Koramiral (E) Atilla Kıyat: En dinamik politika: Yurtta sulh cihanda sulh

Yeşim Yeliz Egeli

yesimegeli@marinedealnews.com

Cumhuriyetimizin 100’üncü yılında Emekli Koramiral Atilla Kıyat ile çocukluk yıllarından aldığı eğitimlere, Deniz Kuvvetlerimize verdiği hizmetlerden özel hayatına, bütüncül denizciliğimize katkılarından Türkiye’nin dış politikasına, ülkemizin bugününe ve geleceğine dair özel bir söyleşi gerçekleştirdik

Amiralim çocukluğunuzdan bahseder misiniz?

1941 yılı, 20 Aralık günü İzmir’de doğdum. Doğduğum yer, eski İzmir yani İzmir ilinin kurululuş yeri. İki katlı küçük bir evin içinde doğmuşum. Çok şanslıyım. O evin bulunduğu bölge sit alanı ilan edildiği için ev 1942’deki hâliyle duruyor. Sekiz yaşına kadar o evde kaldım. 4-5 yaşlarıma dair hatırladığım şu an arabamın dahi zor geçtiği ama o zaman bana Şanzelize gibi görünen dar sokaklar. Evimize çok yakın bir yerde bayram yeri kurulurdu. Orada at binerdim. İzmir’de sıcak yaz akşamlarında bütün evlerin pencereleri açıktır. Radyo dinlenirken tüm evler birbirlerinden radyo seslerini duyarlardı. Çocukluğumda radyolarda hatırımda kalan iki şey var: Biri mevlitler, diğeri de ülkemizin dünyada bir numara olduğu güreş spor dalında yapılan müsabakalar. Sadece olimpiyatlarda veya dünya şampiyonalarında değil, şimdiki futbol maçları gibi ülkeler arasında da güreş müsabakaları yapılırdı. Biz kazandığımız zaman tüm pencerelerden alkışlar, tezahürat sesleri duyulurdu. Mevlitleri anımsamamın nedeni şu; Nusret Yeşilçay diye bir duahan vardır. O mevlit okunduktan sonra duaların tamamı Türkçe yapılırdı. Dolayısıyla neye “amin” diyor isek kelimesi kelimesine her şeyi anlardık. 1950 yılının haziran ayında İstanbul’a göçtük. Ben sekiz yaşındayken Erenköy’e geldik.

Neden İstanbul’a geldiniz?

Daha evvel babamın amcaları otururdu oralarda. Babam Erenköy’ü beğendi. Dört dönüm bahçe içerisinde bir evdi. Oradan arsa satın aldı. İlk hatırladığım şey, çocukların evin yakınındaki arsada oyun oynadığı idi. Zannedeceksiniz ki futbol oynuyorlardı. Hayır. Atletizm yapıyorlardı, çekiç atıyorlardı, gülle atıyorlardı, uzun atlıyorlardı… Çok çabuk aralarına karıştım ve ben de onlarla beraber atletizm yapmaya başladım. Tahmin ediyorum ki 1948 Olimpiyatları’nda ilk defa Ruhi Sarıalp’in bronz madalya almasının bir etkisiydi.

Anne ve babanızın meşguliyetleri neydi?

Annem, ilkokul ikiden babam da ilkokul üçten terkti. Babamın işi aynacılık ve camcılık idi. Kayseri’de bu işi birlikte yaptığı ustanın İzmir’de aynacılık ve camcılık zanaatinin olmadığını söylemesi üzerine İzmir’e gidiyorlar. Daha sonra usta, babama bırakmış atölyeyi. İzmir’in tek cam ve ayna atölyesiydi. İzmir’in bütün meşhur mobilyacılarına cam ve ayna yapan, İzmir Fuarı kurulacağı zaman hemen hemen bütün pavyonların cam işlerini yapan, havaalanı yapıldığı zaman kulenin camlarını yapan ve camları takan babam ve yanındaki kişilerdi. 1950 yılında da İstanbul’a geldiğinde bu işi yapmak isteyenlere danışmanlık hizmeti verdi. Şunu söylemek isterim. İlkokul terk olan annem ve babam beni ve ablamı, tiyatrolara, operalara götürdüler, canlı canlı bize Hamiyet Yüceses’i, Müzeyyen Senar’ı dinlettiler. Utanarak söylemeliyim ki; 19 yaşından bu yaşıma kadar gittiğim opera sayısı onların beni çocukluğumda götürdüğü tiyatro sayısından daha az. Mahallemize dönersek benden iki yaş kadar büyük bir ağabeyimiz Deniz Lisesi’ne girmişti.

Ben de bunu soracaktım. Bu aşk nereden geldi?

Orta okuldaydım o sıralar. O kişiyi beyaz elbiseler içerisinde görmemden mi kızların ona olan ilgisinin daha fazla olmasından mı daha fazla etkilendim bilmiyorum ama ona özendim. Aslında babam bir askerî okula bilhassa deniz okuluna gitmemi daha fazla istedi. Babam ısrarcı olmasaydı belki ben “Deniz Lisesi’ne gideyim” diyemezdim.



Aklınızda başka bir meslek, farklı bir hedefiniz var mıydı?

Orta okulda iken yoktu ama İzmir’deyken 5–6 yaşlarımda ayakkabı boyacısı olmak isterdim. Rahmetli annem hiç istemezdi. Onun aklında da hep “büyükelçi olsun” fikri vardı. En nihayetinde ben 1956 yılında Deniz Lisesi’ne başladım. Üç sene Deniz Lisesi, dört sene Harp Okulu’ydu. Harp Okulu’nun ilk iki senesini öğrenci, son iki senesini ise subay olarak okurduk. Dolayısıyla ben 1961 yılında subay çıktım. 1963 yılında da Donanma’ya katıldım.

Teğmen rütbesi ile değil mi?

Evet, teğmen rütbesi ile katıldım. Okulun yedi senesi de Heybeliada’da geçti.

“Günümüzde altı aylık kurslarla subay olunduğunu görünce de içim acıyor”

Eğitmenlerinizin ve komutanlarınızın donanımlarına, sizleri yetiştirirken vizyonlarına, bakışlarına, azimleri ve çabalarına değinebilir misiniz? Nelere ihtimam gösterirlerdi?

Her askerî okulda olduğu gibi birinci öncelik disiplindi. Biz o zamanki disiplinden zaman zaman şikâyet ederdik ama o disiplinin bizi neye hazırladığını Deniz Kuvvetleri’nde görevler aldığımız zaman kıymetini daha fazla anladık. İkinci öncelik ise mesleği sevdirmekti; askerliği, denizciliği, denizi sevdirmek. Eğitim hem bunun hem de eğitim yardımcısı olarak nitelendirilen yaz kursları kampları, yazları gemi ile yapılan seyirler üzerine bina edilmişti. Zannederler ki askerî okullardaki müfredatlar sivil okullardakinden çok farklıdır ve bize eğitimden daha çok askerlik aşılanır. Halbuki hiç de öyle değildir. Biz Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı tüm liseler hangi müfredatı takip ediyorsa aynı müfredatı takip eder, artı askerlikle ilgili dersleri alırdık. Yine Harp Okulu’nda herhangi bir branşın özelliğine göre o dersleri okur, onun dışında yaz aylarına serpiştirilen askerlikle ilgili eğitimleri görürdük. Örneğin bizim harp okulu müfredatlarımızın yüzde 65-70’i üniversite müfredatıyla, yüzde 30’u sadece denizcilikle, mesleğimizle ilgili derslerdi. Benim 1959-1963 arası okuduğum dersler arasında; küresel trigonemetri, akışkanlar mekaniği, cisimlerin mukavemeti, fizik, ileri matematik, kimya vardı ve ileri görüşlü, İngilizce bilen, Amerika Harp Okulu müfredatlarını inceleyip onlarla işbirliği yapan komutanların vizyonuyla eğitim gördük. Ayrıca bizim dönemimizde ‘layn subay’ denilen bir sistemle mezun olurduk. Yani denizlere açıldığımız zaman makine subayı, topçu subayı ya da harekât subayı olabilirdik. Bunların tamamını yapabilecek bilgileri edinmiş olarak mezun olurduk. Gemiye çıktığımızda ilk iki senesinde stajlarımızı yapardık. Ondan sonra Bahriye ve aldığımız eğitimler bizi nereye götürüyorsa oraya doğru giderdik. Bu yedi seneyle de eğitimimiz bitmiyor. Verilen görevleri layıkıyla yapabilmek için 3 ay ile 1 sene içerisinde değişen aldığımız kurslar var. Tüm bu eğitimleri düşündüğünüz zaman 14 sene kadar okumuş oluyorum. Günümüzde altı aylık kurslarla subay ya da denizci olunduğunu görünce de içim acıyor. 14 yaşında teslim aldığınız bir çocuğu 20-21 yaşına gelene kadar gözünü hiç kırpmadan gerekirse vatanı için canını verebilecek bir insan olarak donanmaya çıkarıyorsunuz. Bu nosyonu vermek matematik, fizik öğretmekten çok farklı. Bütün mesele subaya bu vasfı kazandırmak.



Aynı zamanda okulu birincilikle bitirdiniz, değil mi?

Harp Okulu’nu birincilikle bitirmedim. Deniz Lisesi’nde 2’den 3’e geçerken sınıf birincisiydim. Deniz Lisesi’nden üçüncülükle mezun oldum. Harp Okulu’nu on ikincilikle bitirdim. Denizcilik Akademisi’ni ikincilikle, Silâhlı Kuvvetler Akademisi’ni tarihinde ilk ve hâlâ da son olmak üzere birinci bitiren deniz subayıyım. Çünkü Silâhlı Kuvvetler Akademisi; kara, deniz, hava subaylarının birlikte aldığı bir eğitim. Müfredatın yüzde 50’si, 60’ı kara kuvvetleri ağırlıklıydı. Ona rağmen ben tarihinde ilk defa deniz subayı olarak birinci oldum. Bundan ötürü de dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu’dan takdir belgesi almıştım. 1975- 77 arasında hücum botlarında Grup Komutanı idim. İlk güdümlü mermili hücum botunu Almanya’dan alıp getiren Grup Komutanıyım. Hücum Grup Komutanı iken altı ay süreyle Silâhlı Kuvvetler Akademisi’ne gittim. Ondan sonra 1979 yılında TCG Gayret Komutanı oldum. 1980 yılında çok büyük onur ve gurur duyduğum komutanlıklardan biri olan Atatürk’ün yatı olan Savarona Komutanı oldum. Maalesef Savarona, 1979 yılında bir sabotaj sonucu yangına maruz kalmıştı. Yangından sonra tamir etmek için gemi Gölcük Tersanesi’ne çekildi. İçeriden birileri bunu yaptığı için kanıtlanamamıştı. Şüphelenilen bazı kişiler gemiden alınıp sürülmüştü. Fakat bu sefer tersanede geminin pervane ve şaft sistemine yönelik sabotajların devam ettiği görülünce Deniz Kuvvetleri, komutanından erine kadar tüm personelleri değiştirme kararı aldı ve yeni personele komutan olarak da Kurmay Yarbay rütbesinde olan beni getirdiler. Böylece TCG Savarona’ya tarihinde Kemal Kayacan’dan sonra Yarbay rütbesiyle geminin komutanı olan ikinci kişi oldum. Atatürk’ün yatı ve Deniz Harp Okulu Eğitim Gemisi olduğu için albaylık sırasında kıdemli albaylar belirlenirdi. Mart ayında komutan olduktan sonra nisan ayında “İçi beni dışı sizi yakar” şeklinde gemiyle seyre çıktık. Gemi dışarıdan yine beyaz bir kuğu idi ama içinde yangının izleri hâlâ duruyordu. Fakat teröristlere karşı “İşte yakamadınız gemiyi, biz hâlâ dolaşıyoruz” mesajını verdik. Adalar civarında ilk seyrimizi yaptık.

“Savarona’yı müze olarak yaşatamadıkları için herkesi suçlu hissediyorum”


Neler hissettiniz seyri yaparken?

İnanılmaz bir gurur! Savarona’da bir öğrenci olarak eğitim seyrine çıktıktan 18 sene sonra Savarona Komutanı oldum. Adalar arasına geldiğimiz zaman geminin düdüğünü çektiğimizde Ada halkının yokuştan yukarı doğru ve iskeleye koşuşu gözlerimin önünde ve mümkün olduğu kadar halkın heyecanına cevap verebileyim diye sanki bir şehir hatları (vapuru) gibi karaya çok yakın geçiyordum. Atatürk’ün yatında komuta etmek, böyle bir yangından sonra personelle beraber onu faaliyete geçirebilmek çok güzel bir şey. Eski gemilerde steam borularının üzeri asbestlerle kaplıdır. Gemide yangın çıkınca deniz suyuyla müdahale edilmiş, asbestler de suyu emmiş ve emdiği için özelliklerini kaybetmişler. Sıcak steam geçerken boruların içinden asbestler yanıyordu. Yani biz o seyirde en az on defa yangın tehlikesi geçirdik ama personelim müdahale ediyordu. Personelime gerçekten bir teşekkür borçluyum. İki sene sonra görevimden ayrılırken de çok sevdiğim bir insandan ayrılıyormuşçasına duygularla gemiyi yeni komutana teslim ettim. Deniz Harp Okulu Komutanı iken Savarona Deniz Kuvvetleri’nden ayrılırken çok hüzünlenmiştim. Savarona sivillere devredilmeye karar verilmişti. Eski komutanlar da Gölcük’e tören için davet edilmişlerdi. Hayattaki en yaşlı komutan geminin halatını çözdü. Römorkör gemiyi alırken ben de Tuzla’ya lojmanıma gittim. Gemi, Gölcük Körfezi’nden römorkör eşliğinde evimin önünden geçerken ağladığımı hatırlıyorum. Deniz Kuvvetleri özellikle de Hükûmetler Atatürk’ün gemisini muhafaza etmek amacıyla Dolmabahçe’ye çekerek bir müze olarak yaşatamadıkları için herkesi suçlu hissediyorum. Şu anda gemi Cumhurbaşkanlığı’na bağlı.

İstanbul Tersanesi Komutanlığı’nda şu an hâlâ devam ediyor diye biliyorum bakımı…

Sadıkoğlu, gemiyi aldıktan sonra Deniz Kuvvetleri’ni suçlayıcı ifadelerde bulundu. Gemide sadece ne mutlu ki Atatürk’ün kamarası ve subay salonu sağlam kalmıştı. Cumhurbaşkanlığı, gemiyi Pendik’te tersaneye bağladı. Ne korku ise hâlâ iki pervanesini de sökmüşler ve karaya almışlar. Herhâlde birisi Savarona’yı kaçırmasın diye. Savarona Komutanı olduğumda oğlum Özgür doğmuştu. Daha çok küçükken Özgür’le Savarona’ya gitme şansım olmuştu. Bundan 3- 4 sene önce de Pendik’te tekrar gemiyi ziyaret etme imkânım oldu. Şimdi torunum “dede beni Savarona’ya götür” diyor ama maalesef askerî birliklere girmem yasaklandığı için bunu yapamıyoruz ama çok şükür beni tanıyan seven sayan hâlâ görevde olan subaylar “Ne zaman emrederseniz torununuzu alır, ona Savarona’yı gezdiririz” diyorlar. Çok şükür ki 104 onurlu Amiralin arasında ben de varım.

Siz Amirallerimizin “Montrö Bildirisi Davası”nda ifadeye çağrılanlar arasındaydınız. Nasıl gerçekleşmişti?

5 Nisan sabahı eşim “Atilla polisler geldi” demişti. Dokuz tane terörle mücadele polisiyle sabah saat 6’ya doğru kapının önünde karşılaştım. Eşim saatine baktı ve “Saat altı. Biz sizi daha erken bekliyorduk” dedi. Beş dakika geçtikten sonra oğlum geldi. Zaten beklediğimiz bir şeydi. Çünkü biz bildiriyi yayımladıktan sonra kıyamet kopmuştu. Vatan haini ilan edildik. Ankara Cumhuriyet Savcılığı soruşturma başlattı. Şunu söylemem lâzım; polisler son derece kibardı. Arama yaptılar ama şefleri de dâhil her birinin yüzüne baktığımda “bizim bu evde ne işimiz var” der gibiydiler. Herhangi bir yeri dağıtmadan aradılar. Aldıkları talimat gereği cep telefonumu ve bilgisayarımı aldılar. “Geçmiş olsun” deyip gittiler. 14 kişinin evi sabah aranmıştı. 10 kişi gözaltına alındı. Biz; dört kişi için de gözaltı kararı vardı ama 75 yaş üstü olduğumuz için bir hafta sonra Ankara Terörle Mücadele Şube’ye ifadeye çağırdılar.



Savarona, neden Sadıkoğlu’na satılma ihtiyacı hissedildi? O kararın alınma sürecine şahitlik ettiniz mi?

Madde bir: Dediler ki, “Bu geminin idamesi çok pahalı”. İkincisi; zihinlerinde “yeni bir sabotaj daha olursa biz bunu kaldıramayız” endişesi vardı. Gerekli tedbirleri aldığın zaman böyle bir endişe olmazdı. “Topu, tüfeği yok. Beyaz gemiden Deniz Harp Okulu Gemisi olur mu” düşüncesi de vardı. Olur, neden olmasın? Çünkü neticede öğrencileri gemiye bindirdiğimizde bir ay süreyle dolaşıyoruz. Uçak gemisine de bindirsen bir ay süreyle denizci olmaz. Ama ne demiştim denizi sevdirme tarafı gerçekleşir. Bir uçak gemisiyle ya da fırkateynle bir ay dolaştırmak yerine Savarona ile dolaştırdığınızda öğrenci limana gittiğinde Savarona önünde kuyrukları görür. Valiler ve bakanlar seviyesinde, garnizon komutanları seviyesinde yabancılarla öğrenciler bir araya getirilip kaynaştırılır. Savarona’da disiplini de öğrenirsiniz. Disiplinde önemli olan şekil disiplininden ziyade görev disiplinidir. Özellikle biz denizcilerde görev disiplini (diğer kuvvetler alınmasın) çok daha fazladır. Biz “başüstüne” deyip döndüksek o iş mutlaka yapılır. Biz de yapılmadığı takdirde çok büyük riski vardır. Çünkü komutanından erine kadar aynı geminin içinde yaşıyorsunuz. Deniz, disiplinsiz insanı affetmez. Bunu sandalda kürek çeken kişiden tutun bir motoryatta keyif çatan birine kadar düşünebilirsiniz. O keyfin altında bir disiplin yok ise deniz bunu affetmez.

“Türkiye’de darbelerin en büyük zararı Silâhlı Kuvvetler’e olmuştur”


Neden Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin Genel Kurmay Başkanı denizcilerden seçilmiyor? Bu konu hakkında sizin bir yorumunuz var mı?

Geleneksel olarak hep karacılardan seçiliyor. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne de hep Kara Kuvvetleri hâkim olmuş. Yoksa yasal olarak bir manî yok. Çünkü Genelkurmay Başkanı olmanın şartları içinde kuvvet komutanlığı yapmış olmak var. Ama gerek Genelkurmay Başkanları’nın hep karacı olması gerek Askeri Şura’nın 13-14 üyesinden sadece ikisinin oramiral, iki kişinin havacı, geri kalanın da karacı olması, karacıların da bu postu kendilerinden başka kimseye kaptırmamasından dolayı bu böyle devam etti. Rahmetli İsmail Hakkı Karadayı’yla çok yakın olduğum dönemlerde rahmetli lisan bilmediği için uluslararası yemeklerde ve kokteyllerde ona tercüme yapardım. Böyle bir davette Oramiral yani denizci olan Portekiz Genelkurmay Başkanı beni övdü. İsmail Hakkı Karadayı da aynı şekilde buna karşılık verdi ve bu sefer Portekiz Genelkurmay Başkanı “O zaman Atilla, Genelkurmay Başkanı olur” dedi. Bunu tercüme etmek çok zordu. Ben yine de aktardım. İsmail Hakkı Karadayı hemen ciddileşti. “Yok yok bizde Kara Kuvvetleri çok önemlidir” dedi. Şimdi Deniz Kuvvetleri Komutanlarım gözlerimin önünden geçiyor. İçlerinden bir tanesi Genelkurmay Başkanı olsaydı herhâlde çok değişik bir Silâhlı Kuvvetler ve esasında çok değişik bir Silâhlı Kuvvetler- siyasetçi ilişkisi olurdu.

Sizin döneminize denk gelen komutan Saim Dervişoğlu diye söyleyebiliriz, değil mi?

“Deniz Kuvvetleri Komutanlarım gözlerimin önünden geçiyor” deyince yeniler değil de eskiler aklıma geldi. Kemal Kayacan, Celal Eyiceoğlu, Emin Göksan, Güven Erkaya’yı düşündüm. İsmini anımsayamadıklarım da olabilir. Onlardan herhangi bir tanesi olsaydı çok değişik bir Silâhlı Kuvvetler olurdu diye düşünüyorum. Türkiye’de darbelerin en büyük zararı Silâhlı Kuvvetler’e olmuştur. Bu darbeler bile demokratik yapının Türkiye’de gelişmesinde denizci bir genelkurmay başkanının çok büyük bir rolü olabileceğini göstermiştir. O zamanki genelkurmay başkanlarını kastediyorum. Bazılarını bu kategorinin içine alamam ama şu anda adı ‘genelkurmay başkanı’ olup komutanları Millî Savunma Bakanlığı’na bağlandığı için emrinde hiçbir komutan olmayan ve Cumhurbaşkanı’nın “askerî danışmanı” gibi davranan genelkurmay başkanlarını kastetmiyorum.

Cumhuriyetin yüzüncü yılında Cumhuriyet’in bir subayı olarak ülkemizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk için neler söylersiniz? “Atatürk İhtilâli başarıya ulaşmıştır. Atatürk’ün birçok alanda ektiği kutsal ata tohumu o köhnemiş eskiliğin yerini aldı” diyebilir miyiz bugün? Komutan Atatürk, Devlet adamı Atatürk, Sanatçı Atatürk…

Neticede Atatürk. Saydığınız bütün vasıfları üstünde toplayabilen, üstünde topladığı gibi hayatın her aşamasında tatbik edebilen, bunu bazen iyilikle, bazen güç kullanarak idare ettiği topluma da kabul ettirebilen, hatta sadece idare ettiği topluma değil, yedi düvele kabul ettirebilen, sadece Türk toplumuna değil, Türk toplumundan ziyade yabancı toplumların hayran kaldığı ve o toplumlara ‘niçin böyle bir liderimiz yok’ kıskançlığını yaşatan bir lider. Tabii ki çok fazla Atatürk düşmanı da var. Düşmanlıklarını açık açık söyleyebilen çok az kişi olmakla birlikte düşmanlığını gizleyen sayısı biraz fazla ama Atatürk’e sahip çıkalım derken bilmeden Atatürk’e kötülük eden, kendini Atatürkçü zanneden bir zümre de var. Atatürk’ün Türkiye’ye kazandırmak istediklerinin Atatürk’ün ölümüyle beraber yok olduğunu söyleyenler var. Doğruluk payı var mı? Var ama bunu söylerken şöyle bir eleştirimiz de oluyor: Demek ki Atatürk sadece kişiliğinden kaynaklanan bir düzen kurmuş ve bu sistematik bir düzen olmadığı için kendisinin gitmesiyle beraber bu bozuldu. Halbuki böyle değil. Bu, Atatürk’ten sonra gelen neslin tembelliğinden kaynaklanıyor. Atatürk’ün ne şartlar altında, nasıl, kimlere karşı bu düzeni kurduğunun farkında olmayıp zengin mirasyediler gibi hazıra konup ama “bu mirası benden sonrakilere de bırakayım, geliştireyim” diye değil de “mirası nasıl çarçur ederim” diye düşünen bir neslin gelmesinden kaynaklanıyor. Ben, Deniz Harp Okulu Komutanı iken Atatürk’ü anlamak, Atatürk’ü tanımak gibi 1988 yılında seminerler verilirdi. Seminerlere de üniversitelerin inkılap fakültelerinin dekanları gelirdi. İki gün seminer yapıldı. En son Deniz Harp Okulu Komutanı olarak kapanış konuşması yaparken şunu söyledim: Sayın Hocalar, Profesörler, bu konuda sizler kadar bilgili olmadığım kesindir. Her birinizin tarih ve Atatürk konusunda çok büyük bir geçmişi var. Bu konuşmayı yapmamın nedeni, protokol gereği size ev sahipliği yapmamdan ötürü ama şunu söylediğim için de beni mazur görün. Hepiniz çok güzel anlattınız. Ancak burada oturan 850 öğrenciye hakiki hayattan bir örnek gösteremediğimiz müddetçe onlardan bir tanesi 25 sene sonra benim gibi Deniz Harp Okulu Komutanı olduğu zaman yine Atatürk’ü anlamak için yine seminerler yapılıyor olur. Maalesef Türkiye’nin hâli yine böyle. 88’in üzerinden 35 sene geçti. Hâlâ Atatürk’ü anlamak, anlatmak, tartışmak faaliyetleri içindeyiz. Hâlbuki onun kurduğu düzeni devam ettirebildik mi? Hakiki hayatta onun gibi davranabilen var mı, yok mu? Bunların hiçbirini tartışmıyoruz ve devamlı kolaycılığa kaçıyoruz. “Atatürk olsaydı şunu yapardı” diyoruz ama bunu derken Atatürk’ün 1920’li yılların şartları içerisinde yaptıklarını örnek gösteriyoruz. Hayır, Atatürk bugün olsaydı bu yılların şartları içerisinde olan şeyleri yapardı. 1920’li yıllarda yapılanları gördüğün için deneyimli olamazsın. Onlar senin anın. Sen onları yenileştirebileceğin müddetçe onlar deneyime döner. Atatürk’ün o gün yaptığı, bugün başarıya ulaşmayabilir. Atatürk bırakın günün şartlarıyla hareket etmeyi on beş sene sonrasını, ileriyi görüp hareket edebilen bir lider. 1789’da Fransızlar ekmek için bir ihtilâl gerçekleştirmiş. Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde ise Atatürk dağılmış bir devletten koskoca bir ulus yarattı ama bizim verdiğimiz savaş efendi olmak içindi. Bağımsızlık içindi. Cumhuriyetin yüzüncü yılında bunu koruyor olabilmek çok değerli. Bizim de gençlere bırakacağımız miras. Esasen yüzyıl sonrasını görmüş… Tabii ki. On beş sene sonrası için; ölümünden sonra İkinci Dünya Savaşı’nın çıkacağını, kimin galip geleceğini bilmiş mesela. Yüzyıl sonrası için de eğer gerekli tedbirler alınmazsa, benim mirasım çarçur edilirse olacakları, bugün yaşadıklarımızın her birini de söylemiş.

“Bir vefasızlığa isyan ediyorum”

Bilgi çağındayız. Peki Türkiye’ye dair Deniz Kuvvetleri özelinde temel gecikmeler nelerdir? Ticarî bahriye ve askerî bahriyeyi ilgilendiren dış politikamız açısından nelerde üstün geldik, nelerde hata yaptık? Bunları nasıl düzeltebiliriz?

Bir ülkenin ‘deniz gücü’ denilince insanların aklına sadece ‘Deniz Kuvvetleri’ geliyor. Hâlbuki deniz gücü sadece Deniz Kuvvetleri değildir. Biraz önce bahsettiğiniz ticaret bahriyemiz, balıkçılık, deniz âlâka ve menfaatleri, deniz dibi zenginlikleri gibi denizle ilgili ne varsa bir ülkenin deniz gücüdür. Bugün savunma sanayide çok büyük gelişmelerin olduğu ve bu gelişmelerin de son yirmi senenin eseri olduğu, daha evvel hiçbir şeyin olmadığı, ne yapıldı ise mevcut hükûmet zamanında yapıldığı söyleniyor. Tabii ki emekli de olsam bir asker olarak savunma sanayideki gelişmeler, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin özellikle Deniz Kuvvetleri’nin güçlenmesi beni son derece mutlu eder ama aynı zamanda bir vefasızlığa isyan etmeme neden olur. Çünkü 2002 yılında bu vefasızlar hükûmete geldiği zaman tablo şuydu: Birleşmiş Milletler’e kayıtlı ülkelerden 164 ülkenin Deniz Kuvvetleri vardı ve bu ülkelerin 41 tanesinin Deniz Kuvvetleri dünyanın güçlü Deniz Kuvvetleri kabul ediliyordu. Türkiye, 2000’li yılların başında dünyanın 11’inci deniz kuvvetiydi, gemi adedi bakımından da dünyanın 5’inci sırasındaydı. Yine Türkiye 2000’li yılların başında kendi gemisini kendisi yapan 20 ülkeden bir tanesi, kendi gemisini kendi dizayn eden 10 ülkeden bir tanesiydi. Türk deniz subaylarının tamamı lisans eğitimli ama yüzde 41’i yüksek lisans eğitimli, yüzde üçü doktora eğitimli, astsubaylarının yüzde 30’u lisans eğitimliydi. Tamamı İngilizce konuşuyordu. Yüzde 30-40 kadarı hem İngilizce hem Almanca’yı konuşabiliyordu. Böyle bir personel ve böyle bir Kuvvet’i teslim aldılar. Deniz Kuvvetleri’nin böyle bir altyapısı olmasaydı bugün ne MİLGEM ne TCG Anadolu olurdu fakat maalesef hepimizin yaşadığı Balyoz, Ergenekon, 15 Temmuz FETÖ Darbe girişimi gibi olaylarla Deniz Kuvvetleri çok büyük hasar aldı. Bu çok büyük hasarı personel açısından aldı. Çünkü hangi gemiyi, hangi uçağı yaparsanız yapın bu neticede bir çelik yığını. O silâhın değeri, onu kullanan personelle ölçülür. Dolayısıyla bir ülkenin Deniz Kuvvetleri’ni çökertmek istiyorsanız bu işe önce personelden başlarsınız. Bir taraftan gemi yapmalarını teşvik ederseniz gemi yapılır ama bir taraftan da o gemiyi kullanacak olan kaynağı yavaş yavaş hissettirmeden yok etmeye çalışırsınız. Maalesef böyle bir dönem geçirdik. Askerler sınırsız güce sahip olabilirler, dünyanın en güçlü silâhlı kuvvetlerine komuta etmek isteyebilirler ama aklı başında askerler ve siyasiler güvenlikle refahı dengeleyemedikleri, ikisinden birinin lehine bu dengeyi bozdukları takdirde esas o zaman ülkenin bekasının tehlikeye düşürdüklerini bilmeleri lâzım. Dünyada bunun çok fazla örnekleri var. Güvenliğe para ayırmayıp refah içinde yaşayan ülkelerin de geleceği yok. Tamamen güvenliğe yüklenmiş, refahı halka yayamamış ülkelerin de geleceği yok. Yakın tarihten bunun en büyük örneği, Sovyetler Birliği. Sovyetler Birliği, ekonomik olarak çökertildikten sonra dağıldı. Halbuki ekonomik olarak çöktüğü zamanlarda dünyanın en büyük iki gücünden bir tanesiydi. Amerika ve Batı dünyası, SSCB’yi bilinçli olarak silâhlanmaya teşvik etti. Yani “Ben uydu yaptım, sen de yap. Benim attığım füzeye sen de karşılık ver. Ben bu denizaltıyı yaptım, sen de yap” gibi bir yarışın içine soktu. Bu yarışı ABD, ekonomik açıdan da götürebilecek durumdaydı. Çünkü zaten bütün dünyaya silâh satıyordu. Silâh sanayi üzerine kurulu bir ülkeydi ama SSCB’nin Karadeniz Donanması olsun Kuzey Donanması olsun gemilere koyacak mazotu alabilecek ekonomik durumda olmadığı için gemiler limanda çürüdü. O bakımdan savunma sanayideki gelişmeler tabii ki sevindirir. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin kendi kendine yetmesi tabii ki güzeldir ama bunun sihrine kapılıp, bunu abartıp iç politikada kullanıp, hırsa dönüştürdüğünüz zaman bu uzun vadede Türkiye’nin bekasını tehlikeye atan bir durum yaratır.

“TCG Anadolu seçim yatırımı olarak kullanılıyor”

TCG Anadolu’ya gelirsek maalesef bugün hayretler içinde okudum. “İnşallah yanlıştır” dedim ama Millî Savunma Bakanlığı’nın resmî sitesine konmuş, “Bugün TCG Anadolu, Marmara Denizi’nden kalkarken üstünden F16’larla birlikte gelecekmiş” Yazık. Dünyayı güldürürsünüz kendinize. TCG Anadolu hava vasıtalarının, üstüne dikey iniş ve kalkış yapabileceği bir pisti olan çok amaçlı amfibi destek gemisidir. TCG Anadolu, “SİHA gemisi” değildir. TCG Anadolu, “İHA gemisi” değildir. TCG Anadolu, “uçak gemisi” hiç değildir. TCG Anadolu, “helikopter gemisi” değildir. Yani bir gemi üzerine helikopter kondu diye helikopter gemisi olmaz. Bu mantıkla o geminin üzerine bir kuş konsa dünyanın ilk kuş gemisi mi olacak? Dolayısıyla TCG Anadolu çok amaçlı, çok maksatlı amfibi hücum gemisidir. Faydalı mıdır? Faydalıdır. Türk Deniz Kuvvetleri’ne güç katmış mıdır? Katmıştır. Harpte ya da kriz anında kullanılabilir mi? Kullanılır. Sulh şartlarında kullanılır mı? Kullanılır. Deprem felaketi yaşadığımızda gemi imkânlarıyla bölgeye gidilebilir, binin üzerinde misafir edilebilir, hastanesinde sağlık bakımları, ameliyatlar gerçekleşebilir veya herhangi bir ülkede karışıklık çıktığı zaman o ülkede yaşayan Türk vatandaşlarını tahliye etmek için kullanılabilir. Bu amaç için hava vasıtaları devreye girer. TCG Anadolu, Japonya’ya, ABD’ye gider. Teknik olarak gidebilir, tatbik kabiliyeti de vardır. Doldurursunuz akaryakıtı. O akaryakıt bitinceye kadar dünyanın her yerine gidebilir. Peki bu kabul edilebilir bir şey midir? Dost bir ülke ziyareti olarak yollayabilirsiniz ama günün birinde Japon Denizi’nde “harp edeyim” diye yollayamazsınız. TCG Anadolu’nun harekât sahası Akdeniz Havzası’dır.

TCG Anadolu’da görev alacak Kızılelma, Hürjet, Bayraktar TB-3 gibi platformlarla ilgili yapılacak çalışmalar konuşuluyor. Bu platformların gemiye nasıl iniş/kalkış yapacağı, hangi harici sistemlere ihtiyaç duyacakları ve geminin tasarımı gibi hususlar merak konusu. Siz neler söylemek istersiniz?

Evet, konuşuyorlar ama maalesef bunların hepsini seçim yatırımı olarak konuşuyorlar. Esasında çok büyük riskleri göze alıyorlar. Geminin bugün Sirkeci’ye gelip halkın ziyaretine açılması da yanlış, 23 Nisan’da Boğaz’dan geçip denize açılması da yanlış. Neden yanlış? Gemi personeli, gemisini bugün gemiyi ziyaret eden halkla beraber öğreniyor. İki gün önce çıktılar gemiye. Herhangi yeni bir gemiyi Deniz Kuvvetleri teslim aldığı zaman 4 ila 6 hafta süreli, dallarında karadan bir ekip personeli gemisine oryante eder, görevlerini öğretir ve bu eğitim sonunda harekâta hazırlık denetlemesi yapılır. Bir heyet gemiyi denetler. “Personel gemiyi öğrenmiş, herkes gemiyi biliyor ve bu gemi artık emniyetle göreve başlayabilir” der. ABD’den Akın Gemisi’ni aldık. Amerikalı personel bize bu tip bir eğitim vermeye başladı. Bir iki seyirden sonra yeterli olduğumuzu ve Türkiye’ye gidebileceğimizi söylediler ama yolda yangın çıkmazsa… “Çünkü yangın eğitiminiz son derece zayıf” dediler. Şunu kastediyor: Mesela Amerikalı ekip bir yerde kâğıt yakıyor. Gemiye yeni geldiğiniz için siz o yeri bulana kadar gemi yanar gider. Allah kazadan beladan korusun; bir gemi çarpıştığı zaman ne yapılacağı ile ilgili her şey bu eğitimlerde verilir. Umarım TCG Anadolu’yu terk etmek hiçbir zaman yaşanmaz ama olduğu zaman “hangi personel kaç numaralı filikaya gidecek ve hangi personeller gemide kalacak” gibi ayrıntıların öğrenilmesi gerekiyor. Bunlar gösterilmeden sırf seçim yaklaşıyor diye bu gemiyi seçim yatırımı olarak kullanmak, “dünyanın ilk SİHA gemisi” demek olmaz.

Herhangi bir konteyner gemisini düzenlersiniz. O da bir SİHA gemisi olur, değil mi?

Tabii, konteynerların üzerine inilir. Uçak gemisi de diyorlar. Bir uçak gemisi 100 tane uçak taşıyor. Uçakların her birinin fiyatı 80 milyon dolar. 100 tane uçak 8 milyar dolar demek. Bir uçak gemisinin tersanede yapılması en az 5 milyar dolar – 13 milyar dolar demek. 4 bin beş yüz personel; çok uzun vadeli bir personel yetiştirme politikası demek. O personelin ortalama maaşı 15 bin TL olsa ayda sadece 67-70 milyon kadar sırf personel maaşı anlamına geliyor. Az önce dediğim gibi siz güvenlikle refahı dengeleyemez stratejiniz ve milli hedefleriniz açısından ihtiyacınız olmayan bir yöne doğru giderseniz ülkeyi batırırsınız.

Peki neler yapılmalı? Gelecek yüz yılı inşa ederken Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ikinci yüzyılına geçerken Deniz Kuvvetleri ve ülkeyi yönetenler neler yapmalı? Afrika bölgesi, Afganistan, Pakistan, Amerika, Çin, Yukarıda bir Ukrayna – Rusya krizi var ve çekişmesi hiçbir zaman bitmeyecek Irak- İran var ve de Kafkaslar…

Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında ve onu takip eden yıllarda Deniz Kuvvetleri’nin güçlü olabilmesi için ‘ne yapması lâzım’ın çıkış noktası; Türkiye’nin millî hedeflerinin ve politikalarının olması. Ülkenin bu millî hedef ve politikaları ciddiye alan bir askerî stratejisinin olması lâzım. Bu askerî strateji içinde de Deniz Kuvvetleri’nin rolünün ve stratejisinin tespit edilmesi lâzım. “Her şeyi biz yaptık” diyenler zannediyor ki Deniz Kuvvetleri Komutanı bir rüya gördü ve dedi ki, “Çocuklar hadi TCG Anadolu yapın”. Öyle değil. TCG Anadolu’nun ilk planlanması 2005 yılı. 2023 yılındayız. Bugün çok eleştirdikleri Türker Ertürk, TCG Anadolu’nun yapılmasına karar verenlerin başındaki kişiydi. MİLGEM Projesi 1993 senesinde ben Lojistik Başkanı iken düşünülmüş bir proje.

“Hükûmetin Silâhlı Kuvvetler’e vereceği bir direktifinin olması lâzım”


Vural Bayazıt döneminde değil mi?

Tabii Vural Bayazıt Komutan, Deniz Kuvvetleri Komutanı iken. Sonra Özden Örnek Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak hayattayken proje için büyük çaba sarf etti. Dediğim gibi millî politika, millî strateji, askerî strateji, deniz kuvvetleri stratejisi kısa, orta ve uzun vadeli olur. Kuvvet hedefleri kısa vadeli olmaz. Yanlış hatırlamıyorsam TCG Anadolu da 2016 yılında kızağa konuldu. Ancak yedi senede tamamlanıp Donanma’ya teslim edilebildi. Deniz Kuvvetleri’nde aklınıza bir proje geldiği zaman şunu kabulleneceksiniz: Buna ben 25 sene sonra dokunabilirim. Geleceğin Deniz Kuvvetleri’nin nasıl güçlü olması gerektiğini benim size doğruya yakın söyleyebilmem için geleceğin millî politikalarını bilmem gerekir. Aksi takdirde diyebilirim ki, “Deniz Kuvvetleri’nin güçlü olabilmesi için sekiz nükleer denizaltımız, dört uçak gemimiz, 26 tane fırkateynimiz olsun” derim. Çok güçlü bir deniz kuvvetimiz olur mu? Olur ama ben bunu televizyon kanallarında da dile getirdim. Hükûmetin Silâhlı Kuvvetler’e vereceği bir direktifinin olması lâzım. Bu direktif şudur; sizin biraz evvel bahsettiğiniz gibi etrafımız belli. Rusya-Çin ilişkileri, Batı-Doğu ilişkileri, şu anda yaşadığımız Rusya -Ukrayna Savaşı, Yunanistan’la ilgili sorunlarımız ve Orta Doğu belli ama millî politika şudur: Ben bunların hangisini siyaseten çözeceğim. Hangisini gerekirse kuvvet kullanarak çözeceğim. Şu anda şu ülkelerle kriz yaşıyorum. Ben bu krizi mümkün olduğu kadar ortadan kaldıracağım veya krizin tırmanmadan bu şekilde kalmasını sağlayacağım veya tırmandırıp gerektiğinde de kuvvet uygulayacağım. Tamamen afaki söylüyorum. “Türk -Yunan sorununu görüşmelerle halledeceğim”, “Ortadoğu sorununda gerekirse silah kullanacağım. Rusya- Ukrayna Savaşı’nda taraf olmayacağım” gibi. Bunu belirlediğiniz zaman buna hizmet edecek kuvveti yetiştirmek zorunda olursunuz. O yüzden bunlar olmadan Deniz Kuvvetleri’nin gelecek yüzyılı nasıl olmalıdır’ın cevabı gelecek yüzyılın politikasının ne olacağıyla ilgilidir.

Yıllar önce Büyük Deha “Yurtta sulh cihanda sulh” demiş. Utanmadan yıllarca “bu, bir pısırık politikadır” dediler. Hâlbuki bu, en dinamik politikadır. İdame ettirilmesi, yapılması en zor politikadır. Yani hem kendi ülkenizde barışı sağlayacaksınız hem de dünyadaki barışa hizmet edecek yapıda olacaksınız. İç barışı nasıl sağlayacaksınız? Kucaklaşacaksınız, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti olacaksınız. Peki dıştaki barışı nasıl sağlayacaksınız? İyi geçinmenin yanında aba altından sopa gösterecek kadar caydırıcı gücünüz de olacak. Aksi takdirde siyasi herhangi bir adım atılmadan caydırıcı olması gereken asker ilk baştan sürülürse hem caydırıcı olamazsınız hem de blöf yapan bir ülke konumuna düşersiniz. Askerinizi; Katar’a, Suriye’ye, Azerbaycan’a, Libya’ya yollarsınız.  “Et neden beş yüz lira?” dediğinizde de her tarafa yolladığınız askerlerin masraflarından da öyle olduğunu anlayabilirsiniz. Halbuki siz askerleri oraya göndermek yerine meseleleri siyaseten çözebilecek kapasitede olsaydınız ama “Bu ülkenin askerini oraya gönderebilecek gücü var”ı da düşündürebilseydiniz karşınızdakilere. Bunları hiç denemeden “ben her tarafa asker gönderdim” diye övün ve “Ben oraya askerlerimi yollayarak bekamı sağlayabiliyorum” de. Hayır sağlayamıyorsun. O askerler şimdi orada. Peki Fırat’ın Doğusu’na Amerika izin vermeden bir şey yapabiliyor musun? Yapamıyorsun. Fırat’ın Batısı’na Rusya izin vermeden bir şey yapabiliyor musun? Hayır. “Doğu Akdeniz” dedin. Treni kaçırdın. Kendi tabirleriyle “Atı alan Üsküdar’ı geçti” Ekonomi anlaşmalarını önce düşman oldukları şimdi anlaşmaya çalıştıkları ülkeler kendi aralarında yaptılar.  Nerede sondaj gemileri? İki seneye yakın bir sürede sondaj gemini çıkarıp da Akdeniz’de sondaj yaptırabiliyor musun? Yaptıramıyorsun. Bu nasıl bekadır? Nasıl siyasettir? Uluslararası ilişkilerde önemli olan konu şudur: Uluslararası ilişkilerde çıtayı en yukarıya koyarak başlarsanız anlaştığınız noktada hep kaybeden siz olursunuz. Anlaştığınız nokta muhakkak onun altında bir nokta olacaktır. Halbuki kabul edilebilir bir yere çıtayı koyarsanız anlaştığınız nokta muhakkak onun üstünde bir nokta olacaktır ve o hedefi ele geçirdiğiniz zaman lehinize olan durumun idamesini de istiyorsanız iç politikaya dönüp zafer çığlıkları atmayacaksınız. Yani futbol oynayan çocukların birbirini kızdırması gibi “Ben seni yendim” gibi sözler söylemeyeceksiniz. Bütün mesele bu.

Şu anda Suriye politikasında nereye gelmeliyiz?

Süratle Esat’la anlaşmalıyız. Maalesef bu zamana kadar silah yardımı yaptığımız, eğittiğimiz, beslediğimiz Esat’a karşı çarpışan güçleri bizim de terörist olarak görmemiz lâzım. Her iki tarafın da güvenini kazanarak onları barıştırmak lâzım. Onlar barıştıktan sonra da iyi bir planla buradaki Suriyelileri ülkelerine göndermek gerekiyor.

Bazı dış güçler o coğrafyada barışın tesis edilmesini istemediği gibi ciddi anlamda kaos yaratıyor. Bunun önüne nasıl geçeceğiz?

 Maalesef biz de buna alet oluyoruz. Dünyanın neresinde petrol, doğalgaz, enerji kaynakları varsa emperyalist güçler orada barışın olmasını istemezler. Düşünebiliyor musunuz? İsrail Filistin’i tanımış, İsrail ve İran dost olmuş. Türkiye, Suriye ve Irak’la dost. Bölgede petrol şirketleri birer birer millîleştirilmeye başlanmış. O zaman herkes Amerika’ya ve Rusya’ya “Senin ne işin var burada? Biz gayet iyi anlaşıyoruz” der. O yüzden onlar bunu istemez ama onların bunu istememesi bizim buna alet olacağımız anlamına gelmez. Bir kere olduk; Irak. Irak bugün ne oldu? Kuzey Irak’ta Barzani’nin olduğu, adı Kuzey Irak Bölgesi olan yerin doğmasında yaratılmasında bölgenin pasaportunun, parasının, hükûmetin, meclisin olmasında bizim suçumuz yok mu? En büyük suç bizde. Amerika ile Çekiç Güç Harekâtı’nı yaptık. İncirlik’ten kalkan uçaklarla o bölgeyi kontrol ettik. Saddam’ın o bölgeye girişini yasaklayıp böyle bir devletin oluşumuna neden olduk.  Aynı hatayı Suriye’de tekrarladık. Biz beğenelim beğenmeyelim ileride Suriye Anayasası yapılırsa Amerika destekli YPG’nin, PYD’nin hâkim olduğu bölgelerde Suriye’nin bir Kürdistan bölgesi; Kuzey Suriye Özerk Kürt Bölgesi kurulacak. Peki bir sonraki aşama ne olacak? Irak’la birleşmeye çalışacak. ‘Türkiye’den de Güneydoğu’yu alır mıyım’ı düşünmeye başlayacaklar.

Bunları dillendiriyorlar da…

Evet. Ben her zaman şunu söylerim; bizden toprak kopararak bizi bölmek çok zor ama maalesef kafalarda bizi bölmek çok kolay hâle geldi ve kafalarda bölünmemiz şu anki hükûmetin hayatiyetini borçlu olduğu bir konuma geldi. En büyük tehlike bu. Ne kadar kötü ki, onlar ve bizler diye bahsetmeye başladık. Hepimiz Türk vatandaşıyız. Ben sadece ırk olarak düşünüp Türkler ve Kürtler demiyorum. AKP’yi destekleyenler, CHP’yi destekleyenlere “onlar” diyor. CHP’yi destekleyenler AK Parti’yi destekleyenlere “İktidara gelirsek onlara şöyle yapacağız” diyor. Bir ülkedeki insanların birbirlerini ‘bizler’ ‘onlar’ diye kategorize etmesi son derece tehlikeli bir şey.

Ulus devletler için özellikle çok tehlikeli bir şey…

Misak-ı Milli hudutları içerisinde ulus devlet olarak tek bayrak altında kalabilmek çok doğru, çok güzel. Tam bağımsız olmak güzel bir şey değil. Dünyada tam bağımsız bir ülke de yok zaten ama ne var? Çıkarlarını bölgedeki devletlerin çıkarlarıyla ortak noktada buluşturabilen ve bundan kazanç elde edebilen ülkeler var. “Ben tam bağımsız olayım. Hiçbir ülkenin etkisi altında kalmayayım” diye düşünen bir ülke yok.

Atatürk’ün bahsettiği tam bağımsızlık hakkında fikirleriniz neler?

Atatürk’ün bahsettiği bağımsızlık da bu zaten. Aksi takdirde dünyadan tecrit edilmiş bir ülke olursunuz. Önemli olan çıkarlarınızı gözeterek dostça yaşayabilmek. Sorunun başına dönersek umarım çok doğru millî politikalar kurulur. Bence sadece Deniz Kuvvetleri’nin değil, ülkenin Silâhlı Kuvvetleri’nin harekât kabiliyeti son derece yüksek, dünyanın her yerinde bayrak gösterebilecek, kendi âlâka ve menfaatleri olan bölgelerde ise caydırıcı olacak, gerektiğinde o gücü kullanabilecek bir yapıda olmalı. Bunun yapılabilmesi için de “beni gelecek yüzyılda ne gibi tehditler bekleyebilir ve bu tehditlere karşı koruyabileceğim güç nedir” şeklinde çok iyi bir tehdit değerlendirmesi yapmak, bunu yaparken de açgözlü ve hırs sahibi olmamak gerekiyor. Halkın refahını koruyabilecek güce razı olmak lâzım.

Deniz Kuvvetlerimize İngiltere’den Type-23 fırkateynlerinin alınması için yapılan görüşmeleri doğru buluyor musunuz?

Şu anda doğru bulmuyorum. Yukarıdan aşağı giden bir talimatlar zinciri olmadan doğan bir açığın kapatılması için acele davranılması, koordinasyonsuzluk ve plansızlığın bir sonucu olabilir. Bizim Tuzla’daki Deniz Harp Okulu dünyanın sayılı okullarından bir tanesi. Eğitim seviyesi son derece yüksek. Şu anda öyle olduğunu düşünmüyorum. Millî Savunma Üniversitesi gibi ucube, dünyada eşi benzeri olmayan bir üniversite kurduk. Adı Millî Savunma Üniversitesi olan üniversiteler var da böyle değil. Maalesef harp okullarını o üniversitedeki tarihçi sivil direktörün emrine verdik. Bunu şuraya bağlayacağım. Dünyanın en iyi eğitimlerini veren deniz harp okullarından diyelim ki her sene 200 subay çıkarıyorsunuz ve bu 200 subayı dağıtacağınız zaman yeterli gemi olmadığını görüyorsunuz. Yakın zamanda kendi imkân ve vasıtalarınızla bu gücü oluşturamayacaksanız geçiş dönemi için bir taraftan kendi tersanelerinizde gemilerinizi inşa ederken veya yabancı tersanelerde sıfır kilometre gemiler yaparken elde mevcut yetmiyorsa eğitim amaçlı ve geçici olarak bu tip durumlara başvurulabilir. Geçmişte başvurduğumuz gibi. 1987 yılında, ben Deniz Kuvvetleri Plan Teşkilat Daire Başkanı iken ve ilk Yavuz Sınıfı Fırkateynler yapılırken kuvvet hedefimiz 25 tane o fırkateynden olacaktı. Olamıyor. Tanesi 500 milyon dolar. Tekrar güvenlik ve refah konusuna dönüyorum. Doğan Sınıfı Hücumbotlar yaptığımız zaman kuvvet hedefi elli olacaktı. Olmuyor. Çünkü tanesi 180 milyon dolar. “Ay sınıfı denizaltılar 20 tane olsun” diyorsunuz ama tanesi 300-350 milyon dolar. Dolayısıyla milli hedefime yönelik benim için yeterli ve caydırıcı olabilecek bir kuvvet yapısıyla yetinerek, bunun uzun vadeli planını yaparak, bu planı destekleyecek lojistik destek tesisleri, personel yetiştirme esaslarını da hayata geçirmek gerekiyor. Bunların hepsini yaptığınız takdirde “Type-23’ü alalım mı” diye projelerin peşinden koşmazsınız ama ben Type-23’ün de ihtiyaçlardan kaynaklandığını sanmıyorum. Maalesef artık günü birlik kararlar alınıyor ve bu günübirlik kararlar “Türkiye’den ne götürür” düşüncesiyle alınmıyor. “Benim iktidarıma ne getirir, benim iktidarımdan ne götürür“ olarak bakılıyor. İşin en acıklı tarafı da işi bilen kişilerin cesur bir şekilde “Yaptığınız yanlıştır” diye karşı çıkamaması. Ben Deniz Kuvvetleri Komutanı olsam TCG Anadolu açılış töreninden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ya da Milî Savunma Bakanı’nın karşısına çıkarım, “Cumhurbaşkanımızı ikna edelim, gemi eğitimden geçmeden, personel gemiyi tanımadan gemiyi halka açmayalım. Önümüzde uzun yıllar var. Bu eğitim olduktan sonra TCG Anadolu’yu halka da açarız, göreve de yollarız” derdim. Maalesef şu an bu denilemiyor. Ben Kuvvet Komutanı olsam Deniz Harp Okulu’nu bir gün sivil rektörün elinde bırakmam. Bir harp olduğu takdirde o harbi ben yöneteceğim, bu personelle harp edeceğim, harp edeceğim personeli yetiştirme sorumluluğu bende olmayacak, bir sivil rektör onu yetiştirecek. Harpte herhangi bir kötü sonuçla karşılaşıldığı zaman Rektör “Ben çok iyi eğitmiştim. Kuvvet Komutanı, harbi idare edemedi” diyecek. Kuvvet Komutanı diyecek ki “Rektör bana subay diye saçma sapan adamları gönderdi. Eğitemedi.” Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir sistem yok. Dediğim gibi yapılan işler “Deniz Kuvvetleri’ne ne getirir, Deniz Kuvvetleri’nden ne götürür” hesabıyla değil, “Bana ne getirir, benden ne götürür” hesabıyla yapılıyor. Bu maalesef sivil bürokrasi, askeri bürokrasi her kademeye yerleşti. En kötüsü de ağzını açan “Cumhurbaşkanı talimatıyla” yargılanıyor. Bir kişi de “Beyefendi, bu talimatı verdiniz ama bu yanlış. Bunu uygularsak Türkiye açısından uzun vadede şöyle zararları olur” diyemiyor. Derse ne olur? İki dudağının arasında emekli eder. Etsin, gayet de onurlu bir emeklilik olur. Mesela savunma ve işbirliği anlaşmaları yapıyorsunuz. 1950’li yıllarda Savunma ve işbirliği anlaşmasını Amerika ile yaptık. Daha sonra İncirlik açıldı, Amerika bize yardım olarak gemiler gönderdi.

(askerî) Truman Doktrini ve (siyasi) Marshall Yardımları’ndan bahsediyorsunuz? 

Evet, Truman Doktrini ve Marshall Yardımları. Bunların içinde detay olarak Amerika’nın Türkiye’ye turist göndermesi, Türkiye’den tekstil ürünü alması da var. Eğer acilen sıcak paraya ihtiyacının olduğu bir durum varsa İngiltere de karşılığında “Ben sana 100 milyar dolar yolluyorum ama hurdaya çıkmakta olan dört fırkateyni de benden al, buna ‘hayır’ deme” gibi bir şart anlaşmanın bir parçasıysa yazıklar olsun.

Type-23 fırkateynleri yanılmıyorsam 4-5 yıl kadar Mısır’da, o ülkenin iklim şartlarında görev yapmış. Bunun da geminin yıpranma payına büyük etkisi var.

Neticede otuz yaşlarında gemiler. Tabii ki yıpranıyorlar. Bir taraftan “MİLGEM Projesi” diyerek birbiri ardına gemiler yaparken bir taraftan İngiltere’den gemi almaya ihtiyacımız yok. Benim gördüğüm kadarıyla Türk Deniz Kuvvetleri’nin şu anda böyle bir ihtiyacı yok. Ülkeyi idare edenler ve civardaki komşular çok büyük bir saçmalık yapmadıkça Türk Deniz Kuvvetleri’nin yakın bir zamanda böyle bir ihtiyacı yok. Bir savaş başladığı zaman savaşa girecek ülke, bu savaşa girebilecek gücünü de hesaplamalı. Bu planlama yapılırken “Kaç güdümlü mermi kullanırım, ne kadar mermi ve akaryakıt kullanırım” ve sonra da stoklarına bakıp “On beş günde bu biter, bir ayda bu biter” diye düşünmüyorsa zaten böyle bir savaşı göze alamazlar. Ancak ağız dalaşına girerler. “Bir gece ansızın gelebilirim” derler. Neredeyse üç sene geçti. “Bir gece ansızın gelebilirim” şarkısı vizyona girmedi. Dolayısıyla biraz daha aklımızı başımıza toplamazsak “Kimseye etmem ben şikâyet, ağlarım kendi hâlime. Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime” şarkısını daha fazla söyleriz.

“Galatasaray’ı Süper Kupa’yı aldığı yıl canı gönülden kutladım”


Fenerbahçe – Galatasaray ezeli rekabeti hakkında neler söylemek istersiniz?

Ben üç buçuk sene Fenerbahçe Basın sözcülüğü yaptım. Üç buçuk sene boyunca başta ezeli rakibimiz Galatasaray olmak üzere ufak tefek bazı takılmalar hariç en ufak bir kelime söylemedim. Buna hakemler de dâhil. Hakemlerden başlarsak her zaman şunu söyledim, “boş kaleye gol atamayan santraforunuz varsa -ki futbolun içinde olan bir şey- âlâkasız hatalı gol yiyen kaleciniz varsa nasıl bu hareketleri kasti yaptıkları gerekçesiyle onları suçlamıyorsak hakem hataları da bu oyunun içerisindedir. Hakemleri de bunları kasti yapıyor diye suçlayamayız. Rakiplere gelince düşman değiliz. Tatlı bir rekâbet olmalı. İşin güzel tarafı bu. Maç bittikten sonra birbirimize sarılabilmeliyiz, birbirimizle eğlenebilmeliyiz. En tabii hakkımız kazanan kaybedenle elbette eğlenecektir. Örnek vereyim, Fener-Beşiktaş maçına gittim. Emekli olalı da üç sene kadar olmuştu. Şeref tribününe doğru yürürken hemen yanımda bir sivil bitti. “Ne yapıyorsunuz Komutanım. Ben Beşiktaş Emniyet Amiriyim. O tribün Beşiktaşlı taraftarların en yoğun olduğu yer. Oradan geçmeniz güvenli değil” dedi.  Ben de “Yok, neden güvenli olmasın ben hep böyle yapıyorum” dedim.  İki sivil polis arkama takıldı. Tam o kuyruğa geldim. Beşiktaşlılar, “Paşam hoşgeldiniz” demeye başladı. Polislerin aklı durdu. Bu çok güzel bir şey. Çünkü yöneticilerin, başkanların böyle olması gerekiyor. Mesela şu an gerek Dursun Başkan’ın gerek Ali Başkan’ın ağız dalaşlarını hiç tasvip etmiyorum. Çünkü bu dalga dalga aşağılara yansır ve bu sokak oligarşisine döner. İnsanların birbirlerine saldırmasına hatta birbirlerini yaralamasına kadar uzar. Bizim yöneticiliğimiz sırasında Galatasaray dört sene şampiyon oldu. Real Madrid’i yenerek Süper Kupa’yı aldı. Bana mikrofon uzattılar. “Canı gönülden kutlamak lâzım. Belki bir 25 yıl daha hiçbir Türk takımı bu başarıyı elde edemeyecek” dedim. İşte 23 sene geçti. Galatasaray hata yapmadı mı? Yaptı. Bu başarıyı kazandıktan sonra Galatasaray’dan şunu beklerdim. “Beni bu lig şampiyon yaptı. Bu rakiplerle oynayarak ben buraya geldim. Dolayısıyla bu başarı Türk futbolunun başarısıdır” deseydi çok daha değerli olurdu.

Galatasaray’ın şampiyonluğunu da şimdiden kutlarım.

Son olarak gençlere ne tavsiye edersiniz?

İlk önce gençleri yetiştiren anne-baba ve öğretmenlere, gençleri düşünmeye ve sorgulamaya yöneltmelerini tavsiye ederim. Gençler, ilkokuldayken öğretmenin dediğini, hatta ilkokula gitmeden evvel anne-babanın dediğini yapan, tahsil hayatı boyunca hep öğretmenin doğrularıyla hareket eden gençler olmamalı. Evet, deneyim önemlidir. Muhakkak ki eğitim çok önemlidir. Anne-baba terbiyesi çok önemlidir. Belirli bir yaşta alınır ve o yaş kaçırıldığı zaman iş işten geçmiştir. Bu terbiyeyi alsınlar ve eğitime önem versinler ama deneyimleri dinlesinler, kararları kendileri versin. Gençler anne – babanın ve öğretmenin kararını uygulayan değil, onlardan beslenerek kendi kararlarını kendileri veren kişiler olsunlar.

Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.

Bunu Paylaşın
yesimegeli@marinedealnews.com