesi bir araya gelmiş ve bir şirket kurulmuş. O şirketi de bana verdiler yöneteyim diye. Bir de ofis ayarladılar. Ben de yanıma İngiltere’de yetişmiş bir kızcağız ve yine İngiltere’de hukuk tahsili yapmış bir delikanlı aldım. Böylece onlarla şirketi kurduk. Şirkette denizcilik işletmesi, acentelik, gümrükten arındırma bölümü kurdum. Tersaneyi baştan aşağı yeniledim. Bu konu için Denizcilik Bankası’ndan yardım istedim. Bankanın tersanelere bakan müdür muavini eski bir arkadaşım. Ondan rica ettim, bana İzmir Tersanesi’nden 10 tersaneci gönderdi. Böylece yepyeni bir tersane kurduk. Hatta savaş sırasında batırılmış bir balıkçı gemisini kızağa çekip tamir ettik ve ben onu bir balıkçıya sattım.
Ben Kıbrıs’a ısınamadım. Sonra bir gün geldi, tövbe ettim. Kıbrıs’taki yönetim kuruluna tayin edilmiş boşanmacı bir avukat vardı. Denizcilik şirketinin yönetim kuruluna üye olmuş ama hiçbir şeyden anlamayan bir adam. Ona bir ters çıkış yaptım ve hemen istifamı verdim. Ondan sonra da Offer Brothers şirketine kaptan olarak girdim, 18 bin tonluk bir gemide 3 yıl kadar çalıştım.”

Fırtınalar koparsa kopsun
Çok büyük fırtınalar yaşadım ama hayatımda hiç korkmadım. Mesela Kars gemisinde Amerika ile Türkiye arasında çalışıyorduk. Bir seferinde Atlantik’i geçiyoruz. Tam Bermuda Adası’nın kuzeyinde bir fırtına gösterdi kendini. O şeytan üçgeninin içindeyiz. Fırtına 48 saat nefes aldırmadı bize. Nasıl dalıp çıkıyoruz, anlatamam! Geminin baş tarafındaki fenerleri aldı götürdü. Geminin süratini ölçen veya iki nokta arasında ne kadar mil yaptığını gösteren bir cihaz var. Tam 48 saat dövüne dövüne yol yaptık, gümbür gümbür çalışıyor makina. İki günün sonunda fırtına durdu, güneş açtı. Rota koyboldu tabii. Bir mevki koymak en az 45 dakika sürüyor. Bir mevki hattı buluyoruz, ikinci bir mevki hattı buluyoruz, o iki hattı birbirine kestiriyoruz ki o da töleranslı bir nokta. Geminin kaptanı olan kayınbiraderimle yarış yapıyoruz mevki bulma konusunda. Yaptığımız mevki bizi 48 mil geriye düşürmüş. Yani olduğumuz yerde saymışız tam 48 saat. Yürümemiş gemi. İşte bu benim geçirdiğim en büyük fırtınalardan birisi. Süvariyken Atlantik’ten geçerken üç tane hurricane geçirdim. Daha doğrusu kaçtım, kurtardım kendimi, içine düşmedim. Hurricane’nin içine düşmek büyük bir felaket tabii. Pasifik Okyanusu’nda da iki kere fırtına atlattım. Çin’e giderken Endonezya açıklarında bir hurricane geçtiğine dair rapor aldım. Orada durdum, yol kestim bekledim. Hurricane denizden karaya geçti, ben yol verdim. Shangay’a İskenderun’dan çelik götürüyorum. Tayvan Boğazı’nı geçti, Çin’e vardı fırtına, ben yol verdim. Tam Tayvan Boğazı’na geliyorum ikinci bir fırtına ötekini takip ederek geliyor. Tayvan Boğazı’nda kaldım. Aşağı yukarı gidip gelmeye başladım. Çünkü aldığım raporlara göre fırtına Tavyan’ın kuzeyinden geçecek. O fırtınayı da atlattık, ondan sonra Shangay’a vardık. Böyle anlarda inisiyatif sahibi olmak çok önemli. Bizim mesleğimiz çok hızlı şekilde doğru karar almayı isteyen bir iştir.
Denizde tabiatla boğuşurken başka sorunlar da yaşanabilir. Bir gün yine Akdeniz’i geçtik Cebelitarık’a varıyoruz. O bölgede balıkçı gemileri çoktur. Denize ağ atarlar ve gidip belirli bir süre kıyıda beklerler. O ağı markaj yapmak için büyük mantarlar üzerine gazlı gemici feneri saplarlar ve denizin ortasına bırakırlar. Birçok yerde o fenerleri görürsünüz. O gün öyle bir ışıklar tarlasına düştüm! Sancak alabanda, iskele alabanda fenerlerin arasında gidiyorum. Geminin kaptanı olan kayınbiraderim fırladı geldi, ‘Neden bana haber vermiyorsun?’ diye bağırdı. Birden bire çıktı karşıma, haber vermeye kalksam zaman dar, gemici fenerlerinin üzerine çıkmaktan korktum. Bu bir tartışma yarattı. O sırada elimde kalemle seyir vakalarını yazıyorum. Bana nasıl kızdı anlatamam. Sonunda ben de ‘Bu geminin üçüncü kaptanıyım, mesul vardiya sahibiyim. Beğeniyorsan götürürsün, beğenmiyorsan İstanbul’a gidince değiştirirsin beni’ dedim. Bu lafı söylerken elimdeki kalemi pat diye masaya bıraktım. Böyle gerilimli anlar da yaşandı ama bence herşeye rağmen denizcilik güzel bir meslek.”

