HİLMİ SONAY

Yeşim Yeliz Egeli

Kahkaha zengini, çalışkan ve azimli HİLMİ SONAY

Sonay Denizcilik’in kurucusu Hilmi Sonay, Karadeniz insanının bütün olumlu özelliklerini üzerinde toplamış biri. Doğal bir mizah yeteneği, çalışkanlık, dürüstlük, inanç, deniz sevdası, işe karşı cesur ama ihtiyatlı bir yaklaşım, zamanlama içgüdüsü, sağlam aile bağları… [membership level=”0″]

Bu yazının devamı sadece abonelerimize özeldir. Detaylar için lütfen buraya tıklayın

[/membership][membership]Baba mesleği olan armatörlüğü devam ettirerek işi betonla, akaryakıt ile daha da büyüten Hilmi Bey, 8-9 yaşında babasının ahşap teknesinde denizcilikle tanışmış; denizdeki fırtınalarla, iş dünyasındaki darbelerle ve krizlerle, cesareti ve strateji yeteneği sayesinde kolayca başedebilmiş. Onun tecrübelerinden, zamanlamasından, iş hayatında rüzgârı nasıl arkasına aldığından öğrenecek çok şey var

6 Mayıs 1931 tarihinde Rize’de dünyaya gelen Hilmi Sonay, üçüncü sınıfa kadar 4-5 kilometre uzaktaki köy okulunda okur. 1940 yılında, yani 9 yaşındayken, Alman Harbi zamanında, aile İstanbul’a taşınır. İstanbul Fatih’te, beşinci sınıfa kadar okur. Ardından sanat okuluna gidecektir ama okul pek hoşuna gitmez. Tam kayıt olacakken, “kayıtlar durduruldu” denince de okumaktan tümüyle vazgeçer; “Rize’den buraya geldiğimizde iki kız kardeşim vardı. Üç çocuktuk. Babaannem ve dedemle birlikte geldik buraya… Babam 1947 senesinde 7 milyon liraya Balat’ta 3 katlı bir ev aldı. Amcamlar ve dedemlerle
o eve taşındık. Ev kalabalıklaşınca sonradan o eve sığmadık ve Fener’de başka bir eve geçtik. Denizcilikle uğraşan, kendi teknesinde 5 tayfayla birlikte çalışan babam, evin altında bir dükkan açtı. O güne kadar babamla çalışıp büyük bir hevesle işi öğrendim. Kaptan olmadığım için bir kaptanla birlikte denize çıkıyordum. 18 yaşına gelince babam işini bana devretti. Çalışma hırsım da vardı, çalışa çalışa bugünlere geldik. Rahmetli babam, çok neşeli biriydi. Bir gün 13-14 yaşında, onunla çalışırken, maun ahşap motorla beraber, İstanbul Boğazı’ndan aşağı doğru iniyoruz. Arkada bir kaptan köşkü vardı. Babam dümende, ben de yanında duruyorum. Çocuk aklımla evlerin ışıklarına bakıp ‘Baba, İstanbul’da ne kadar çok ışık var ama bizim bir tane bile ışığımız yok’ dedim. Babam bir duygulandı, gözleri doldu. ‘Olur oğlum, bir tane aldık, ayrılıyoruz şimdi, bir tane daha ev alacağız bizim de ışığımız olacak’ dedi. Çok şükür şimdi bir tane değil bin tane ışığımız oldu İstanbul’da.”
1953 senesinde Karasu’dan teslim olan Hilmi Sonay, 24 ay askerlik yapar. Hadımköy’de 3. Kolordu Karargâhı’nda olduğu için İstanbul’a haftada bir gidip gelme imkânını yakalar. Peki ya, aşk? “Aşık olacak zamanım olmadı benim. Yani biz o zamanın fakirliğiyle 24 saatin 18 saatinde çalışırdık. Gezmek, tozmak, aşık olmak hayal olurdu bizim için” diyen Hilmi Bey, görücü usulü ama oldukça uzun ömürlü güzel bir evlilik yapar. “Eşimi annem beğendi. Görücü usulü oldu ama yabancı değillerdi. Annemin dayısının en küçük kızıydı. Adı Sebahat. Onlar o zaman memleketteydiler. Biz hiç görüşmedik, İstanbul’a geldiklerinde görüştük. Yani köyden, ben görmeden geldi. O zamanlar şimdiki gibi aşıklık yoktu. Arkadaşlarım arasında da yoktu. Aileler ne derse o oluyordu. Bu şekilde kısmet oldu, iyi de oldu. İstanbul’dan evlenseydik belki de bu huzuru bulamazdık. Bana göre bizim memleketimizin kadını daha hesaplı, iktisatlı, esaslı. 1956 senesinde bir erkek çocuğum oldu, üç oğlan iki kız olmak üzere 5 çocuğum var. İsimleri sırayla Rıza, Nurten, Nuri, Nurhan, Şevkettin. 10 tane de torunum var.
Fırtınanın ortasında camiye adak adadım
Dedem ve amcam ile işlerimizi ayırıp çalıştığımız ufak ahşap motoru onlara bıraktık. Babam başka bir ahşap motor aldı kendine. Ben babamla beraber çalışmaya başladım. Sonra babam aldığımız evin altına, kendine bir dükkân açınca motorla çalışmaya devam ettim. Çalışma hırsım da vardı. Babamdan bile iyi çalışırdım. Bütün akrabalarım ve babam, ticaretteki ileri görüşlülüğümü beğenirlerdi. Zamanla çalışma kapasitemiz artınca o motor küçük gelmeye başladı. 1959 senesinde 100 tonluk bir ahşap motor daha yaptım. Gençken çok hırslıydık, çok da fırtınalar atlattık. Ölümle burun buruna geldiğimiz zaman bizim Of’daki Kavak Camii gelirdi aklıma. ‘Bu fırtınadan kazasız belasız kurtulursam o camiye şu kadar para vereceğim’ derdim. Çok tehlikeler geçirdim denizde… O zaman şimdiki gibi büyük tekneler yoktu. İlk yaptırdığım 160 tonluk saç gemi ile beraber bir fırtına geçirdik. Bütün adamlarım yanıma geldi, herkes ‘Boğulacağız, bindirelim, çıkalım, boğacaksın bizi’ diye söylenmeye başladı. Böyle bir panik anı! ‘Gidin yatın’ dedim. Herkes gidince, o anda ben de çok büyük bir korku hissettim. İşte o an, Kavak Camii’ne adak adamıştım. Cenab-ı Allah kayırdı bizi! Allah, almayacağı canı almaz. Yine bir gün Bozburun’da, kum yüklü gemi ile İstanbul’a dönüyoruz. Gemi, hava koşullarından dolayı, altımızdan kayboldu, dalga ile beraber! Saç gemi ama ambarlara su girmiyor. Bunu görünce tayfalar kaptan köşküne çıktılar. Kimisini ittim, kimisine bağırdım. ‘İnin aşağıya, birşey olmaz, korkmayın’ dedim. Neyse gemiyi çevirdik. Biraz gittikten sonra gemi, denizin dibinden denizaltı gibi kalktı. Armutlu’da demirledik ve kumun bir kısmını denize boşalttık. Tayfalar kendi aralarında konuşuyorlar, ‘bu yine gidecek bu havada İstanbul’a’ diyorlardı; benim kulağım da onlarda. O zaman yanımda, şimdi rahmetli olan ortağım Mehmet Ali vardı. ‘Boğuluruz Hilmi, bu havada çıkmayalım!’ dedi. ‘Birşey olmaz, yüklüyken batmadı bu gemi, yükü hafifleyince hiç batmaz’ dedim. Allah kayırdı, geçtik. Biz yükümüz ağır diye batma tehlikesi geçirdik, yük hafifleyince o korku kalmadı. Böyle şeyleri çok yaşadım. Normalde insan, böyle bir boğulma tehlikesi yaşayınca bir daha denize çıkamaz ama bizim mesleğimiz kaptanlık. Bunu hep çalışma hırsıyla yaptım. Gençtik, korku yoktu bende. Allah’tan bu korkulu günler unutuluyor zamanla. Unutulmasa yaşanmaz zaten. Bence korkulu şeyleri bilgisayara kaydetmemek, anıların arasına almamak gerek.
Zaman içinde İstanbul’da kumculuk işi giderek hareketlenmeye başladı; yollar, inşaatlar arttı. İşler hareketlenince 63 senesinde 160 tonluk bir tane saç gemi yaptım. O gemiyi Fener’de Rum Anastas Tersanesi’nde yaptırdık. Daha sonrakini Ayvansaray’da yaptırdık. 1989’da Tuzla’da tersaneler açılmaya başladı. Tuzla’da ilk gemimizi Dearsan Tersanesi’ne yaptırdık. Rıza Sonay gemisini hazır aldık. Daha sonra Şevkettin Sonay, Nuri Sonay, Sebahat Sonay gemilerini de Çelik Tekne Tersanesi’nde yaptırdık. Küçükyalı’da, Maltepe’de kum taşırken baktım ki bu iş iyi gidiyor, ben de bu işe atılayım dedim. Pendik’te deniz kenarında 3 bin metrekare yer aldım. Kum deposu yapmak için 300 milyon liraya aldığım bu yer nedeniyle, biraz borçlanmam gerekiyordu. 150 milyonunu nakit verdim, geri kalanını 15 ay taksitle ödedim. Yeri aldığım kişi, Hakkı Demir isminde değerli bir adamdı. İlk anda nakit parayı görünce sevindi, ‘Sana güveniyorum, bu senetleri de bankaya vermiyorum, yazıhanenin kasasına koyuyorum, her ay 10 milyon getir, senedini al’ dedi. Orayı böyle taksitle ödedik.Maun tekneden beton santraline…
Biz önceleri kumculuğu Beşiktaş’ta yapardık. İstanbul bu kadar kalabalık değildi. Belediye otobüsleri vardı. Otomobil pek enderdi. Otomobil bana Pendik’e geldikten sonra kısmet oldu. İlk olarak 1973 senesinde bir Mercedes araba aldım. Pendik’te iskeleyi de yaptık. 1969’da, kumculuğa başladık. Arabalar, vinçler aldık. Gemiler 4’e ulaşmıştı. İstanbul’un kum ihtiyacını karşılamaya başladık. 1995 senesinde Pendik’ten sahil yolu geçti, böyle olunca bizim oradaki işyeri kapandı. O zaman hazır betonculuk başladı. ‘Madem bu iş kapandı biz de betonculuk yapalım’ dedik ve Tuzla’ya gelerek mevcut yerimizi satın aldık. Burası bir Bulgar göçmeninindi, yanındaki benzin istasyonu bizimdi. Satmak istediğini duyunca burayı da satın aldık. 1997 senesinde de buraya beton santralini kurduk. 1999 senesinde deprem olunca bir beton santrali daha açmaya karar verdik. Onu da İzmit’e açtık. Küçük oğlum, ‘Ümraniye’ye açalım ikincisini’ dedi ama ben İzmit’e açalım’ dedim. İzmit’in merkezi bir yerinde, 10 dönümlük yer aldık. O zaman depremden dolayı insanlar bir sarsıntı geçiriyordu. Piyasa kötü durumdaydı. Dolayısıyla yeri, çok uygun bir rakamdan aldık. Yani bugün yerin değerindeki artış bile kaydadeğer bir rakam oluşturuyor. Belediyeye beton santrali için müracaat ettik, ruhsatı aldık ve beton santralini kurduk. Betonculuğu 10 seneden beri yapıyoruz orada. İşin başında da küçük oğlum var.
Ben okumadığım için ço-cuklarımı okutmak istedim. Ama bazıları okuyamadı. Nuri okudu. Marmara Üniversitesi’nden sonra Ply-mouth Politeknik’te eğitimini aldı. En büyük oğlum ortaokuldan terk. En küçük oğlum da liseden ayrıldı. Sınavlara girmedi. Biz kızlarımızı çalıştırmadık ama çalıştırmakta da fayda olduğunu düşünüyorum. Ne kadar zengin olursak olalım, kızların çalışmasını be-nimsemedik, onlar da çalışmak isterlerdi ama o dönemde çalışan kadın yoktu. Oysa şimdi torunlarımın işyerinde çalışmalarını isterim.Kazancımın beşte birini hayır işlerine ayırırım
Hayır işlerine ticaretin yüzde 20’sini ayırırım, bu şekilde bir ayarlama yaparım kendimce. Babam, köyümüze bir cami yaptırdı, ben İstanbul’da, Pendik’te çok eser yaptırdım. Sahilde bir cami yaptırdım, o camiye isim yazdırmadım ama yaptırdığım okullara yazdırdım. Tavşantepe’de kaymakamlık ile beraber Emniyet Müdürlüğü binasını yaptık. Tren köprüsü yaptırdım. Fakirlere de yardım ederiz. Ramazanlarda yaklaşık 5 bin kişiye kumanya dağıtırız. Bu belki 20 seneden beri böyle devam eder. Tuzla’da bir okul yaptırdım. Bir sağlık ocağı yaptırdık. Hayır işlerine gönüllüyüz, geleni boş çevirmeyiz.Çalışma isteğim aynı ama kızınca tansiyonum çıkıyor
Ben 80 yaşındayım, her sabah 7’de kalkarım, bir saat kadar yürürüm bahçede… Sonra çıkarım, benzinliğe uğrarım, buraya gelirim, gemi varsa gemiye giderim. Dolaşmayı, işleri takip etmeyi isterim. Eşimle beraber daha çok Hacca, Umre’ye gideriz. Başkaları gezmekten zevk alır ama ben çalışmaktan, üretmekten zevk alırım. Bir fabrika, bir gemi yapsam zevk alırım. Ama tabii yaşlandığım için, eğer bir kusur görürsem sinirleniyorum, hemen tansiyonum çıkıyor. Cenab-ı Allah, 80 yaşına gelsen de beyindeki o çalışma hırsını almıyor. Gençlikte nasıl bir çalışma hırsı varsa beynimde gene aynı yerde duruyor. Bunu kaybetmiyorum, başkaları da böyledir herhalde diye düşünüyorum. Yüz yaşında da olsan bir hastalık yaşamıyorsan beynin çalışmaya devam ediyor. Gençlikteki hırsın da devam ediyor ama sıra uygulamaya gelince vücut buna el vermiyor.”
Şu anda Hilmi Sonay’ın oğulları, oldukça düzenli bir işbölümü ile çalışıyorlar. Şevkettin Sonay, beton işlerini büyütüyor. Nuri Sonay, deniz kısmıyla ve Rıza Bey de benzin istasyonuyla ilgileniyor. Böylece hem birbirlerinin işlerine karışmıyorlar hem de konularında uzmanlaşma fırsatı yakalamış oluyorlar belli ki…Ticarette borçlanmaktan korkmam
“Hayal kurmayı severim. Yaşlandım diye borca girmekten de korkmam. Kumar oynamıyorum sonuçta, iş yapıp boçlanıyorum. Allah bunun kolaylığını verir. Ama şimdiki gençlerde o ışığı göremiyorum. Hayalimde başka işler yapmak var. Mesela çok ilerileri görerek bazı büyük borçlara girmek isterim ama çocuklarda o cesareti göremem. Denerim bazen ama çocuklar çok borçlanırız diye korkarlar. Bana göre, param kadar mal yapayım diyerek başarılı olunamaz. Bence bir tüccar parasının iki, üç katı fazlası mal yapacak ki, para kazanabilsin.”
Hep çalışmakla ömür geçmez. Hilmi Sonay, fazla gezmeyi sevmese de, yüzmeye vakit ayırmaya çalışıyor. Zamanında denizcilik sektörünün tanınan isimlerinden Halim Mete’nin babası Osman Mete’ye uyup maça gitme alışkanlığı kazanmış. Beşiktaş’ı desteklemek için İnönü’de çok maça beraber gitmişler. Kaşif Kalkavan, Arif Kalkavan, 6 kardeş olan İmamoğulları, hep o günlerden hatırladığı arkadaşları… Hilmi Bey için, yaşlar ilerledikçe, bu dünyadan göçüp giden dostların çoğalması büyük bir üzüntü elbette. Sosyal açıdan bakıldığında, arkadaşlarının ısrarı ile aday olup 3 sene kadar Pendik Camisi’ne dernek başkanlığı yapmışlığı da var. Ailece geçirilen zamanlarda ise tercihi balık restaurantlarından yana. Del Mare, Emirgan’da Dodo Balık, Borsa lokantaları yemek için tercih ettiği adresler… Balık dışında İstinye Park’daki Borsa’nın tandırını da seviyor.

Bu ülkede çalışkan olan zengin olur
“Türkiye farklı dönemlerden geçtikçe bizim işlerimiz de duruma uygun olarak hızlandı ya da yavaşladı. Ama biz tedbirli gittiğimiz, ayağımızı yorganımıza göre uzattığımız için fazla sıkıntı yaşamadık. 1960 senesinde Rahmetli Menderes’in idam edilip inkılap yapılması, depolarımız yokken bizi sarstı mesela… Denizcilikte bir durgunluk başladı. Askeriye geldi idareye… Borçlarımız olduğu için önce ‘Eyvah’ dedik. İşler biraz yavaşladı, 6 ay kadar aksamalar oldu ama bereket versin ki askeriyenin idaresinden dolayı ticaret tümüyle durmadı. Ondan sonra yine hafif hafif işler başlayınca sıkıntılarımızı atlattık. Bu dalgalanmaları hep yaşadık. Zamanla da buna alıştık. Alacağını borcunu dengeleyeceksin ki, bir kriz olursa işin bozulmasın. Bana göre rahmetli Menderes bu ülkede fakirliği milletin sırtından biraz atmıştı. Biz Menderes zamanında para kazandık. Ondan önce takalarla falan uğraşıyorduk. Özal’ın zamanında da böyleydi. Tayyip Erdoğan’ın zamanı da iyi. Bu devirleri, bazı hükümetlere göre daha başarılı buluyorum. Başbakan hiç oturmuyor, devamlı dolaşıyor. Ülke için çalışıyor. Türkiye, Yunanistan gibi iflas etmedi. Zaten Erdoğan’a sağlam bir rakip de göremiyorum.
Ben yaptırdığım okullara ziyaretlere giderim, öğrencilerle konuşurum. 10-12 yaşında çocuklar “Babam fakir, ben de fakirim, birşey yapamam” diyorlar. Ben onlara, ‘Ben de fakirdim, çalıştım, çalıştım, zenginleştim. Siz daha gençsiniz, önünüzde uzun yıllar var. Bu memlekette çalışan herkes zengin olur. Ama çalışmazsanız olamazsınız. Rahat ve sıhhatli yaşamak için çok çalışın’ diyorum. Her sene sınıf birincisi olana da hediye alıyorum. Gençleri bu şekilde teşvik ediyorum. Çalışarak her konuda başarılı olunacağına inanıyorum.”

[/membership]

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın