ALİ İHSAN ALDOĞAN

Yeşim Yeliz Egeli

Cana can katan bir akıl küpü ALİ İHSAN ALDOĞAN

Prof. Dr. Ali İhsan Aldoğan, Erzincan’dan çıkıp önce Bursa’ya, ardından İstanbul ve Almanya’ya, sonunda da İTÜ Gemi İnşaat Fakültesi Dekanlığı’na başarılarıyla gelen bir akademisyen. İTÜ, Türkiye Denizcilik İşletmeleri ve Türkiye Gemi Sanayii’nde yıllarca Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Dekan olarak yaptığı sayısız çalışmayla eğitim dünyasına ve sektöre katkıları büyük… [membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]Başarıyı azim ve hayatın getirdiği fırsatlar yaratıyorsa, bir başarı formülü oluşturmak için Ali İhsan Aldoğan’ın hayatını okuyabilirsiniz. Çünkü yaşam öyküsünde disiplinin, inandıkları için başkalarını kırmadan çaba göstermenin ve “gülerken ısırmanın” ne demek olduğunu yakından görmek mümkün

Ali İhsan Aldoğan’ın hayatı tam bir azim ve başarı öyküsü! 11 Ağustos 1947’de Erzincan’da doğmuş. Genellikle ikinci kuşak hep Anadolu’dan olur ve sonra İstanbul’a gelinir; baba Aldoğan’ın hikayesi biraz farklı. Önce İstanbul’a gelmiş. Hatta Rumlar’ın şehri terk ettiği yıllarda aileye onlardan birçok mal mülk kalmış. Bir gün biri, “Erzincan’da arazilerinizi başkaları kullanıyor, gidin o toprakların başına geçin” deyince herşeyi olduğu gibi bırakıp Erzincan’a dönmüş. Malûm 1940’lar, paranın zor bulunduğu savaş yılları… Devlet 5 çocuğu olandan yol vergisi almıyor. Bu şartlarda koşulları biraz hafifletmek adına, 4 çocuklu aileye bir bebek daha katılıyor. Son çocuktan 7 yıl sonra, yol vergisinden muaf olabilmek için dünyaya gelmesi arzu edilen Ali İhsan! Çiftçi olan babası zaman içinde muhtar olunca, kendisine seçtiği soyadını bütün köye veriyor. Akraba olmamalarına rağmen Erzincan’da aynı soyadı taşıyan kişilerden oluşan bir köy var yani…

Muhtarlık gereği ziyarete gelen bütün devlet büyüklerini evlerinde ağırlıyorlar. Taş ve ahşap karışımı o büyük evde geçen hayatı, ilkokul dördüncü sınıfta ağabeyinin öğretmen olmasına kadar sürüyor. Ağabey öğretmen olunca yolculuk Bursa’ya… Dışarıdan şanslı bir durum gibi gözükse de ağabeyi adaletli, diğer çocuklar yaramazlık yapınca o da sınıftaki herkes gibi dayağı yiyor. İlkokul bittiğinde ise bulundukları ilçede ortaokul olmadığı için Orhaneli kazasına gitmek zorunda. Erken yaşta aileden uzakta yalnız kalmak bazılarını başarısızlığa itse de, Ali İhsan Aldoğan için bu gelecekte yaşayacağı okul birinciliklerinin önemli bir sebebi… Çünkü ne cebinde parası ne yakınında bir ailesi ne de başarılı olmaktan başka bir düşüncesi var.
