Montrö Sözleşmesi’ni savundukları için 104 Amiralimiz (Bu dava içinde Generallerimiz de vardır) hakkında açılan davayı hepimiz biliyoruz.
Montrö Sözleşmesi (Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi), Lozan Barış Antlaşması’nın çok güçlü bir tamamlayıcısıdır. Barışta ve savaşta her yönüyle ulusumuzu, topraklarımızı, denizlerimizi ve bütünüyle egemen olan Devletimizi ve tüm Karadeniz’e kıyıdaş ülkeleri ve dahi Orta Asya’yı korur.
Karadeniz bugün bu Sözleşme sayesinde barış denizidir. Olası bir savaş durumunda bu en çok ülkemizi etkileyecek nispettedir.
Emperyal odaklar Lozan Antlaşması’nı istemezler. Onun devamı niteliğindeki Montrö Sözleşmesi’ni de istemezler. Hâliyle ortadan kaldırmaya yönelik hamleleri yumuşak güç kullanarak direkt veya dolaylı aşmaya çalışırlar.
Her daim A, B, C, D, E planları ve tüm bu planlarının kendi içinde bağlısı türev planlarını kurgular ve hayata geçirirler.
Kumpas davalarda bunu gördük. Ardından yıllarca besledikleri çiğ süt içmiş beslemelerinin hain kalkışmalarını yaşadık.
En başa dönmekte fayda var. Değineceğim iki hususun fazla önemsenmediğini veya yeterince üzerinde durulmadığını düşünenlerdenim.
HaberTürk Ankara temsilcisi Muharrem Sarıkaya, TBMM Başkanı Mustafa Şentop’a, “Bir gün bir Cumhurbaşkanı gelip ‘Ben Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden çekildim’ veya ‘BM İnsan Hakları Sözleşmesi’ni feshettim’ derse, teknik olarak yapabilir mi? Ya da ‘Montrö’yü tanımıyorum, feshettim’ derse…” diyerek bir soru sormuştu. Halkımıza bu soruyu soranın kim olduğunu şöyle hatırlatalım, şıp diye hatırlayacaktır, “İşini yapan ve soruna çözüm bulmaya çalışan kıymetli bir kameraman meslektaşımıza, Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin ile röportaj yaparken tokat atan” yaşını başını almış gazeteci.
O gün Muharrem Sarıkaya’nın sorduğu bu soruda amaç ne idi, neden soruldu, yaratılan veya yaratılmak istenen gündem ne idi ki soruya “Montrö (Türk) Boğazları Sözleşmesi” de eklendi?
Olaylar arkaya arkaya gelişti. 104 Amiralimiz Türk milletinin ve vatanımızın menfaatlerini önemseyen, koruyan, meseleyi “es geçmeyen” bir dik duruşla, “Montrö Sözleşmesi’nin önemini ve tartışmaya açılmaması gerektiğini belirten” kamuoyu açıklamalarını yaptılar.
Amirallerimiz Doğu Akdeniz’de milli menfaatlerimizi koruyacak şekilde uygulamamız gereken politikalarımızla ilgili de zaman zaman açıklamalar yaptılar.
Bunları bizlerin huzuru ve refahı için yaptılar. Bakınız Batılı sömürgeler, Türkiye’nin varlığı ve sahip olduğu Kemalist miras (Tek kahramanım Atatürk’ün tüm eserleri ve fikri mirası) ile Doğu Akdeniz’de çuvallıyor.
“Büyük balık küçük balığı yer”
Doğa yasasında kabûl gören bir önermedir.
ABD züccaciye dükkânındaki fil gibi. Başta hortumunu sonra başını ve daha sonra iri cüssesiyle girdiği her ortamı birbirine katıyor ve kırık dökük hayâller ve yaşamlarla emekleri heba olan insanları öylece bırakıyor. “Sorry” deyip çıkıyor. Sonra yarattığı kaostan besleniyor. Seni hayatta bırakacak kadar kanını emiyor. Covid ve türev varyantları gibi. Zehirli sarmaşık yani parazit gibi. Sarıldığı ağaçtan besleniyor. Yıllara sâri yavaş yavaş onu kurutuyor.
“Büyük balığın küçük balığı yemesi büyük balık için doğal haktır” diyen Hobbes’un bu önermesinin müthiş bir provokasyon içerdiğini belirtir Spinoza’ya göre Deleuze.
Doğal hak başka bir şey’dir. Var oluşun kendi kendindeki kudretidir. Kimse çok önemli/önemsiz değildir. Deli insan ile akıllı insan aslında aynıdır. İkisi de vardır. Herkesin hakkı her birinin kudretidir. Her birinin özünde kudret vardır.
Bu fikirle hepimizin iyiliği için şunu önersek yeridir; temel eğitimde kuruluştaki ilkelerimize ve milli eğitim politikamıza acilen keskin bir dönüşü büyük küçük hepimiz istemeliyiz.
Atamız, iyi kalpli Önderimiz, asil Liderimiz Atatürk ne demiştir?
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”
“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır ve o satıh ki bütün vatandır”
İşte bu kanıtlı gerçekler yıllardır es geçiliyor. Ve büyük bir yanılsama ile “önemsenmeyen bu şey’ler” toplumda kangrene ve hâliyle toplumsal çürümeye yol açıyor. Doğal haktan anlamanızı istediğim şey şu, öze uygun olmak kaydıyla izin verilen eylemlerin toplamı.
Büyüklük veya küçüklük görecedir. Her birimiz niceliksel anlamda bir kudret sahibiyiz (az veya çok) ve niteliksel olarak kutupsallaştırılmamıza karşın herkesin hakkının her birimizin kudretinde saklı olduğunu lütfen idrak edelim.
Acıma sosyal bir varlık olan insanın doğal bir duygusudur. Ancak acıma duygusu herkese kaybettirir. Yani acıma bir buyruğa dönüşmemelidir. Köleleştirici ahlâk herkesi güçsüz kılmaya meyillidir. Aklını kılavuz alarak yaşama sarılan biri için acıma duygusu iyi ve faydalı değildir.1
Hepimize epeyi zamandır haksızlık yapılıyor. “Var” olan bazı şey(ler) birileri tarafından “yok” sayılıyor, “var” olan bazı şey(ler) ise bazı kişiler için “var” sayılıyor. Aslında o var olan şey(ler), evrensel olarak da ahlâki olarak da hukuki olarak da siyasi olarak da defalarca üst üste kazanılmış hakkımızken bazı odaklar tarafından sürekli aşındırılmaya çalışılıyor. Ve niyeyse kimse bu doğal hak problemimiz ile ilgilenmiyor. Bu korkunç değil mi?
***
Defalarca, tekrar tekrar yazdık; “Türkiye’nin sıklet merkezi Doğu Akdeniz’dir ancak Karadeniz’i de gözden kaçırmayalım” diye…
Batılı odakların kışkırtmasıyla tırmanan Ukrayna krizi ile gözler Karadeniz’e çevrildi. Peki, Doğu Akdeniz’de neler oluyor, gelişmeler ülkemizin hayrına mı, değil mi? Doğu Akdeniz’de muhtemel bir yanlışa, oldubittilere karşı uyanık olalım.
Aklı başına gelince insanın, artık aklı başında olur fikri mantığa uygun geliyor. Burada “akıl sahibi hayvan” olan insanda, devreye yine onu diğer canlılardan ayrıcalıklı kılan akıl giriyor. İnsanın öz olanı istemesi gerekir dedik. Kişi neyi istediğini tercih etmek zorundadır. İyiyi mi arzuluyor yoksa kötüyü mü? Bu bir ayrımdır. Mümkün olan en iyi toplumda, özümüze uygun en iyi yaşamı sürdürmek için uygun bir hayata sahip olmak ile ilgilidir bütün mesele. Bunun için tercih yapmak şarttır.
Bu (tek kerelik) hayatı hakkıyla yaşamak ve tüm koşulları “en iyi” yapmak için kişi hem kendinden hem ötekilerden sorumludur. Bu bir vizyondur. Yüce bir bilge olmak zor olsa da bilge olmak önemlidir. Zira bilge bu yaşamın nüvelerini araştırmada, bulmada, etmede ve her türeviyle ilgili yeterliğe sahip olandır.
Mustafa Kemal Atatürk olamayız (çünkü O yaşadı ve ebedi olarak artık aramızda değil) ama onun fikirlerini benimseyebilir, O “gibi” olabiliriz. Onu örnek alabiliriz.
İşte katre katre sahip olunan birikimle, bütünün özüne saygı ve sevgi duyarak, “bu benim hayatım, ancak benim iyi yaşamım için diğer insanların da yaşam kalitesini evrensel tüm disiplinler nezdinde özde gözetmeliyim, bu hayat yolculuğunda ilkeli bir duruşla sonunda ‘evet yaşadım ve yaşattım’ diyebilirim, bu sorumluluklarımı yerine getirebilmeliyim” diye diye yoğrulmalı, biçimlenmeli insanın özü.
Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk, tıpkı Amirallerimiz gibi…
Bütünün iyiliği adına doğrunun uygulanması için, gerçeğin bilinmesi için ısrar etmek gerekir.
“Arızalı bir büyük tasarı” olan AB’nin kendi başarısızlıklarının, iç çekişmelerinin ve çelişkilerinin odağında olmak bize kazandırmaz.
ABD’nin en başından beri obez iştahını, Müslüman devletlere ve özellikle gelişmekte olan laik toplumlara olan alerjisini göz ardı etmeyelim ve kâbusa çevirdiği topraklarda ulusların nasıl darmadağın olduğunu bilerek içten içe bir İngiliz-Amerikan çekişmesinden kendimizi uzak tutup kendi özgül ağırlığımıza güvenelim. Bakınız bu yazı siyaset üstü, omurgalı bir fikri, bir duruşu savunmaktadır. Odağına tüm ‘şeyler’imizi yerleştiren korumacı bir yaklaşımdır. Özünde “Önce canan sonra can” der.
Tıpkı 104 Amiralimiz gibi. Varlıklarından onur duyduğumuz şerefli Türk Amiralleri hak ve menfaatlerimiz için doğruyu işaret ederek yanlışa ısrarla “hayır” demişlerdir. Düzmeceyi ve yapay olanı değil, gerçek olanı yani hakikati savunmuşlardır.
Eğilmediler. Bükülmediler. Dik durdular…
Amirallerimiz (doğmamış evlatlarımız için bile) doğru bildiklerini yaptılar. Türk subayına yakışanı yaparak bizleri onurlandırdılar.
Türkiye olarak topyekûn dik durmalıyız.
Dik durmayanlar, hak ve menfaatlerimizi savunmayanlar, aklın yolundan ayrılan kaytaklar her dönem olduğu gibi yine olacaktır. Varsın olsunlar, bizler de onlar kimler anlarız.
Daha önce de Montrö Sözleşmesi bizleri korumuştur. Demem o ki hak ve menfaatlerimizi sonuna kadar savunan Amirallerimizin doğruyu eğip bükmeden savundukları, bizler için iyi olanı gözettikleri ve haklı oldukları -Kumpas Davalarda olduğu gibi- Ukrayna krizinde bir kez daha anlaşıldı. Kumpas demişken sahi ne oldu FETÖ ile mücadele? Müttefikimiz ABD’den FETÖ terör örgütü liderini istemeyi niye erteledik?
Son olarak, 104 Amiralimiz hakkındaki Ana Dava Ankara’da gerçekleşecek. Varlıklarından onur duyduğumuz her bir Amiralimiz ve Generalimiz ikâme ettikleri illerimizdeki Ağır Ceza Mahkemelerinde savunmalarını yapacaklar. Bu savunmaların hepsinin birleştirilmesinden sonra Cumhuriyet Savcısı esas hakkındaki mütalaasını Ankara 20’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde sunacak.
İnanıyorum, adalet vaktinde tecelli edecek ve Aziz Türk Milletinin vicdanı bir kez daha kanatılmayacaktır.
Etrafımızda “savaş zilleri” çalarken Türkiyemizi güvence altına alan önemli güç Montrö Sözleşmesi’ne milletimizin dikkatlerini çektikleri için tüm Amirallerimize ve Generallerimize içtenlikle saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Sağ olunuz!
“Devlet aklı işler”, güvenimiz tamdır, köklü “kudretimiz” candır.
O can bizlerde saklıdır.
1Baruch Spinoza
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.