Seksen yaşına geldiğinde bir gün…
Yılların deneyimiyle herkesin ihtiyaç duyduğu ve çok sevdiği Mümtaz Kaptan ya da sektörde bilinen ismiyle Kaptan-ı Derya çok sevdiği iş hayatına yaklaşık 10 yıl kadar önce nokta koyuyor. Geriye dönüp baktığında sorguladığı bir şey de yok hayatında. Denizcilerin çoğu için çocuklarının doğduğu anı görememek hayatın en önemli üzüntülerindendir. Mümtaz Kaptan da biri erkek, ikisi kız 3 çocuğunu doğduktan günler hatta aylar sonra görmüş. Ama kaptan bir babaya sahip olmanın avantajları da var tabii. Yurt dışından gelen harika kıyafetler ve bir sürü oyuncak! Bir çocuk babasını özlese de bu sürpriz hediyeler üzüntüyü az da olsa unuttururmuş. Eşinin başlarda ufak tefek yakınmaları olmuş ama Mümtaz Diker kendi kardeşi de kaptan olan eşine, ‘Şartları biliyordun, madem istemeyecektin benimle neden evlendin?’ yanıtını verince, özlemden kaynaklanan bu serzenişler hızla ortadan kalkmış. Şimdi çocuklarını büyütmenin ötesinde, 5 torununu görebilmenin keyfini çıkarıyor. Hatta torunun çocuğunu… Mutluluğunda şansı kadar kendi pozitif yaklaşımlarının da etkisi hissediliyor. Sıkıntıları hızla unutmak için gayret sarf eden Mümtaz Kaptan, tek başına ayakta durma becerisi ve sağlam maneviyatı sayesinde yalnızlığı çok zorlanmadan atlatabilmiş. Bugünlerde cümleleri yazıp yazıp tekrar bozsa da, aile fertlerine dağıtılmak üzere aile tarihini içeren bir kitap hazırlıyor. Alışverişini kendisi yapıyor. Her hafta belirli günler dernek faaliyetlerine katılıyor. Mesela Çarşamba günleri DEFAV’ın lokalinde, müze yapmak için çalışmaları var. Oldukça esprili ve on parmağında on marifet olan biri o, daha ne olsun.

Denizde zaman geçmez
Mümtaz Kaptan’a mesleğe yeni başlayanlara tavsiyelerini de sorduk: “Genç denizcilere en büyük tavsiyem, muhakkak bir hobi sahibi olsunlar. Denizde başka türlü hayat geçmez. Aksi takdirde zabitan salonunda ya uyuklamaya, ya tavla, kağıt oynamaya mahkum kalırlar. Yazı yazsınlar, resim yapmaya uğraşsınlar yani bir hobi edinsinler. Denizcilik disiplin isteyen bir iştir. Bir gemi saat gibi çalışır. Bir saatin iki dişlisi arasına yabancı madde girince nasıl duruyorsa, küçük bir disiplinsizlik koca bir gemide aynı şekilde duraklamaya sebep olabilir. Onun için disiplin çok önemli. Biz çok disiplinli yetiştik okulda. Disiplinli yetişmemizin en büyük yardımcılarından biri de okulun yatılı olmasıydı.”
Tam 55 yılı denizde geçen ve dünyayı gezen bir denizci olarak şu günlerde denizi özlüyor elbet… Kaptan olarak olmasa da, bir şekilde yeniden bir yolculuğa çıkıp gemide olma planları yapıyor. Yakında aşçıbaşı ya da kamarot olarak bir gemide karşınıza çıkarsa şaşırmayın. Bu işin şakası tabii ama şu bir gerçek ki deniz Mümtaz Kaptan’a, Mümtaz Kaptan da denize çok yakışıyor.

[/membership]

Bunu Paylaşın