Türkiye kendini nerede görüyor?

Yüce Yöney

yuceyoney@marinedealnews.com

Türkiye 2011’de dünyanın büyük ekonomileri içinde 16’ıncı sırayı aldı. Dünya yukarıdan farklı görünmeye başlayınca büyüme sürdürülebilir mi, dünyadaki gerçek yerimiz nedir soruları unutuldu. 2012 egomuzu okşamaya devam eder mi, yoksa boy aynasını mı yanlış aldık, göreceğiz…

Kehanete girmiyor artık. Herkesin dilinde; Türkiye’yi pek de parlak bir yıl beklemiyor. Kim için parlak olacak ki, kriz her yerde, her ülke için geçerli bu karanlık tablo, denebilir. Ancak herkesin kötü durumda olması hiçbirimizi rahatlamıyor herhalde. Ayrıca bu topraklarda yaşadığımıza göre, doğrudan bizim hayatımıza dokunan gelişmeleri çok daha can sıkıcı biçimde hissedeceğimizi unutmayalım.
Uzatmayalım, bir bakalım da anlamaya çalışalım bu yıl bize ne dokunacak diye…
Ocak ayında, Independent on Sunday’de “Türkiye’nin ekonomik mucizesi sona ermek üzere mi?” başlıklı bir yazı yayımlandı. Patrick Cocburn imzalı yazıdaki bir saptama üzerine düşünmeye değer. Türkiye’nin son dönemdeki ekonomik ve siyasi gelişmelerden, yazarın değil, benim amiyane tabirimle söylersek, biraz “şişerek” çıktığını savunuyordu yazı.
Türkiye’nin kendine olan güveninin çok arttığı ve bu iyimser havanın bir zamanlar Yunanistan ve İrlanda’da yaşanan süreci anımsattığını söylüyordu Cocburn. “Bu ülkeler ve Türkiye yoksulluk, dış göç verme gibi tarihi gerçekler yaşamış ve toplumsal psikoloji bu karanlık günlerin geride kaldığına, artık ‘bolluk ve refah’ dolu yeni bir yaşama ulaşıldığına kolaylıkla ikna olmuştu.” Yunanistan’ın da İrlanda’nın da şu an bulunduğu durumu söylemeye gerek yok. Cocburn’ün Türkiye hakkında yanıldığını umalım…
Temenni bir yana, Cocburn’a ve kimbilir kaç kişiye daha böyle düşündürten noktalara şöyle bir baktığımızda bile suratımızı ekşitmemiz çok normal aslında.

İşimiz Allah’a kalır mı?

Hükümet dahil her kurum ve birçok ekonomist başka ifadelerle de olsa büyümenin ciddi bir şekilde yavaşlayacağını söylüyor. Birkaç örnek gerekirse…
Dünya Bankası ocak ayında her ülkenin ya da bölgenin krizden nasibini alacağını söylerken, başekonomistlerinden Justin Yifu Lin, kalkınmakta olan ülkelerin zayıflıklarını gözden geçirmeleri ve yeni şoklara hazırlanmaları konusunda uyarıda bulundu.
Keza, Dünya Bankası yöneticilerinden Andrew Burns kalkınmış ve kalkınmakta olan ülkelerin büyüme oranlarının 2008-2009’daki oranlardan daha fazla düşebileceğini belirtti. Kuşkusuz Burns’un kesinlik ifade etmeyen açıklaması sadece bilimsel bir tavır, yoksa belli ki onun öngörüsü bu yönde.
Merrill Lynch Türkiye’nin ocak ortasında açıkladığı raporu da pek farklı değil. Kurumun Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi Başekonomisti Türker Hamzaoğlu’nun açıkladığı raporda, Türkiye ekonomisinin 2012’de yüzde sıfır büyüyeceği öngörülüyor. Rapora göre, enflasyon bu yılın ilk yarısında yüzde 11 düzeyine çıkarken, işsizlik oranı da yüzde 12.4’e yükselecek. 2012’nin ilk yarısında negatif büyüme, ikinci yarısında sıfır büyüme gerçekleşecek.
Türkiye’nin en saygın ekonomistlerinden Korkut Boratav, geçen yılın sonunda, 18 Aralık’ta yayımlanan Büyüyen Ekonomide Kötü Haberler başlıklı yazısında yaptığı analizi, 2012 ve sonrasına dair şu cümlelerle noktalıyordu: “Belki Almanya fikir değiştirir; Avrupa Merkez Bankası para pompalamaya başlar. İtalya’da, İspanya’da durumlar idare edilir; Fransız bankaları batmaz… Artan likidite bize de taşar… Ya Avrupa’da işler bugünkü gibi sürünerek giderse? O zaman inceldiği yerden kopar ve işimiz Allah’a kalır…”

Sert komşu Türkiye
Yazının başında sözünü ettiğimiz Independent on Sunday’deki makalede Cocburn, Türkiye’nin hayal kırıklığına yol açacağını düşündüğü gittikçe artan kendine güvenini açıklarken dış politikadaki tavrına da değiniyordu.
Türkiye’nin dış politikasının tercihlerinin belirgin biçimde Ortadoğu’da kazananların yanında olduğunu söylüyordu Cocburn. Peki ama kazananı belirlemek o kadar kolay mı?
Kazanandan kasıt Libya örneğindeki gibi ABD ya da genel bir ifadeyle Batı, ama görülen o ki işlerin Libya’dan sonrası o kadar da planlandığı gibi gitmiyor.
Türkiye kısa süre öncesine kadar dilinden düşürmediği komşularla sıfır sorun politikasından bir anda yüz seksen derece dönmüş durumda.
Suriye’yle ipler o kadar gerildi ki medya uzun süre savaş çığlıkları attı. Arap Baharı’nın etkisiyle Ortadoğu’daki gelişmelerin Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da olduğu gibi seyredeceği düşünüldü. Ancak şu anda durum hiç de öyle değil. Suriye’de Esad kozlarını gayet iyi oynuyor. Onca baskıya ve sıkıştırmaya rağmen hâlâ gerçek anlamda darbe almış değil. Kuşkusuz siyasi olarak güçlü olduğu kadar ekonomik olarak güçlü değil ama, mücadeleyi kaybedeceğine dair net bir veri yok. Daha önce diplomatik düzeyde ve uluslararası ambargo gibi konularda Birleşmiş Milletler’de inisiyatifini kullanarak denetimli bir destek veren Rusya, artık daha açıktan destekliyor Esad’ı. Rusya’nın Ortadoğu’daki güç dengesinin kendi aleyhine değişmesine göz yummayacağı ortada.
Aynı şekilde İran’la Batı’nın ilişkilerinde de kendi çıkarına yönelik etkin bir politika yürütüyor.
Daha yakın zamanda, Batı’nın İran’a yönelik olası bir saldırısının “felaket” olacağını açıkladı Rusya. Moskova’da yaptığı açıklamada, Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, bir saldırının Ortadoğu’da mezhep savaşlarını alevlendireceğini söyledi, İran’dan büyük bir mülteci akını gelebileceğinden söz etti.
Dahası, Rus Dışişleri Bakanı İran’a yönelik, ülke ekonomisine darbe vuracak uluslararası yaptırımların artırılmasının İran halkına zarar verdiğini belirtti. Lavrov Batı’ın yaptırımlarının İran halkında huzursuzluk yaratmayı amaçladığını, bunun İran’ın barışçıl bir nükleer programa sahip olması açısından hiçbir faydası olmayacağını ve nükleer programla ilgili olarak kurulmaya çalışılan ilişkiye zarar vereceğini savundu. Kısacası, Rusya Suriye’de olduğu gibi, İran politikasında da tavrını koyuyor, “sorun bensiz çözülemez” mesajı veriyor.

Türkiye kazanabilir mi?
Uluslararası politikada daha fazla dolaşmadan Türkiye’nin dış politikasına dönelim… “Kazananın yanında yer almaya çalışan” Türkiye neye inanırsa inansın, kazananın kim olacağının o kadar açık olmadığı ortada.
Ne yapıyor Türkiye? ABD’nin Esad’ın biletini kestiğine inanıyor ve komşusuna karşı Batı’nın yanında yer alıyor. Amacı Ortadoğu’da kurulacak yeni düzende önemli bir rol kapmak. Başrol demek mümkün değil, çünkü başroldeki devletler bölgeden uzakta. O halde önemli rol ne? Bir tür “ileri karakol” görevini “lâyıkıyla” gerçekleştirirse pastadan pay alabilecek bir konuma gelmek.
Bu anlayışla sadece Suriye’yle savaşın eşiğine gelmeyi değil, diğer komşularıyla da ilişkilerini bozmayı göze almış durumda. Her ne kadar diplomasinin gereğini yerine getirerek İran’la karşılıklı ziyaretler gerçekleşiyorsa da bunun İran için fazla bir anlamı yok. İran’ın Türkiye’ye dair düşüncesini en net haliyle “Türkiye’nin füze kalkanını kabul edeceğini düşünmemiştik” açıklamasında bulmak mümkün.
Türkiye hükümeti füze kalkanının bir ayağının kendi sınırları içinde yer almasını kabul ederek hem İran’ın hem Rusya’nın tepkisini çekti hem de ülke içinde tedirginlik oluşmasına neden oldu. Sadece İran’la değil Rusya’yla da önemli bir gerginlik hattı yarattı.
Irak ise ABD çekildikten sonra sürüklenmeye başladığı kaotik ortamın içinde hem sınırında operasyonlar yapılmasından hem komşusuna dair yorumlar yapan hükümetten rahatsız olduğunu açıkça ifade ediyor.
Geçen ay, Irak Başbakanı Nuri el-Maliki Türkiye’ye “iç işlerimize karışmayın” mesajı verdi, “Türkiye bölgeye felaket ve iç savaş getirebilecek bir rol oynuyor. Ancak bunun sonucunda zararlı çıkan Türkiye olur, çünkü birçok mezhep ve etnisite barındırıyor” dedi. Ardından Bağdat ve Ankara karşılıklı olarak birbirlerini protesto etti. Sözün kısası, Ortadoğu’da kimin ne kazanacağını söylemek için erken, taşların yerine oturmasına daha çok var. Cocburn’ün sözünü ettiği “kendine aşırı güvenen Türkiye”nin barışçı politikaları terk ederek benimsediği fırsattan istifade etme tavrı, gelecekte kendine zarar verecek bir noktaya varabilir.
Batı’nın “rasyonel” gözleri her ne görürse görsün, Doğu kültürünün büyülü olduğu unutulmamalı. Her gördüğüne inanmamak gerek.

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın
yuceyoney@marinedealnews.com