Dünya siyasi tarihini iyi özümleyerek araştırır, siyasi coğrafyayı haritadan iyi okursak yazının başlığının cevabını alırız. Türkiye’nin çözüm bekleyen birçok sorunları olabilir. Ancak bekasını devam ettirebilmesi millî güç unsurlarını birbirleri ile eşgüdüm içinde geliştirmesi ile oluşacaktır. Millî güç unsurları; askerî, ekonomi, siyasi, coğrafya, bilim/teknoloji, sosyo-kültürel ve nüfus gücü olarak belirlenmiştir. Bu unsurlar içinde devlete yön verecek olan en önemli unsur coğrafi güçtür. “Coğrafya bir ülkenin kaderidir” ilkesinden gidersek Türkiye bu anlamda coğrafyasının yönlendirdiği yapıya sahip olmak zorundadır. Coğrafyamız bize güçlü olmamızı dikte etmektedir. O hâlde askerî gücümüz bekamızı koruyacak durumda olmalıdır. Askerî gücün unsurları arasında olan denizcilik gücü coğrafyamıza baktığımızda ön plana çıkmaktadır. İki çok önemli su yolu olan Boğazlara sahip olmamız üç tarafının denizlerle çevrili olması yeterli olduğunu bilmemize rağmen, demeçlerde, konferanslarda, panellerde, makalelerde velhasıl benzer ortamlarda siyasi yetkililer ve akademisyenlerce söylenir, yazılır, çizilir. Ancak bir deniz politikası devlet bünyesinde oluşmamıştır. Oysa denizcilik gücü; deniz kuvvetleri, tersaneler, limanlar, deniz ticaret filosu, denizcilik okulları, deniz ile ilgili yazan çizen kişiler gibi birçok katmandan meydana gelir. Bugün Türkiye’de denizcilik gücü bir helvanın malzemeleri gibi ham olarak durmaktadır. Pişirilip helva yapılamıyor. Deniz Kuvvetleri geleneksel anlayışı ile coğrafyasına göre kuvvet yapısını geliştiriyor, deniz ticaret filosu armatörlerin kâr/zarar ölçüsüne göre gelişiyor, bireyler kendi imkânları nispetinde deniz ile ilgileniyor ve diğerleri. Görüldüğü gibi millî güç unsurlarından olan nüfus gücü bu helvanın ana malzemesi içindeki yeri yok denecek kadar az. Nüfusumuzun yüzde 70’i kıyılarımızda yaşıyor. Bu insanların Denizcilik gücüne katkıları ne kadar. Bunu kim yönetecek tabii ki devlet. Ama bakıyoruz son siyasi seçimlerde hiçbir parti programında denizcilik gücü ile ilgili somut bir madde göremedik. Hamasi ve kalıplaşmış kelimeler ile sanki bir madde olsun da anlayışı içinde yazılan beyannameler. Yani “nasıl” sorusunun cevabı yok. “…cek, …cak” var.
Bugün denizlere hâkim olan veya bölgesinde güç olmaya çalışan birçok devletin yaptığı iki önemli nokta var. Bunlar devletlerinin siyasi hedefleri ve bu hedefe ulaşabilmek için denizcilik gücünün stratejisi. Bu iki hususu planlayıp hayata geçirmek için de iki önemli bakanlık var: Savunma ve Denizcilik Bakanlıkları. İşte Türkiye’nin açmazı tam da burada… Biz hâlâ bir kara egemenlik teoremi içinde kara gücümüzle bekamızı koruyacağımıza inanıyorsak Türkiye (Osmanlı) İmparatorluğu’nun tarihini iyi incelenmesi gerekiyor. Bugün dünyaya hâkim ülkelerin gelişimi denizcilik güçlerinin oluşması ile olmuştur. Siyasi tarihe baktığımızda gücün boşaldığı yerde yeni bir güç doğar Akdeniz’de denizcilik gücümüzü kaybedince bu boşluk İngiltere ve Fransa tarafından doldurulmuş ancak mutlak hâkimiyet İngiltere’de olmuştur. Çünkü Barbaros Hayreddin Paşa’nın “Denizlere hâkim olan cihana hâkim olur” teorisini benimseyen İngiltere ve sonra Amiral Mahan’ın Deniz Hakimiyet Teorisi ile arkadan ABD de gelmiştir. Denizlere sahip çıkamama anlayışı, öngörüsü olmayan yöneticilerin siyaseti sonucunda çok geriye gitmeyelim Balkan Savaşı’nda 3 ay içinde tüm Ege adalarını neredeyse kurşun bile atmadan Anadolu kıyılarından sadece seyrederek kaybettik. Çanakkale’de binlerce askerimizi bu anlayışla kaybettik. Neden? Çünkü denizlerde sınırlarımızı koruyacak Donanma’dan yoksunduk. Osmanlı Şehzadesi Yusuf İzzettin Paşa bunu görmüş ve anılarında “Denizlere hâkim olamayışımızın bedelini ağır ödüyoruz” demiştir.
