ERBİL ÖZKAYA

Yeşim Yeliz Egeli

Kökü derin, dalları deniz bir nuruderya ERBİL ÖZKAYA

Yasa Holding Genel Koordinatörü olan Kaptan Erbil Özkaya, Yalçın Sabancı’nın denizcilik sektörüne yatırım yapmaya karar vermesi ile denizcilik şirketinin lideri olarak, Yalçın Sabancı’ya yakınları tarafından işaret edilen tek isim. Holding’te denizcilik birimini kuran Özkaya; Yalçın Sabancı’nın itimadı ve oluşturduğu güçlü ekibiyle, şirketi ilk 10 yılda çok başarılı bir noktaya taşıdı. Asker kökenli olduğu için oldukça disiplinli ama aynı zamanda güler yüzlü, yaratıcı ve somut hedefleri hayata geçirmekte usta bir kaptan… [membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]Eşi Oya Hanım, kızı Derya ve oğlu Deniz ile güçlükleri başarıyla göğüsleyen, aile hayatında da mutluluğa büyük değer veren insanlardan… Yakından tanıyanlar onun Boşnak kanı taşıdığı için ne kadar renkli olduğunu, Beşiktaş’a olan tutkusunu ve hayatımın projesi dediği eğitimci yanını bilir. Erbil Özkaya’nın acı tatlı günlerle dolu ama bir anından bile pişmanlık duymadığı hayatını okuyunca, bilinmeyenleri de öğreneceksiniz

Yasa Holding Genel Koordinatörü olan Kaptan Erbil Özkaya, Yalçın Sabancı’nın denizcilik sektörüne yatırım yapmaya karar vermesi ile denizcilik şirketinin lideri olarak, Yalçın Sabancı’ya yakınları tarafından işaret edilen tek isim. Holding’te denizcilik birimini kuran Özkaya; Yalçın Sabancı’nın itimadı ve oluşturduğu güçlü ekibiyle, şirketi ilk 10 yılda çok başarılı bir noktaya taşıdı. Asker kökenli olduğu için oldukça disiplinli ama aynı zamanda güler yüzlü, yaratıcı ve somut hedefleri hayata geçirmekte usta bir kaptan…  Eşi Oya Hanım, kızı Derya ve oğlu Deniz ile güçlükleri başarıyla göğüsleyen, aile hayatında da mutluluğa büyük değer veren insanlardan… Yakından tanıyanlar onun Boşnak kanı taşıdığı için ne kadar renkli olduğunu, Beşiktaş’a olan tutkusunu  ve  hayatımın projesi dediği eğitimci yanını bilir. Erbil Özkaya’nın acı  tatlı günlerle dolu ama bir anından bile pişmanlık duymadığı hayatını okuyunca, bilinmeyenleri de öğreneceksiniz

Takvim 31 Aralık’ta duruyor… Bir yılbaşı gecesi saat 02:06… Ankara Doğum Evi’nin yeni açıldığı sıralarda, 1 kilo 250 gram bir bebek. Sektörün renkli ve saygın siması Kaptan Erbil Özkaya’nın çarpıcı doğum hikâyesi…  Askerde hangi gün doğduğun değil, hangi yıl doğduğun önemlidir. Kendinizden büyüklerle birlikte askere gidersiniz… 1 yaş daha sonra gidince çocuk biraz daha palazlanır, kuvvetlenir. Bu yüzden hastane yetkilileri, doğum hanesine 1 Ocak 1953 yazılmasını istiyorlar. Babası, çocuğunu 1 yaş küçük askere gitmek gibi risklerden korumak istiyor olsa gerek, doğum sancıyla başlar deyip kararlılıkla oğlunu 30 Aralık 1952 olarak nüfusa kayıt ettiriyor.