“Orhaneli Kazası’nda benden büyük bir öğrenciyle ev tuttuk. Beni dövüyordu ve ödevlerini bana yaptırıyordu. Yine de durum işime geliyordu. Daha çok çalıştığım için sınıf birincisiydim. Sonra Bursa Erkek Lisesi ve Vakıflar Talebe Yurdu’nun sınavla öğrenci aldığını duydum. Hemen müraacat ettim. Sınava kabul ettiler ama orta üçüncü sınıftan sınava girenlerle aynı sorulara tabii olduğumu söylediler. Kabul ederseniz orta 2 ve 3. sınıfı da bizde okur, liseye burada devam edersiniz dediler. Sınava girdim ama okumadığım yıllardan çıkan soruları nasıl yanıtlayacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Sorular hakikaten zordu. Hatta çıktıktan sonra kazanamayacağımı düşündüm. Toplam 20 kişi alacaklardı. Sonuçlar açıklanınca 15. olarak kazandığımı öğrendim. Yatılı okula gitmek için hak kazanmıştım ama bir de veli bulmam gerekiyordu. O zaman lisede çok meşhur bir matematik hocamız vardı, nam-ı diğer Çamur Şevket; bir de kimya hocamız  Melahat Hanım. Birgün baktım ikisi yanyana oturuyorlar, yanlarına gidip ‘biriniz benim velim olur musunuz?’ dedim. ‘Sen hiç bizim öğrencimiz olmadın ki’ dediler. Onları mahçup etmeyeceğimi söyledim. Bunun üzerine durup düşündüler ve Melahat Hanım benim velim olmayı kabul etti. Liseyi bitirene kadar da kimyadan 10 üzerinden 9 dahi almadım. Hep 10 ile geçtim. Matematikten de bir kere 9 aldım. Onlara çok çalışarak teşekkür etmeyi seçtim yani…”
Yıl 1963-1964… Üniversite sınavlarında ilk kez merkezi sistem uygulanacak. Ali İhsan Aldoğan fen okuyarak edebiyat puanıyla sınava girer ve hedefi olan tıp fakültesine girmeye hak kazanır. Ama üzerinde çok hakkı bulunan kimya ve matematik hocaları Teknik Üniversite’yi kazanmasını beklemektedirler. Okul birincisi olan, her yıl ödüller kazanıp iftihar listesine giren bir öğrencinin Teknik Üniversite’yi kazanacağına kesin gözüyle baktıkları için ısrarlı davranırlar. Hocalarından büyük destek görür. Sınava hazırlandığı dönemde, babasının vefatı bile haber verilmez ki morali bozulmasın. “Sınavlara girdim. Tabii okul birincisi olarak üzerimde bir sorumluluk hissediyorum. Çıkınca biraz moralim bozuldu. Kazanamayacağımı düşündüm. Sonuçlar açıklanınca makine bölümünü ikincilikle kazandığımı öğrendim. Gerçekten sevindim. Tıp fakültesine kayıt yaptırdığım halde, teknik üniversiteye gitmeye karar verdim. Liselerin teknik üniversiteye soktukları öğrenci başına prim aldıklarını öğrenince okul adına bunu yapmak da benim için bir gurur meselesi oldu. Fazla da üzerinde düşünemezdim; isteklerini geri çevirmeyip teknik üniversiteye girdim. O zaman okul 5 yıllık, direkt yüksek mühendis yetiştiren, Alman sistemine sahip bir okuldu. Gemi inşaatı makinenin bir bölümüydü; ilk yıllar aynı dersleri alıyor, 3. sınıftan itibaren farklı dersler görmeye başlıyorduk. Hevesli olanlar gemi inşa ya da uçak bölümüne geçiyordu. Ben de böylece denizcilikle tanışmak üzere ilk adımı atmış oldum.”