Tüm deniz ticaret filomuz azınlıklar tarafından yönetiliyordu. Balkan Savaşı’nda Midilli Adası’na çıkan Yunan kuvvetlerini hemen karşıdaki Ada’ya asker yollamak için gemi/tekne bulamamıştık. Çünkü Ayvalık’taki tüm tekneler Rumların ve onlar da teknelerini başka yerlere kaçırmışlardı. Denizler elden çıktıktan sonra Donanma Cemiyeti kurularak “millet yapar” sloganının başlangıcı olarak Donanma’yı güçlendirmeye başladık ama artık çok geçti. Donanma o kadar zayıflamıştı ki başına Alman Amiral bile getirdik. Bunları yaşayan ve sonuç çıkararak öngörüsü yüksek bir insan 1924 yılında Donanma’nın güçlenmesi emrini verdi. Bu eşsiz insan, çağdaş denizciliğimizin kurucusu eşsiz Başkomutanımız Mustafa Kemal Atatürk’tür. Silâh arkadaşları ve siyasilerden hiçbir kimse onun denizciliğe neden önem verdiğini ilk başta anlayamadılar. Hatta Mareşal Fevzi Çakmak itiraz edenlerin başında geliyordu. Atatürk gerçekten tek başına Donanma’yı yeniden kurdu. Tatbikatlara katıldı. Yeni savaş gemileri aldı, tersanelerimizde gemi yapımının temellerini attı. Ticaret bahriyesine önem vererek yolcu gemileri ile seyahat etti. Karadeniz vapurunu tüm Avrupa’ya yolladı ve yüzen sergi olarak dünyada bir ilki yaparak Türkiye’yi dünyaya tanıttı. Deniz ticaret filomuzun gelişmesine katkı sağlayacak limanlarımızı millileştirdi, limanlar arası taşımacılığı ticaret filomuza verdi ve Kabotaj Kanunu’nu çıkardı. O çok iyi biliyordu ki, bekamızı korumak denizlerden başlayacak. 1571 yılından itibaren gerilemeye başlayan Donanma’yı 15 yılda yeniden güçlü hâle getirdi ve 1935 yılında Malta Adası’ndaki İngiliz filosuna adeta Akdeniz’de ben de varım mesajını verdi. Yunanistan’ın Pire Limanı’nı ziyaret ederek onlara gerekirse “ana karanıza kadar gelebilirim” mesajı verdi. Balkan Antantı’na girmesi için Bulgaristan’a Donanma varlığını gösterdi. Ve sonunda “Deniz Bakanlığını” kurdurdu. Her ne kadar sonu tartışmalı bir olay ile kapansa da Deniz Bakanlığı maalesef bir daha kurulmadı. Ve bugün müsteşar düzeyinde bile temsil edilmeyen bir bakanlığın içinde hapis oldu.
O hâlde denizcilik gücümüzün hedeflerini saptayan millî siyaset içindeki hedeflerimizle uyumlu stratejileri çizen ve ona göre de bir devlet politikasını uygulamasına yardımcı olacak bir deniz bakanlığının kurulması artık daha fazla geç kalmadan kurulmalıdır. Nüfus gücümüz denizlere yönlendirilmelidir. Artık bireysel ve kurumsal çalışmalar bir hedef doğrultusunda yapılmalıdır.
Cumhuriyetimizin 100’üncü yılında Türkiye 1923’teki kısıtlı kadrosunu çok aşmıştır. O kısıtlı kadronun yaptıklarının meyveleri bugün bir orman gibi karşımızda. Bu ormanı yakmamak için güçlü olmak ve gereği gibi kullanmak gerekmektedir. Bekamız için ulusal bir deniz politikamızı gerçekleştirmek zorundayız. Mavi Vatan eğer ulusal deniz sınırlarımızı belirliyorsa onu korumak ve desteklemek için faaliyetlerimizi birleştirmek zorundayız. Denizlerdeki hak ve menfaatlerimizin korunması Donanma tarafından yapılıyorsa o menfaatlerin ülke ekonomisine katkısı da Donanma dışındaki denizcilik güçleri ile yapılmalıdır ve tek elde organize olmalıdır o zaman ortak strateji çizilerek hedefler ele geçer. O zaman Kabotaj Kanunu tam uygulanır.
Sonuç olarak, unutmayalım denizleri kaybedersek Anadolu’yu kaybederiz. Kaybedersek de artık gideceğimiz bir yer yok. Geleceğe yönelik deniz stratejileri üretmek bekamızın korunması demektir. Bu da Mavi Vatan kavramının çizdiği sınırlar olmalıdır. İmparatorluk denizlere önem verememek yüzünden battı. Denizlere önem vererek de kuruldu ve gelişti.
O zaman haykırıyoruz:
Haydi alesta vira, yelkenler fora, Cumhuriyetimizin 100’üncü yılında ulusumuza verilecek en büyük armağan olsun ve haykırıyoruz. Haydi artık DENİZ BAKANLIĞIMIZ KURULSUN!
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.