Su yaşam da olabilir, felaket de…

Yüce Yöney

yuceyoney@marinedealnews.com

Türkiye’de, dış politikada ilişkilerin gerildiği Suriye’ye karşı ‘su kozu’nun kullanılmasını
isteyenler de yurtiçinde gördükleri her akan suya hidroelektrik santrali yapmaya çalışanlar da hırslarının sonuçlarını göremiyor

Türkiye’nin Suriye‘yle ilişkilerinin dramatik biçimde gerginleştiği şu sıralarda gerek basında gerek kamuoyunda çok kişi savaş çığırtkanlığı yaptı ama neyse ki bu sorumsuz ‘davet’in gerçekte bir karşılığı olamayacağının anlaşılması uzun sürmedi. İki ülkenin askeri güçleri ne olursa olsun, konjonktürel olarak ülkelerin çıkarları ne kadar farklı politikalar gerektirirse gerektirsin, savaşı düşünmek abesle iştigal etmekti zaten. Sonuçta, her iki ülke halkının neden savaşın vahim sonuçlarına katlanmak zorunda olduğu sorusu havada kalıyordu. Ayakları yere basanlar soruyu insanî perspektiften yanıtlayarak yanlarına çektiler de bu anlamsız, kör atışa odaklı nârâların sesi kısıldı. Ardından başlayan süreçte ise, madem Türkiye, Suriye’ye askeri müdahalede bulunmuyor, o halde Birleşmiş Milletler’in yaptırımlarını beklemeden ‘su kartı’nı oynasın, diye ortaya çıkanlar oldu. Peki, Türkiye’nin Fırat ve Dicle’yi kullanarak Suriye’nin suyunu kesmesi gerçekçi bir yaklaşım mı; bakalım…
Öncelikle açıkça telaffuz etmekte sakınca olmayan bir noktaya değinelim: Ankara, Suriye konusunda bağımsız hareket etmiyor. Uluslararası politikanın karmaşık dengeleri ve hesaba kitaba sığmayan Ortadoğu’daki gelişmeler çerçevesinde bir konum kazanmaya çalışıyor; ki olması gereken de bu zaten. Birleşmiş Milletler’in devrede olduğu bir ortamda, Türkiye’nin; Suriye’de yaşananlar tek başına kendi sorunuymuş gibi davranıp bir tavır almasını düşünmek, uluslararası siyaset üzerine hiç düşünmemek demek aslında.
ABD’nin sert çıkışlarına, Esad’ı alaşağı etmek için gücünü seferber etmesine bakılırsa kolay yoldan bu iş bitti, demek mümkün; ki bizim basınımızda çıkan yorumlar hep bu yönde: ABD Esad’ın ipini çekti, vs… Ancak unutulmamalı ki Esad’ın destekçisi sadece İran değil, Rusya da var ve Rusya ağırlığını koymaya başladıkça Suriye yönetimi güç bulacak, zaman kazanacak, toparlanacak, hareket alanı ve çözüm geliştirme kabiliyeti genişleyecek. Üstüne üstlük ABD, dış politikasını çizgisinde bir sapma göstermeden sürdürse de kendi içinde öyle büyük sorunlarla uğraşıyor ki gücü de enerjisi de kısıtlı hale geldi. Libya’da NATO’yu devreye sokmadan hareket edememesi de bu yüzden, Afganistan’daki ilan edilmemiş başarısızlığı da bu yüzden… Finansal olarak başaşağı giden bir ülke; tüm müdahalelere, çok yönlü kaynaklara rağmen kayda değer bir düzelme gösteremeyen büyük hacimli bir ekonomi ABD’nin belini bükmüş durumda. Bu kez savaş ekonomisi de çıkış değil. Obama’nın Türk siyasi tarihinden aşina olduğumuz “enkaz devraldım“ söylemine sığınması durumu yeterince anlatmıyor mu? Daimi destekçileri Cameron’un İngiltere’si, Merkel’in Almanya’sı ve Sarkozy’nin Fransa’sı da kendi başlarına öyle sorunlarla boğuşuyor ki verecekleri desteğin etkisi düşüyor.
Sonuçta, ABD‘nin, köşeye sıkıştırsa da Şam yönetiminin işini bitirecek noktada olmadığını söylemek çok da riskli bir öngörü olmayacaktır. Tam da bu ortamda Türkiye’nin hamleleri önem kazanıyor elbette ve bu anlamda Türkiye hamlelerini tek başına yapmaya muktedir değil; dahası, kendi başına hareket etmesi rasyonel değil. O halde ‘su kartı’nı oynamasından söz etmenin ne alemi var!
Kaldı ki, Dicle ve Fırat üzerinden Suriye’nin suyunu kesmenin etkileri, bu tezi savunanların düşündüğü gibi doğrusal sonuçlara yol açmaz. Öncelikle sözünü ettiğimiz Suriye’ye giden su, bu ülke üzerinden Irak’a da gidiyor. Yani sadece Suriye’nin değil, Irak’ın da etkileneceği bir durum sözkonusu. Böyle bir olasılıkta Arap dünyasından çok güçlü bir tepki alınacağı ortada değil mi?
Her şey bir yana, bir ülkenin suyunu kesmek, diyelim, kereste ihracatını sınırlamaktan ya da petrol gibi temel kaynaklarından birinin ticaretini engellemekten farklı bir durum. Yaptırım uygulanan ülkeyi ticari ilişkilerini daraltarak zor durumda bırakmak başka, yaşamsal bir öneme sahip suyu engellemek başka. Kısacası, Türkiye’nin böyle hareket etmesi insanî değerlere de ters düşecektir. Böyle bir harekette, Türkiye hem kendi halkından tepki görecek hem de özellikle Arap kamuoyu nezdinde bütün itibarını kaybedecektir. Ayrıca, Esad’a kendi halkına silah doğrultuyor, öldürüyor, zulmediyor diye tepki gösteren bir ülkenin, sonuçları itibarıyla silah doğrultmaktan farksız bir eylemde bulunması akla yatkın da değil.
Uzun yıllardır tartışılmayan, en son Abdullah Öcalan’ın yakalanması döneminde telaffuz edilen, Suriye’nin suyu Türkiye’nin kozu konusunun tekrar gündeme taşınmaya çalışılmasının anlamsız olduğu, daha önemlisi, insanî ve ahlakî olmadığı bu konudaki son sözümüz olsun.

HES’lere dikkat
Ancak hazır Türkiye’nin sularından söz etmişken, akarsularımız üzerine yapılan, yapılacak olan hidroelektrik santrallerinden (HES) bahsetmemek olmayacak. Artık Türkiye’de hemen hemen herkesin HES’ler hakkında bir fikri olsa da bu konuda bilgilenmeye devam etmek, tartışmak yaşamsal önem taşıyor.
‘Herkesin bir fikri var’ dedik ama bu süreçte tayin edici olanın fikir değil, tavır olduğunun da altını çizelim hemen; hükümetin tavrı, şirketlerin tavrı, HES’lerin hayatlarını ilk olarak ve doğrudan etkileyeceği insanların tavrı ve en önemlisi kamuoyunun tavrı. İşte, herkesin tavrını belirlerken göz önüne alması gereken bilgilere biraz güncel katkı…
Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), geçtiğimiz günlerde, HES inşa etmek istenen yörelerin başında gelen Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaptığı kapsamlı araştırmanın sonuçlarını yayımladı. Önce rapora dayanarak EMO’nun yaptığı uyarıyı aktaralım: Türkiye orta vadede bir HES çöplüğüne dönüşecek! Sonra da ana hatlarıyla raporun içerdiği bilgilere bakalım…
Raporda yapılan saptamaların içinde en önemli vurgu, HES’lerin planlamasında sadece şirket çıkarlarının gözetildiği, toplumun hayatına etkisinin gözardı edildiği yönünde: Hidroelektrik santraller bilimsel ölçütlerle, havza planlaması temelinde, yerel halkın onayı alınarak projelendirilmiyor. Aksine, ciddi çevre tahribatları yaratılarak, her türlü denetimden uzak, tamamen şirket kârlılığı temelinde yapılıyor.
Ülkemizde yaşanan HES patlamasının sonucu olarak sadece şu anda 2000’e yaklaşan sayıda HES projesi bulunduğundan söz ediliyor. Raporda verilen rakamlar ise araştırmanın yapıldığı Doğu Karadeniz Bölgesi’ne ve araştırmanın yapıldığı geçen yıla ait: Trabzon’da 135, Rize’de 84 ve Artvin’de 24 tane HES yapımı planlanıyor. Bugün bölgedeki toplam rakam Gümüşhane, Giresun ve Ordu’yu da katarsak 700’e ulaştı. Rapordaki gözlemlere göre; doğal doku ile uyumlu olmayan yapılar imal ediliyor, özellikle ‘balık geçitleri’ sadece yasak savma amacıyla yapılıyor, can suyu kontrolü ölçüm tesisleri yeterli değil, çevre düzenlemelerinde geçiş yolları sağlamak için dere yatakları kapatılıyor, açığa çıkan hafriyatlar hiçbir kural gözetilmeden gelişigüzel dökülüyor ve bu nedenle bitki örtüsü ve ağaçlar büyük oranda zarar görüyor.
Bir başka önemli nokta daha vurgulanıyor: “Dünyada türbin-jeneratör grubu ve bunların diğer donanımlarının imalatını yapan teknolojiyi elinde bulunduran çok sayıda ülke bulunmasına rağmen, Türkiye’deki yatırımcılar Çin ve eski Doğu Avrupa ülkelerinin ürünlerini tercih ediyor. Batı Avrupa, ABD, Kanada, Brezilya, Japonya ve Hindistan ürünleri çok sınırlı oranda kullanılıyor.” Kullanılan ürünlerin kalitesi ve uygunluğuyla ilgili bir kontrol mekanizmasının olmayışı yatırımcının maliyeti ucuza çıkarma refleksini körüklüyor elbette…
Raporun içeriği buraya sığmayacak kadar geniş. Ancak, tüm bunların ışığında, uzun süre gündemden düşmeyeceği belli olan HES’lerin daha şimdiden Türkiye için ciddi bir felaket ortamı yaratmaya başladığını görmek zor değil. Türkiye ölçeğinde planlanan binlerce HES’in ülkemizin elektrik ihtiyacının yüzde 10’una bile yetişemeyeceğini de hatırlatalım. Eğer acil olarak önlem alınmazsa HES’lerin Türkiye’ye ekolojik, ekonomik ve toplumsal bedeli ağır olacak. Felaketlerin sadece Afrika’daki gibi kuraklık yüzünden olmadığını unutmayalım.

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın
yuceyoney@marinedealnews.com