Ankara’nın güzel bir semtinde, eskiden Boşnak Mahallesi olarak bilinen Cebeci Dörtyol’da;  halkın iç içe olduğu, akrabaların bir arada yaşadığı bir yerde güzel bir çocukluk… Ailenin kökleri; baba tarafından Yugoslavya Saraybosna’ya, anne tarafından hem Saraybosna  hem Priştina’ya uzanıyor. Yani genlerinde yüzde 75 Boşnaklık,  yüzde 25 Arnavutluk var. O geleneksel, birbirine bağlı, geniş aile yapısı bugün bile devam ediyor. Dolayısıyla düğünleri hep çok renkli… Mutluluk kavramı bazı ailelerde daha önemlidir. Göçmen ailelerin çoğu, 1. Balkan Harbi’nde çok büyük acılar çektiğinden olsa gerek, her fırsatta mutlu olmak için çaba harcarlar. Erbil Özkaya  hiç atalarının doğduğu toprakları görmemiş ama amcaları Saraybosna’ya gidip, orada ailenin yaşadığı yerleri bulmuşlar. Araştırdıklarında; atalarının 1640 yılı gibi erken bir tarihte, bundan asırlar öncesinde Konya Karaman’dan oraya gittikleri bilgisine ulaşmışlar. Babası Ankara doğumlu ama dedelerinin soyadı, buraya geldiklerinde Ömeroviç’miş. Yani Ömeroğulları… Titiz bir arşiv taraması ve araştırmalar sonucunda bazı bilgilere ulaşmışlar ama henüz buradan ne zaman oraya gittiklerini, nasıl gittiklerini bulamamışlar. 1940’larda, soyu geçmişte Konya Karamanoğulları’na uzanan akıncıların aileleri ile birlikte Avrupa’ya, özellikle Yugoslavya’ya gönderildiklerini öğrenmişler. Bu kadar şey öğrenince, gidip o toprakları görmek daha da büyük önem kazanmış. Şu anda Erbil Kaptan’ın en önemsediği planlarından biri, o ülkeye gidecek bir fırsat yaratmak.
Erbil Bey, ailenin büyük abisi. 6’şar yıl arayla, 2 tane erkek kardeşi olmuş. Gayet mutlu bir aile hikâyesi var. Ancak ev hanımı olan anneleri, genç yaşta vefat etmiş. Babası ise sanat okulu mezunu bir oto teknisyeni olarak, Ankara’da askerî araçların tamirinden sorumlu bir devlet memuru olarak yaşamını sürdürmüş.  Ta ki, büyük oğlu meslek olarak denizciliği seçene kadar…
Ankara’da 1960’larda geçen bir çocukluk… Ve elbette bu çocukluk da yaşıtlarına benzer şekilde, boyunca kar yağan günlerde 3-5 semt yürüyerek okula gitme öyküleri içeriyor. Eve döner dönmez kartopu oynamaya gitmeler, kayarken yaralanmalar, soğuktan donan elleri odun sobasında ısıtırken çekilen tatlı acılar… Bilindik, güzel, biraz haylaz ama mutlu yıllar… Bir mahalle ilkokulu… Öğretmeninin adı  ise  Şükran İnci…
‘‘Şükran İnci’yi hiç unutamam. Bana çok şeyi katan kişidir. Filibite hastasıydı. Böyle bacakları kalın, tonton bir hanım… Hem en sevdiği hem de en şikâyetçi olduğu öğrencisiydim. Ama birkaç arkadaşımla birlikte bizi çok kayırırdı. Okul hayatım mutlu geçti, fakat ortaokuldan üniversite yaşamıma kadar hep erkeklerin okuduğu okullarda okudum. Kız / erkek okunan bir okulda okumamanın eksikliğini de hayatım boyunca hissetmiş biriyim. Ortaokulda, Cebeci Ortaokulu’na gittim. Orada kızlar vardı ama kızlar sabah, erkekler öğleden sonra eğitim alırdı. Ankara’nın en disiplinli okuluydu. Devlet okulunda çok iyi bir eğitim gördük. Lisede Deniz Lisesi, Kuleli Askeriye Lisesi ve Polis Koleji sınavlarına girdim. Hepsini kazandım.
Böylece, 1967 senesinde Deniz Lisesi’ni tercih ederek okula başladım. O yaşa kadar deniz görmemiş bir insanım. Ve Heybeliada’da okumaya başladım. Bir mahalle kültüründen geldiğim için belki de böyle engin bir ortam içinde ilk anda kendimi kaybettim. Çok güzel arkadaşlıklar edindim ve hiç sahip olmadığım imkânları da ilk kez o okulda gördüm. Meselâ, ders çalışmak için etüt saatleri vardı. Kendime ait dolabım olmuştu. Evde sahip olmadığım imkânları lisede görmek benim için çok güzeldi. Öte yandan ortam çok disiplinliydi. Ben disiplini severim. Buna rağmen, bir adaptasyon problemi olsa gerek, birinci dönemin sonunda büyük bir şok yaşadım. Uyum problemim olmuştu. Derslerde başarılı değildim. Yarıyıl tatilinde Ankara’ya döndüm. Liseden önce başarılı bir çocuk olduğum için ailede büyük bir gürültü koptu. Ben normalde aileme karşı gelebilecek biri değilim ama orada bir gövde gösterisi yaptım. ‘Siz istediniz ben de gittim’ dedim. Tabi, o kavganın da etkisi ile ikinci dönem bende bir çıkış grafiği başladı. Meselâ, 3 olan ders notu 10’a; 2 olan ders notu 9’a yükseltildi. Hiçbir zaman dereceye girecek kadar çalışkan bir öğrenci olmadım ama ikmale de kalmadım. Bulunduğu ortamda her zaman göz önünde olan, yaptığı sosyal faaliyetlerle ilgi çeken bir insan oldum. Spor faaliyetlerim, fiziğime de olumlu katkı yaptı. Okula girdiğimde  boyum 1,58’di, mezun olduğumda 1,87 oldu. ‘Gel; engelli koş, basketbol oyna, voleybol oyna’ dediler. Ben futbol oynamak istiyordum ama o takımda çok kuvvetli arkadaşlar olduğu için diğer spor dallarında daha çok kendimi gösterme fırsatı yakaladım. Özellikle basketbolda fişek gibi gittim. Ordu Milli Takımı’na kadar yükselen bir oyun süreci başladı. O zaman Deniz Harp Okulu 2. Lig’e çıkmıştı. Bu da bana, hem İstanbul 1. Mahallî Ligi’nde hem de 2. Lig’de basketbol oynama imkânı sağladı. Bunlar benim için çok güzel anılardır.
Benim öğrencilik dönemimde, dünyada ‘68 Kuşağı’ fırtınası esiyordu. Çok büyük bir siyasî devrimin yaşandığı bir dönemde, askerî okulda okuyorsunuz. O dönemde yetişenlere bakın, hepsi mutlaka bir yerlere gelmişlerdir. Bir kısmı belki tamamen yok olmuştur ama ayakta kalanların çoğu önemli yerlere gelmişlerdir. Herkes o günleri yaşadı ve herkes hem şanslı hem şanssızdı bence.
Ben kendimi o dönemlerde daha çok spora, spor olmadığı zamanlarda da kültür/sanat aktivitelerine yönlendirdim. Benden 6-7 yaş büyük, hâlen hayatta olan, şu an saygıyla andığım Sabattin Ergin diye bir komutanımız vardı. Kendisi hem lise komutanımızdı, hem de Harp Okulu’nda komutanımız oldu. Bize kültür ve sanatı sevdirdi, doyasıya yaşattı. Diyebilirim ki, o günlerde Atatürk Kültür Merkezi’ni en çok kullanan bizlerdik. Baleyi, tiyatroyu, operayı ve sinemayı çok sıkı takip ettik. Bir ara, meşhur ‘Love Story’ filmi gelmişti. Dört seans üst üste seyreder, saat 22.00’daki son vapura yetişirdik. Sıkı bir sinema takipçisi olduğum için çok saygı duyduğum bir isim olan Atilla Dorsay ile tanışma fırsatım oldu. Sinemalarda ve gösterilerde hep resmî kıyafetle dolaştığımız için onun dikkatini çekmişim.
Kişiliğimi anlatırken, belki ‘Boşnak inadını’ da anlatmam gerekecek. Bende de ‘Boşnak inadı’  vardır. Ama eğer özür dilenmesi gereken bir şey varsa, o zaman da hemen özür kısmına geçerim. Yani birisini kırabilirim, söylediğimle incitebilirim. Ama yanlış yaptığımı fark ettiğim andan itibaren de hemen geriye dönerim. İşe özürle başlarım, gönül almak için ne gerekiyorsa uğraşırım. Bu bence kararlılıktır. Kararlı bir kişiliğim olduğu için de çok mutlu biriyim. Bakın, bu günlerde 59 yaşına basıyorum. Bana deseniz ki; ‘Seni en mükemmel olduğun zamana geri döndürelim. Orada hayatını, öğrendiklerinle yeniden yaşa!’.. Beni, bu sabaha döndüremezsiniz. Verdiğim bütün kararlardan, her şeyimden o kadar mutluyum!.. Bir tek gün geriye dönmeye ihtiyaç duymadan, hatalarımla, sevaplarımla, çok mutlu bir yaşamım oldu.’’

“Annem hayata veda ettikten sonra eşimle tanıştım”
1973 yılında 30 Ağustos’ta teğmen çıktım. O senelerde annemin rahatsızlıkları artmıştı. İki kardeşimi, ailemi yanıma almak istiyordum. Gençlik dönemini onlardan uzak geçirdiğim için çok büyük bir açlık vardı içimde. Babam hâlâ çalışıyordu. Hemen o mütevazı teğmen maaşıyla, Gölcük’te bir ev tuttum. Annem ve kardeşlerimi de, görev yerim olan Gölcük’e getirdim. Ama durum pek arzu ettiğim gibi gelişmedi… 3-4 ay içerisinde annemi kaybettim. Yaşım 22… Bir anda, iki  kardeşimle  ortada kalmış gibi hissettim. Kardeşlerimden biri 16, diğeri daha 10 yaşındaydı. Babam da işi nedeniyle henüz yanımıza gelememişti. Kardeşlerimle birlikte yaşamaya başladım. O zaman, hem anne hem baba olma sorumluluğunu almam gerekti. Evde yemek yapmayı, tutumlu, bakımlı ve düzenli yaşamayı hızla öğrenmek durumunda kaldım. Okula giden iki kardeşim vardı ve aynı zamanda ben de okula gidiyordum. Bunların hepsi benim için hayata dair çok fazla katma değeri olan, önemli deneyimlerdi.
Tam o günlerde, eşim Oya ile tanıştım. Oya, küçük kardeşimin sınıf arkadaşının ablasıydı. Gölcük gibi küçük bir yerde tanıştık. Birden bire bir şeyler alevlendi. Ben 22 yaşındayken, o daha 16,5 yaşındaydı. Sözler, nişanlar yapıldı. Yaşı küçük olduğu için muvafakatname ile evlendik.

Kendi düğünümü kaçırdım!
Eşim, 10 Kasım doğumlu. Biz, 15 Ağustos 1975’te nişanlandık ve 15 Ağustos 1976’da evlenmeye karar verdik. Ama evlenme hikâyemiz biraz ilginç gelişti. Söylediğim gibi, 15 Ağustos’ta evleneceğiz. Davetiyeler bastırıldı, dağıtıldı. Hatta, eşimin annesinin teyzesi Bağdat’taydı. Ben de o günlerde denizaltıda görevliyim. Türkiye’nin o zaman Sismik I gemisi vardı, Hora isimli… Nerede petrol var, onu arayan bir gemi. Sene 1976… Temmuz-ağustos aylarında Hora hikâyesi çıktı. Biz de denizaltında görevliyiz. Ege Denizi’ne gittik. Savaş bekleme yerine geçtik. Gün bekliyoruz. Bu sırada  düğün tarihi yaklaşıyor. Hatta gemideki komutanlar, ‘Gelini çağır, düğünü burada yaparız’ diye takılıyorlar. Neticede, biz düğün tarihini kaçırdık. Bağdat’tan teyzeler gelmişler, hediyelerini bırakıp gitmişler. Görev her şeyden önce gelir!,, Sonra ben dönünce, 1 Ekim 1976’da evlenebildik. Söz, nişan, düğün derken; 24 yaşında evlenmiş oldum. 25 yaşında da kızımı kucağıma aldım.
O zamanlar denizaltı subayı olarak yaptığım görev; çok yoğun bir ortamda, aşırı derecede görev disiplini gerektiriyordu. Çapı 5 metre, uzunluğu 60-70 metre olan kapalı bir tüpün içinde 80 insanla beraber yaşıyorsunuz. Onun tabi, bizde yarattığı bir takım tesirler vardı. Evde ise ortaokul ve liseye giden iki kardeş var. Babam emekli olmuştu o dönem. O da bizim yanımıza gelmişti. Ve de yaklaşık 10,5 ay sonra gelen bir bebek. Biz bir anda, evde 6 kişi olduk. Böyle bir ortamı gayet iyi idare ettik. Oya’nın arkadaşları üniversiteye hazırlanırken, onun kucağında bebeği vardı. Hayat boyu yaptığı fedakârlıklarıyla, eşim Oya’nın hakkını ne yapsam ödeyemem.”

“Genel müdür olduğumu, odama geçerken anladım”
İnsan denizaltında asker olunca; görev aşkı başka, yuvaya duyulan özlem başka… Ne anılar var daha bunlar gibi, Erbil Özkaya’nın hayatında… Çocuklarının doğumu, annesinin ardından babasının vefatı; acı tatlı bir sürü deneyim. Ve sonrasında, yine denizcilikle dolu dolu geçen bir iş hayatı…
“1981 yılında Deniz Harp Akademisi’ni kazandım. 2 yıl İstanbul 4. Levent’te okudum. Oradan kurmay subay çıktım. Ben teğmen çıktığım günden itibaren denizaltında görev yapmıştım. Dolayısıyla, pek kendimi yenileyemedim. Akademideyken baktım ki, dünya hiç benim bildiğim gibi değil. Arkadaşlarımın çoğu iyi yerlerde görev yapmışlar, dil kurslarına gitmişler, biraz geride kaldığımı düşündüm. Arayı kapatmaya çalıştım. Bir süre sonra, Koçtuğ’da çalışmaya başladım. Orası, ‘denizciliğin üniversitesi’ gibiydi. Çok büyük bir firmaydı. Koçtuğ’dan sonra UM Denizcilik, Tatlıcı Holding’e bağlı Atlas Denizcilik, oradan da Bursalıoğlu’na geçtim. Bursalıoğlu’nda uzun süre çalışıp, kaptan oldum. Kaptan olduktan sonra yine orada, işletme müdür yardımcılığına terfi ettim. Hayatım boyunca makam, mevki beklemeden çalıştığım için karşılığını aldım. İşte o zaman başarı da geliyor, ekonomik bolluk da… Her zaman bunun bilincinde oldum. Denizde çalışırken; 8 ay,11 ay,13 ay kontrat yaptığım zamanlar oldu. Zaman  zaman yaz tatillerinde, eşimi ve çocuklarımı da yanımda götürdüm. Onların da, bir vardiya  zabiti ehliyeti alacak kadar eğitimleri vardır diyebilirim. Sonra Bursalıoğlu’nda bana, ‘Gel, artık karada çalış’ dediler. Öyle de yaptım. Ben gittiğim yeri sonuna kadar sahiplenirim. Firma kapanana kadar orada kaldım. Ardından sağ olsun, Şadan Bey (Kalkavan) tarafından çağırıldım. Davet ettiler, gittim. ‘Şunları  şunları yapacaksın’ dediler, ‘Tamam’ dedim. Genel müdür olduğumu odama geçip oturduğumda, kapıdaki yazıdan anladım. Samimî söylüyorum, hiçbir zaman bir yerin genel müdürü olmayı planlamadım.
Yalçın Bey ile birlikteliğimiz ise 1999 yılının Şubat ayında başladı. Yalçın Bey o zaman Sabancı Holding’te, tekstil grubunun başındaydı. Sanırım kendisine 10-11 kere prezentasyon yaptım ve sektörle ilgili bilgiler sundum. Uzun toplantıların   sonunda  nisan ayında, Yalçın Bey de bu işe girmeye ikna oldu. Ve şimdiki çalışma grubumdan da Kuru Yük Bölümü’müzün Genel Müdürü Mehmet Kayhan, İşletme Müdürü’müz Ahmet Çekiç ve rahmetle andığımız Ünsal Sümer ağabeyimizle birlikte 4 kişi başladık. Yeni gemi projelerini Yalçın Bey’e  aktardık. Çalışma stili olarak farklı bir olgu arzu ettik. Sağ olsun, Yalçın Bey de bize güvendi, itimat etti. Sonuç olarak, çok güzel noktalara geldiğimize inanıyorum. Şu anda ortaya öyle güzel bir iş çıktı ki, dünyada herkesin tanıdığı; tersanelerin, bankaların, sigortacıların, kiracıların yani denizle ilgili bütün grupların çok iyi bildiği bir marka haline geldik. Denizde en önemli şey, sizin bu işe inancınızdır. Bunu koruyabilmek ise zordur. Kaybedildiğinde, yerine o güveni tekrar koyamazsınız. Şu anda toplam 27 tane gemimiz var. Bunun 16 tanesi kuru yük gemisi, 11 tanesi tanker. Önümüzdeki zamanlarda da bunlara yeni katılımlar olacak. Şu anda filomuz yaklaşık olarak 2,5-3 milyon dwt arasıyız ama yeni projelerle bunu 3,5-4 milyon dwt’ye çıkarmayı hedefliyoruz. Bence bu şirkette başarının altındaki en önemli faktörlerden biri de, bir aile olmayı becerebilmemizdir. Bunu da Yalçın Bey ve ailesiyle birlikte, tüm çalışanlar ve ailelerinin başardığını düşünüyorum. Aile olarak yaşamak çok zor, özellikle farklı kültürlerden gelen kişilerin aile oluşturması çok zor ama biz bunu başardık. Tam 10 yılı geride bıraktık, 11. yılın içindeyiz. Bizim başlangıçta; ‘ilk 5 yılda 1 milyon dwt, 15 yılda 5 milyon dwt’ diye bir hedefimiz vardı. Gayet iyi gidiyoruz. İlk 5 yılda, 1 milyon dwt’a yakın bir yerdeydik. 15 yıl olunca da; 4. milyon dwt’i devirebilecek, 5 milyon dwt’e erişecek bir kararlılıktayız. Çok gurur duyduğum bir şey daha var; 15 -20 yıllık bir zaman diliminde, Türkiye’den yurt dışına sipariş veren bir gemi göremezsiniz. Bu eğer ki bir başarı öyküsüyse, bizim için olduğu kadar Türkiye ve Türkiye’deki iş adamları için de övünülecek bir başarıdır diye düşünüyorum.

“İtibarın ne demek olduğunu Yalçın Bey’den öğrendik…”

‘’Benim, denizcilik konusunda ve teknik açıdan pek çok bilgim var ama Yalçın Bey’i tanıyana kadar ticaret konusunda, finans konusunda hiçbir şey bilmiyormuşum. Ticaretin, iş adamı olmanın, kredibilitenin, söz vermenin ne demek olduğunu biz onun sayesinde öğrendik. Para kazanılır, kaybedilir ama itibarın ne kadar kıymetli bir değer olduğunu ondan öğrendik. Öğrenmeye de devam ediyoruz.”
Özel hayatında televizyon izlemeyi çok seven, Beşiktaş tutkusu ile tanınan Erbil Bey’in son yıllarda, hayatımın projesi dediği bir başka uğraşısı daha var. Son 7-8 yıldır Yalçın Sabancı Eğitim Vakfı olarak çok büyük işler yapan YA-SA Denizcilik Eğitim Merkezi’nde devam eden proje, gerçekten de çok heyecan verici. Çünkü yeni kurulan merkez, dünyadaki ilk pro-aktif eğitim veren denizcilik eğitim merkezi olmak gibi müthiş bir iddia taşıyor. Güçlü bir kadro ve similasyon sistemleri ile sektöre büyük katkı sağlayacak merkezde, önce şirket çalışanlarına eğitim verilecek sonra da bu fırsat dışarıya açılacakmış. Bize de, bunca deneyimlerini eğitime aktararak yeniden denizciliğe katkıda bulunanlara, sektör adına teşekkür etmek düşüyor. Elinize, gönlünüze sağlık!..

[/membership]

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın