Anvers, müzeler ve antika dükkanları

Sezin Morkaya Slaats

Museum Mayer van den Bergh Anvers’de ilk gezdiğim müze. Bu özelliği ile belleğimde ve ruhumda ayrı bir yeri var. Geçenlerde tekrar zi yaret ettim müzeyi. Müzenin Gothik Odası’nda çok sevdiğim birkaç resme dalmışken şu meşhur soru tekrar düşündürdü beni: ‘Sanat mı hayatı taklit ediyordu yoksa hayat mı sanatı?’ Bana göre ikisi de birbiriyle o kadar geçişkendi ki taklit söz konusu bile değildi. Bu sanat yüklü şehirde belki de en çok bunu öğrenmiştim son dört yılda. Hayat ise daha çok düşüncelerimizi taklit ediyordu sanki. Bu yüzden düşüncelerimizin tonu ve içeriği hayatımızın gerçekliğini belirliyor olsa gerek. Düşüncelerimizde ne kadar çok sanat ve renk varsa yaşamımız da bir o kadar sanatçı elinden çıkmışcasına özel kılınıyor. Gözümüz ne kadar çok şey görüyorsa, bakış açımız da o denli genişliyor.
İçinizin bomboş olduğunu ve söyleyecek bir sözünüz kalmadığını hissettiğinizde, en yakın müzeye koşmakta fayda var. Bu konuda kendimi Anvers’de çok şanslı hissediyorum. Etrafım büyük küçük pek çok müzeyle çevrili. Herhangi bir tanesine kendimi attığımda, anında gerçekliğim değişiyor ve sanki eski dönem insanların bakış açısı benim bakış açımda eriyor. Özellikle ben eski tablolara meraklı olduğum ve bu tarz müzelere de ayrı bir ilgi duyduğum için böyle bir müzeye adım attığımda, zaman kavramı da sanki tekrar tanımlanıyor. Modern müzeleri de atlamıyorum tabii ki. İyi olan bir müzenin her türlüsü bulunduğum gerçekliğe alternatif bir gerçeklik sunup beni sadece bu mekanların birer uzantısı haline getirdiğinde, artık içim dopdolu ve söyleyecek pek çok sözüm oluşmuş bir halde buluyorum kendimi. Yaşamıma içerik geri dönüyor ve içim hikâyelerle dolup taşıyor. İşte o noktada yeninin, eskinin bakış açısının kaynaştığı alan benim yaşam alanımı tazeliyor.
Aynı hissin bir benzerini yine Anvers’in ünlü antikacılarının bulunduğu Kloosterstraat’ ta yakalıyorum. Dekorasyon ve eşyalar arasında ‘cümlesizken cümlesi olan haline gelmek’ ne kadar haz verici bir deneyim anlatamam. Hatta bazen o ana kadar açığa çıkamamış, fırsatı olmamış o kadar güzel bir cümle yakalıyorum ki ruhumda, hiç beklemeden Kloosterstraat’ın o güzel kafelerinden birine atıyorum kendimi, kalem ve kağıda sarılabilmek için. İşte bu mekanlarda düşüncelerim, hayatımı daha renkli hale getirecek cümlelerle karşılaşıyor, geçmişten, şimdiden ya da gelecekten başka insanların hayatlarıyla karışıyor ve o cümlesizliğin ve hayatsızlığın bulanık koyu renkli sularından beni hızla uzaklaştırıyor. Gerek müzelerini, gerekse antika dükkanlarını dolaştığım Anvers sokaklarından evime döndüğümde – sadece birkaç saat içerisinde sanki binlerce insanla tanışmışcasına – bir mutluluk yaşıyorum. Kendi içimde çoğalıyorum böylelikle cümlelerim de çoğalıyor.
Başka bir şehri gezmeye gittiğimde de bir dürtü beni ilk önce müzelerine götürür şehrin, yoksa o şehrin ruhunu yakalayamayacakmışım, şehri anlayamayacakmışım, bir şeyleri kaçıracakmışım gibi gelir. Bir müzeye bu dürtüyle attığımda kendimi, o müzenin mekanının ruhunda kaybolduğumda dışarıdaki dünyada kaç saat geçmiştir hiç bilmem.
Ruhun beslenmesi için cümlelere, cümleleri kurmak içinse bizi besleyici mekanlara ihtiyacımız var.
Öyle ki bu mekanların sade birer uzantısı haline geldiğimizde yakaladığımız zamanın ötesindeki muhteşem özgürlük hissi yaratıcı kıvılcımların da ilk çaktığı noktadır.

ETİKETLER:
Bunu Paylaşın