“Karpuz satamadım ama Çakıl’da sahneye çıktım”
Varlık içinde büyümeyen insanların yaşam öykülerine baktığımızda genellikle okurken maddi zorluklar çektiklerini görürüz. Ali İhsan Bey de tek başına şehirde iyi bir eğitim alabilmek için mücadele ederken parasızlık çekmiş. Yine de bir limon satma hikayesi anlatmadı bize. Çünkü ticareti seven biri değil. Hatta tam tersine karpuz satamama anısı var! “Belirli bir yaşa kadar hep fakirlik içerisinde yaşadığım için çok zorluk çektim. Hatta üniversitedeyken belediyeye dilekçe yazıp ‘Burs sağlamazsanız okulu bırakmak zorunda kalacağım’ dedim. Sakın tahsilini bırakma ama belediyenin böyle bir bursu yok dediler. Yaz aylarında hem çalışıyor hem staj yapıyordum. Bursa’da bir golf sahasında gelenlere top verip, bahşiş alırdım. Bir tanıdık vardı, halde hesaplarını takip etmemi istedi ama ben muhasebeden anlamadığım için bu işi yapamayacağımı söyledim. Hatta bir gün bana, ‘karpuz varrr!’ diye bağır, sana 5 bin lira vereceğim dedi, bağıramadım. Ama başka maceralarım da var. Bir ara ses sanatkârlığına merak saldım. Üniversite dördüncü sınıfta önüme bir şans geldi. Ağabeyimin arkadaşı Fındıkzade’deki bir düğün salonunda bağlama çalıyordu. Bir gün solist gelmemiş. Onun yerine çıkmamı teklif etti.  ‘Senin sesin güzel, bir hafta çalışalım’ dedi. Ertesi gün gittim, o çaldı, ben söyledim. Bayağı sahneye çıkıp türkü söylüyordum yani… Programım beğenildi. Bende son sınıftaki harçlığımı çıkardım. Hatta Çakıl’ın sahibi beni dinlemeye gelmiş, beğenmiş. Çakıl’da sahneye çıkmak teklifi aldım. ‘Ben öğrenciyim, derslerim var ama bir iki gece geleyim’ dedim. Birkaç gece gittim. Sonunda bir akşam adamın biri sarhoş olup olay çıkardı. Elindeki şişeyi sahneye fırlattı. Beni teğet geçti ama o anda içimden ‘burada bitti!’ dedim. Çabuk karar alırım ve çabuk uygularım. O gece benim müzik konusunu tadında bırakmaya karar verdiğim gece oldu. Fakülteye dönüp birincilikle bitirdim.”
Kendini başarılı olmaya mecbur hissediyor. Gönülden bağlı olduğu Atatürk’ten de her zaman feyiz alıyor. Bu arada bir Teknik Üniversiteli olarak 68 kuşağını yaşamak otomatik olarak solcu kabul edilmek demek. “Hiçbir siyasi kuruma bağlı değildim ama Teknik Üniversite deyince otomatikman solcu oluyordunuz. Bir gün Dolmabahçe’de otobüs bekliyorum, bir polis geldi neden orada durduğumu sordu, otobüs beklediğimi söyledim. “Niye burada bekliyorsun, burada beklenmeyeceğini bilmiyor musun” dedi. ‘Ne zamandan beri kendi ülkemizde istediğimiz yerde otobüs bekleyemiyoruz’ diye yanıt verdiğimde copu yedim… Hala acısını çekerim.” Dönemin İTÜ’sü iyi hocalar, iyi öğrencilerle dolu. Bir gün çok meşhur, denizcilik sanayiinin babası sayılan hocalardan biri olan Atahan Utku yanına geliyor. “Herif, sen asistan kalacaksın çünkü senin teorik yanın çok kuvvetli, benim de pratik yanım… İkisini birleştirince biz bu işi beraber yürütürüz” diyor. Gerçi mezun olduğunda ilk anda kadro bulunamıyor ama adım adım bir akademik kariyer şekillenmeye başlıyor.
İnsan hayatında bazen yapılanlar çok önemli oluyor bazen de yapılmayanlar… İşte böyle ölümle yaşam arasındaki çizgiye ve kadere işaret eden türden bir seyahat anısı… “Tezimi rahmetli Tarık Sabuncu’dan yapıyordum. Tarık Bey beraber Norveç’e gitmeyi ve tezi birlikte sunmayı teklif etti. Kendisi oradan doktora almıştı. Seçtiğim konu da çok önemli bir konuydu ve oradaki hocalara bunu sunmak istiyordu. Uçakla değil arabayla gidecektik. Ben uzun zamandan beri ailemden ayrı kaldığımı ve yaz tatilini onların yanında geçirmek üzere Erzincan’a gideceğimi söyledim. Sonra o gitti. Yugoslavya’da bir trafik kazası geçirdi, hanımını kaybetti! Ağır yaralı bir şekilde geri döndü; bütün vücuduna platinler koydular. Diyebilirim ki her tarafı demir yığını halinde geldi Türkiye’ye… Geriye dönüp bakınca kendi adıma düşünüyorum, iyi ki gitmemişim.”
Gemiler seyir halindeyken çıkan dalgaların fotoğrafı çekiliyor ve bu dalgalara bakılarak geminin formu tayin ediliyor… Tezini hâlâ önemini koruyan böylesine stratejik bir konu üzerinde yapan Aldoğan, okulu bitirdikten sonra askerliğini yapmak üzere Yassıada’ya ve oradan da İzmir’e gidiyor. O günlerde özel hayatında ise askerliğe paralel devam eden güzel bir nişanlılık dönemi yaşanmakta. Eşiyle tanışmasında bile eğitim hayatındaki başarılarının etkisi olsa gerek; çünkü Kültür Koleji’nin edebiyat kısmını bitirip Yıldız Üniversitesi’nde kimya okuyan bir genç hanımın babası kızına ders vermesini teklif ediyor. Matematik dersi vermeye gidip de gördüğü genç kızla iyi iletişim kurunca Ali İhsan Aldoğan’ın ilk işi konuyu babasına açıp kızını istemek oluyor. Aileden onay çıkınca iş resmiye dökülüyor ve önce nişan, ardından da nikah gerçekleştiriliyor.

Almanya’da Cumhurbaşkanlığı’ndan Türkiye’de Tübitak’tan ödül!
Askerliğin sonuna doğru evlilik var. İmza atıldıktan sonra da hızla iş bulmak gerek. “Yedek subaylıktan sonra üniversitede kadro olmadığı için şu anda Türkiye Denizcilik İşletmeleri olan, o zamanki Camialtı Tersanesi’nde çalışmaya başladım. 1193 liraya işe başladım, kadro açılınca 980 liraya üniversiteye geri döndüm. Üniversiteye döndükten sonra Atahan Bey, Prof. Dr. Tarık Sabuncu ile çalışmamı istedi. Öyle yaptım ve doktoramı bitirdim. Doktora tezimle o yıl üniversite, Tübitak Teşvik Ödülü’ne aday gösterildi. Ödülü alamadım ama uluslararası alanda ses getiren bir çalışma oldu. Almanlar’ın Alexander Von Humbolt bursunu kazandım. Bu çok saygın, çok önemli bir burs. Hem çok iyi para hem de Almanya’da yaşamak için ev verdiler. Bu arada bir kızım bir de oğlum oldu. Eşim ve çocuklarımla birlikte 2,5 sene Hamburg’ta yaşadık. Çok güzel ve programlı bir şehir. Orada Alman Cumhurbaşkanı Özel Bilim Ödülü’nü aldım.
Yıl 1980’de artık ‘Almanya mı Türkiye mi?’ sorusuna bir yanıt bulmam gerekiyordu. Rahmetli Prof. Dr. Kemal Kafalı rektördü o zaman. Burada şartlar daha iyi oldu, Türkiye’ye dön diye sürekli telkinlerde bulunuyordu. Hamburg’da bir profesör ‘orada askeri idare var, demokrasi yok, neden dönüyorsun, senin için aldığımız projeler var, bunlar ne olacak’ dedi. Böyle iki arada bir derede kaldım. Eşimle oturup bize ne getirir ne götürür diye etraflıca düşündük. Oğlum Almanya’ya ilk gittiğimizde okulda zorluk çekmişti. Sonradan adapte oldu ama sonuçta biz dönmeye karar verdik. Çocuk burada sene kaybı olmasın diye ayrı sınavlara girdi. Ben gelir gelmez üniversitede yardımcı doçent oldum. Sonra doçent olmak için müracaat ettim. Orada hazırladığım doçentlik tezi, 1980 yılında burada Tübitak Ödülü aldı. Böylece Teşvik Ödülü’nü alamayışımın acısını çıkardım.
Buraya gelir gelmez de Dekan Reşat Baykal’ın yardımcılığına getirildim. Osman Kamil Sağ da vardı. 12 yıl onun yardımcılığını yaptık. 12 yılın sonunda Reşat Baykal rektörlük için hazırlanırken Osman da ben de dekanlık için aday olduk. Bir de aday olarak Macit Sükan vardı. Arada bir takım çekişmeler oldu ama sonunda dekan ben oldum.

Öğrenciler benim için ‘gülerek ısırır’ der
Dekanlığı maddi olarak faydalı bir ünvan olarak görmüyorum. Tecrübe ve hizmet etme şansı olarak getirileri olduğunu düşünüyorum. Dekanlık yaparken de derslere girerim. Öğrencilerimle aram iyidir. Kapım herkese açıktır. Gerçi öğrencilerimin benim için ‘gülerek ısırır’ dediğini biliyorum. Yani her konuda bizim yanımızdadır ama not konusunda kesinlikle taviz vermez diyorlar benim için… Geçenler hakikaten yüksek not alarak geçer ama kalanlar da layıkıyla kalır ve kimse de gelip itiraz etmez.”
Öğrenciyken ya da çalışma hayatında pekçok kişinin sorunu, istediği kadar disiplinli olamamaktır. Ali İhsan Aldoğan bu kadar disiplinli biri olmasında, hocaları Atahan Utku ve Prof. Dr. Tarık Sabuncu’nun da büyük etkileri olduğunu vurguluyor. Geçmişte üniversitedeki hiyerarşinin, hocalara gösterilen saygının, bugünkünden çok farklı olduğu ortada… Mesela Ali İhsan Aldoğan, Tübitak Teşvik Ödülü’ne aday gösterilen doktorasını hazırlarken çok stresli bir dönem geçirmiş. Yaşadığı mide kanaması bile bu stresin ölçüsünü göstermeye yetiyor. Kendinize örnek aldığınız isimler var mı denilince sıraladıkları ise Amerikalı bir akademisyen, Prof. Hegers ve gemi inşaatı alanında yine sevgili Hocası Rahmetli Tarık Sabuncu…
Yıllar içinde doçentlik, profesörlük, dekanlık… Bugün Türkiye’de en iyi eğitim kurumu İTÜ’yse, İTÜ’de denizcilik sektörüne eğitimli eleman yetiştiren kurumun başında Prof. Dr. Ali İhsan Aldoğan var. Peki ya deniz sevgisi? “Ben Erzincan’dayken deniz görmedim. İstanbul’dan ve Bursa’da okurken Gemlik ve Yalova’dan tanıyorum denizi… İlk kez ortaokulda gördüğüm denizi burada hocalarım bana sevdirdiler. Onlar sevdirdi, bu mesleği ve konuları… Her gemi indirilişinde içimde büyük bir heyecan, hüzün olur ve sanki içimden bir parça kopar. Özellikle son kıç kısmı denize inerken, en kritik an odur, büyük heyecan duyar ve kalkar seyrederim. Çünkü o büyük bir emeğin ürünü!”
Dekanlık hem prestijli hem de zor bir görev. Bunca yılda yapılanları ve Ali İhsan Bey’in büyük bir heyecanla aktardığı çok önemli projeleri burada tümüyle anlatmaya sayfalar yetmez. “Üniversitede dekan olduğum yıllarda buradan mezun olanları, master yapanları yurtdışına göndermeyi planladık. O sıralarda 5-10 tane elemanı hem Milli Eğitim Bakanlığı kanalıyla hem de bizim kanalımızla yurtdışına gönderdik. Oralarda kıymetli çalışma lar yaptılar. Gidenlerin yüzde ellisi üniversiteye geri döndü, biz de onlar için hemen kadrolar açtık fakültede. Yüzde ellisi de oralarda kaldı. Kalmaları daha iyi çünkü daha sonradan bize yararları oldu ve olacak. Biri İngiltere’de profesör oldu, bölümün başına geldi, biri dekan oldu. Hepsi çok iyi yerlere geldiler. Şu anda öğretim üyesi ve eleman sayısı 45’i geçti. Kısa veya uzun vadeli, yurtdışı görmeyen elemanım yok. Yurtdışındakilerin adama ihtiyaçları var, buradan gidenlerin de deneyime, master veya doktora yapmaya. Böylece onlar projelerini, buradan gidenler de doktoralarını veya master’larını bitiriyor. Bu tarz işbirlikleriyle biz de öğretim üyesi kazanıyoruz. Sınıflarımızın, laboratuvarlarımızın standartları iyi. Rektörle birlikte bir konferans salonu yaptırıyorum. Bir de fakülte ABET Akreditasyonu’nun geçiciliğini almıştı 2004 yılında. Bu Amerikan Akreditasyon Kurumu’nun eğitim yönünden kaliteyi tescil etmesi anlamına gelir. Yine adayız ve üyeyiz. Bir de müsteşarlığın ayrıca akredite edeceği gemi makineleriyle ilgili kısmı da programa soktuk. Ama en büyük proje eğitim. Ben üniversitede eğitim alanlara da kendi çocuklarıma da iyi eğitim vermek için çok emek sarf ettim. Sonuç olarak, bugün baktığımda içimde ukde kalan birşey yok, fakültemiz hakikaten dört dörtlük! Ben eğitimimizin Almanya’dan, İngiltere’den ileri olduğu kanısındayım. Ama eksiklerimiz de var. Mesela gemi makinaları dallarında biraz zayıfladık. Gemi inşaatında, gemi hidrodinamiğinde, gemi mukavemetinde, bunlarda çok üstün seviyelerdeyiz. Gemi makinalar›nda zayıf olmamız, dışarıda okuttuğumuz öğrencilerin piyasaya gitmesinden. Şimdi orayı kuvvetlendirmem lazım.
Aldoğan’ın projeleri, çabası, emeği; genç ve hırslı, gelecekten güzel şeyler bekleyen bir öğrencinin okula başladığı ilk günkü gibi… Enerjisine imrenmemek zor… Belki de yüzlerce gencin olduğu bir kurumda çalıştığı için gençlerin enerjisi güç veriyor ona. Bir emeklilik düşüncesi yok daha, düşündüğü sayısız projesi var. “Burada yeni bölümler açmamız lazım. Özellikle küçük tekneler ve yat teknolojisinde bayağı iyiyiz. Küçük tekneler ve yatlarla ilgili mühendislik dalı açsak çocuklar iş bulamayacak. Ama bu dersleri çeşitlendirelim, yüksek lisans seviyesinde açalım diye bir kural geliştirdik. Ama gemi makinalarını güçlendirmek durumundayım. İlk hedefim ikisi. Tabii ki öğrenciler her zaman ön planda, fakülte anne ve babalığını her zaman yürütmeli.”
Ne anılar, geleceğe dair sektöre katkısı olacak ne projeler var daha Prof. Dr. Ali İhsan Aldoğan’da. Keşke daha nice Ali İhsan Aldoğanlar olabilse ve biz onları uluslararası normlarda yaşatıp onlara, onların bize kazandırdığı ve bizi bir ömür boyu yaşatacak değerlerden fazlasını sunabilsek. Yaşamını akademisyen olarak seçen idealist tüm eğitmenlerin mücadelesinin maddi ve manevi karşılığını ülke olarak biz de sağlayıp Türkiye nerelerde olur, bir güzel seyre dalsak!

[/membership]

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın