Geçtiğimiz ay ODA TV’ye yazdığım “Amerikan Donanması Akdeniz'e neden geldi?” başlıklı yazının yayımlanmasından birkaç saat sonra telefonum çaldı. Arayan Ahmet Yavuz Paşam’dı.
Yazıda, Yunan basınınca yayımlanan “Doğu Akdeniz’de ABD’nin Türkiye’ye karşı operasyon hazırtlığı yaptığı”na ilişkin yalan haberini işlemiştim. Kendisi, yazıyı çok beğendiğini ancak bazı bölümlerinde nesnellikten uzaklaşarak duygusallığımın ağır geldiği yönünde eleştirilerde bulundu. Haklı olabilirdi.
Yazıyı kaleme alırken, Gabya sınıfı fırkateynin güvertesindeki ruhum mu ağır basmıştı acaba?
Bir deniz subayı olarak eğitimimizin hiçbir safhasında Yunan düşmanlığı ile yetiştirilmedik. Ancak Yunanistan, öylesine tek taraflı ve hakkaniyetsiz isteklerde bulunuyordu ki, ister istemez yüce milletimizin ve “Mavi Vatan”ınımızın savunucuları olarak keskinleşiyorduk. Misal: Doğu Akdeniz enerji denkleminde küçücük Meis’in, koca Anadolu Yarımadası’ndan daha fazla alana sahip olduğu iddiası akıl ve hak ile izah edilebilir mi? Bu tavrımın ve duygumun sebebi ben değildim, palikarya idi… Lakin yine de biraz düşündüm…
Ardından Cem Gürdeniz Amiralim’in Aydınlık Gazetesi’nde yayınlanan yazısı zihnimde canlandı. O da değerlendirmelerinde, benzeri bir bakış açısı sergiliyor ve “Zaman Ege’de ve Doğu Akdeniz’de soğukkanlı olma zamanıdır. Strateji sanatının temeli önceliklerin yönetimidir.” Cümlesi ile yazısını noktalıyordu.
“Sıklet Merkezi” Prensibi
Bu değerlendirmeler beni ilk defa 1916 yılında İngiliz General Fuller tarafından kaleme alınan “Harp Prensipleri”ne götürdü. Dokuz prensipten biri olan “Sıklet Merkezi” prensibine… “Sıklet Merkezi”, kuvvetlerin düşmana nazaran doğru konumlanmasını ve verimli kullanılmasını içeren bir prensiptir. En güzel uygulaması mı? Tabi ki Büyük Taarruz!
Sıklet Merkezi prensibi ülkemize bir vatan kazandırırken ne kadar önem arz ettiğini göstermişti. Peki, hal bu iken, Türk Donanması’nın “Sıklet Merkezi” neresi olmalıydı ve nasıl belirlenmeliydi? Aşikâr ki, bizim için tehdit güney merkezli. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtları ile Doğu Akdeniz’de yaşanan hareketliliği göz önüne aldığımızda aslında cevap çok açık olarak karşımızda duruyor!
Ancak karşımızda duran bir başka nokta daha var: Daha geçtiğimiz ay bir grup Yunan vatandaşının, Didim’in karşısındaki Hurşit Adaları yakınlarındaki Kerdo (Mikri Anthropofa-Küçük Yamyam) kayalığına çıkarak Yunanistan bayrağı diktiği ve söz konusu bayrağın Sahil Güvenlik Komutanlığı unsurlarımızca bölgeye intikal ettirilen SAT Timlerimiz tarafından indirildiğini basın yayın organlarından takip ettik.
Öncesinde ise küstah Yunan Savunma Bakanı’nın “Aklı Osmanlı İmparatorluğu'nda olanlar, 1821'i, Yunan halkının Osmanlı'yla nasıl yüzleştiğini ve onu ufaladığını hatırlamalı,” şeklinde ve benzeri birçok açıklaması ile Kardak’a çıkma girişimlerine şahit olduk. Tabii bu girişimleri hayal kırıklığıyla sonlandı zira “Deniz Aslanları”mız her daim görevdeler! Tüm bunlar 18 ada meselesi ile de birleşince ister istemez, kan akışı beyne doğru oluyor. Hissiyat ağır basıyor…
Yaşadığın coğrafyadan güç almak
Oysa tarih; sükûnet ve bilginlikle karar verenlerin yanında saf tutuyor. Bu anlamda duruşum asla hissiyatımı bırakmadan, aklın gösterdiği rotayı takip etmek.
Örnek mi? Bakınız: Mustafa Kemal…
Doğduğu toprakların Yunan’a bırakılmasının ardından, kin ve nefret ile değil akıl ile hareket ediyor. İstese Selanik için harp çıkaramaz mıydı? Lakin o barışın yanında oldu. Meselesi; son toprağını kaybetme riski ile karşı karşıya olan Türk Halkına bir vatan yaratmaktı. İçindeki Selanik aşkına rağmen nesnelliğini kaybetmedi. 1930’lu yıllar, daha savaşın hemen ertesinde Türk-Yunan dostluğunu kurdu. Balkan Paktı’nı imzalattı. Donanmayı da beraberinde güçlendirdi. Hem “Yumuşak Güç” hem de “Sert Güç” kullanımı dengesini gözeterek hareket etti. Lakin temelde barış üzerine kurulu bir strateji izliyordu.
Emekli Amiral Afif Büyüktuğrul “Atatürk ve Fatih’in Deniz Politikaları” adlı eserinde Tevfik Rüştü Aras’ın kendisine aktardığı şu önemli bilgiye yer veriyor. Atatürk daha kurulmalarından önce kurulacak ittifaklara ilişkin olarak Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a; ‘Doğuda Arap Devletleri, batıda ise Balkan Devletleri ile birer ittifak kuracaksın. İşe, Doğunun en kuvvetli devleti olan İran, Batıda da Balkanların en kuvvetli devleti olan Yunanistan’dan başlayacaksın’ dediğini belirtiyor.
Burada, Atatürk’ün barış odağına bir coğrafya yaratarak doğu-batı hattını garantiye alma stratejisini görüyoruz. Dahası, yine aynı eserde Büyüktuğrul, “Gerek Fatih Sultan Mehmet’in gerekse Büyük Atatürk’ün deniz politikaları; önce Osmanlı Devleti’nin sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşamakta olduğu coğrafyadan kuvvet alıyordu. Anadolu ve Mora Yarımadaları ile Boğazlar, Marmara ve Ege Denizleri askeri coğrafyada bir bütün kuruyorlardı. Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları gibi hangi devler bu bölgeye sahip olmuşsa, onun ömrü uzun, yaşantısı da mutlu olmuştu. Bu bölge devletler arasında bölüşüldüğü zaman da bu devletlerden hiçbiri yukarıda adları geçen devletler kadar mutlu yaşamamışlardı” diyor.
Bu değerlendirmeler bizi Mora ve Anadolu Yarımadalarının kaderlerinin aynı olduğu gerçeğine götürüyor. Coğrafya bizi bu anlamda bir yol ayrımına götürüyor; ya iki kıyıya da hakim olmalıyız ya da bu iki yakanın sakinleri bekaları için sulh içinde olmalı! Bugünkü felsefi ve politik anlayışımız temelinden bakarsak; bir fetih yaklaşımı içinde olmayacağımıza göre barış ve sükûnet ortamının tesisi her iki ülke açısından da zarurîdir. Özellikle de sıklet merkezimizin Doğu Akdeniz olması gereken bir dönemde.
İlk defa bir Kuvvet Komutanı Yunanistan’da
Yakın tarihte bunun örnekleri mevcut. 1998 yılında başlayan ve Ağustos 1999‘da yaşanan depremden sonra giderek artan Türk-Yunan yakınlaşması 2004 yılında zirve yaptı. MİLGEM’in babası Oramiral Özden Örnek bir ilke daha imza atarak, Salamis’te bulunan Yunan Donanması’nın Karargâhını ziyaret etti. İlk defa bir Kuvvet Komutanı Yunanistan’da idi. Ertesi sene de Yunan Deniz Kuvvetleri Komutanı Koramiral Antonios Antoniadis iadeyi ziyarette bulundu. 2004 yılında ‘Deniz Kurdu Tatbikatımız’ın yapılmaması da bu dönemdeki yumuşamanın bir sonucu idi. Evet belki dönemsel bir yumuşama idi ama başarılmıştı. Şimdi bu tabloya baktığımızda coğrafya ve tarih bizi bir barış ve dinginlik aklına itmiyor mu? “Bu Yunanistan ile mi?” deyişinizi duyar gibiyim. Lakin tarih sıradan insanları yazmıyor.
Milletimiz savaşmayı bildiği kadar, diplomasiyi de gözetmeli.
Meselemiz savaş değil, zafer olmalı!
Aristo ne demişti: “Herkes öfkelenir. Bu çok kolay. Ama doğru şeye, doğru miktarda, doğru zamanda, doğru amaçla ve doğru biçimde öfkelenmek zordur.” Öfkemizin zamanı olmalı! Doğu Akdeniz ve Suriye Harekât alanı her doğan gün; yeni ve ön görülemeyen gelişmelere gebe iken geri bölgemizi güven altına almalıyız.
Yunan’ın kışkırtmaları, Donanmanın “Açık Denizlere” yönelen odağını kaydırmamalı. Biz, bu ayrıntıyı görecek “Askeri Deha”lara sahibiz!
Bu ülkede harp sahasına hakim, harp sanatını en ince detayına kadar bilen komutanlarımız var!
Sadece zaman zaman hatırlamalı, Clausewitz’in askeri dehalar için söylediği o söz aklımıza gelmeli:
“Askeri dehalar ateşli olmaktan çok sakin olmalı!”
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.