Her şeyin belleklerde hızla dönüşüp değiştiğini var saymıyorsak, geçmişe daha mı sık dönüp bakmak lazım gelir diye kendime yoklama çektim. Sahi her şey değişiyor mu? Elbette edinilen tecrübeler, bıraktığı mutlu veya mutsuz izler her iki tarafa, yani kazanana ve kaybedene göre değişiklik gösterir. Kazananın elindeki zafer iken, kaybedenin elindeki hezimettir o anlık… Zira “öç almak” insanın hafızasında açılan yaralara dair güçlü bir duygudur. Bu öç, çoğunluk yani toplum tarafından benimsenince ortaya rakiplerin çeşitli mücadeleleri çıkıyor. Peki, mutlak kazanan veya mutlak kaybeden var mıdır?
Kıssadan hisseye bazı tarihi olaylar aklıma düştü. Günümüzde ulus devletlerce kurulan ittifaklara bakınca ve tarihin altın ve kara sayfalarına kazınarak insanlığa yine insanlar tarafından verilen dersleri hatırlayınca, dostluk ve düşmanlığın baki mi kaldığı yoksa nerelerden nerelere, neden ve nasıl evrildiğini yeniden düşünmeye sevk oldum. Tabii bu olaylardaki kahramanları, toplumlararası ilişkileri, yerlerin önemini ve yaşanan olayları araştırmak, işbirlikçi stratejik gelişmeler ışığında değerleme yapmak, bilgilerinizi irdelemek veya tazelemek siz okuyucularımıza kalıyor. Benim zihnimi meşgul eden; ulus devlet tarihsel bir olgu olduğu gerçeğinden hareketle ulusal egemenlik kavramının doğuşu ile ulus devletlerin tarih sahnesine çıkışı ama günümüz tarihinde Amerikan müdahalesinin dünya genelinde yarattığı mücadelelere (ikircikli emperyal oyunları) de şahitlik ettiğimizde, bu küresel güç olduğunu iddia eden ve kendi “emperyal hak çerçevesi”ni kurup, meşruiyetini öyle veya böyle baskılayarak, ulus devletlerin üzerine bir imparatorluk anlayışı ile çökerken, yeniden eskiye geri dönüş ile imparatorluk yönetim şekline dönülmüş olunmuyor mu? Bu anlayışa sahip zihniyet kimi toplumlara “demokrasi vaadi ile” sızarken, kendi yozluğundan kaynaklı gerçek “demokrasi” kavramıyla çelişmiyor mu? Bu durumda kim dürüst kim sahte oluyor?* * *
Ulusal egemenlik kazanımlarımız… Cihan İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti’ne doğru seferimizde halkımızın verdiği istiklal ve istikbal mücadelesini düşününce, elbette “İnkilâb Enstitüsü” Profesörlerinden Dr. Mahmut Esat Bozkurt’un objektif ve duru hatırat anlatımını tercih ettim ve büyük üstad Bozkurt’un “Atatürk İhtilali” eserine başvurdum:
“Biliyoruz ki, Napolyon Bonapart 1798 yılında Mısır’a giriyordu. Türkiye ile Fransa arasında şiddetle bir muharebe başladı. Kuvvetlerimiz toplanıp yetişinceye kadar Napolyon Akkâ önlerine geldi. Kaleyi kuşattı. Kale Kumandanı Cezzar Ahmet Paşa idi. Napolyon Fransızlara, Cezzar Paşa da Türklere bizzat kumanda ediyorlardı. Fakat Fransızlar kaleyi bir türlü ele geçiremiyorlardı. Ortalık leşlerle doldu. Kaleye girmek imkânı elde edilemedi. Bir aralık Napolyon, en cesur kumandanlarından Ceneral Bon’u askerinin başına geçirdi. Bütün umudunu ona bağlamıştı. Bon, Fransız askerinin önünde kılıcını sallayarak yürüdü. “Hurra!” sesleri içinde kaleye hücum etti. Cesetlere basarak duvarlara tırmanmaya başladı. Çok kanlı bir kavga oluyordu. Top tüfek sesleri, kılıç şakırtıları, insan bağrışmaları ortalığı çınlatıyordu. Kale kanla sulanıyordu. Fakat içeri girilemiyordu. Bir aralık, kalenin mazgal deliklerinden kızgın katranlar dökülmeye başlandı. Bir kazan katran Ceneral Bon’un başına düştü. Bon kapkara bir suratla duvara yapışıp kaldı. Napolyon hâlâ “Si J’ouvre Jean d’Acre, J’ouvre l’Asie” (Akka’yı alırsam Asya’ya girerim) diye bağırıyordu.
Fakat ne Akkâ’yı aldı. Ne de Asya’ya girebildi. Yalnız kapkara suratıyla kale duvarlarından kendisine bakan bir ceneral bıraktı.
Türkler böyledir. Memleketlerine izinsiz saldıranların ya başlarını taşla ezerler. Yahut da bu gibileri kapkara bir suratla dünyaya teşhir ederler. Türk illerinde gözü olanlar, gözlerinin çıktığını istemiyorlarsa tarihin bu olayları kulaklarına küpe olsun.
Napolyon’un ordusunu veba kasıp kavurmaya başladı. Napolyon’un bütün umutları suya düştüğünden Mısır’a çekilmeye karar verdi. Akkâ önünden ayrılırken “On peut tuer le Turc, mais on ne peut pas le vaincre” (Türk öldürülebilir, fakat yenilemez) diye haykırmıştı.1
Bu sözü o güne kadar ömründe yenilmek nedir bilmeyen dünyanın en büyük kumandanı söylüyordu.
Deve kasabı, Napolyon’u yenmişti.2
Ne yazık ki, Napolyon gibi bir harp dahisini yenen Türkoğlu Türk Cezzar Ahmet Paşa’nın heykelinden geçtik bir mezar taşı bile yok!”3
* * *
“Bir gün Gümüşhane Mebusu, eski Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey’den öğrendim ki, Birinci İnönü Muharebesi’nde kullanılan toplarımızın kama ve kundakları ithiyaç ve zarurete binaen gürgen ağacından yapılmış imiş.
Yine bir gün eski mebuslardan rahmetli Suphi Paşa ile görüşüyordum. Bir aralık İstiklâl Savaşlarından söz açıldı. Suphi Paşa, dedi ki: “İnönü Muharebesi’nde düşman fazla yaklaşmıştı. Süngü taarruzuna kalkmak lazımdı. Kumandanlardan biri bana askerin bir kısmının süngüsüz olduğunu söyledi. Ben şu karşılığı verdim: Mehmetçiklerin belleri kuşaklıdır. Yerde taştan çok bir şey yoktur. Kuşaklarına taş doldururlar. Ve süngü yerine kullanırlar. Öyle yaptılar. Muhaberebe meydanında düşman ölülerinin birçoğunun başları taşla ezikti.”
Şuracıkta tarihi bir savaşın kahramanca geçen bir yanını anıyorum. Yersiz olmaz sanırım. Çünkü dar zamanlarda harikalar göstermek Türk âdetlerindendir.”4
Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali kitabında Sayfa 411-413’de Altıntaş Muharabesi’ni anlatırken, o günün maddi şartlarını, Türk askerinin giyim, kuşam ve techizat yokluğunu tasvir etmiş, manevi varlığını ise bakın hangi sözlerle anlatıyor:
“…Fakat duruşu muntazamdı. Tüfeği usulünden sıkı tutuyordu. Gözlerinde öç alma gününü bekleyen kıvılcımlar yanıyordu. Sanki vatanın, Türk milletinin bu genç yavruları yalın ayak, başı açık Tanrı’nın önünde hürriyet, istiklâl diye bağrışıyorlardı.”
Ve kitapta Bozkurt şöyle devam ediyor ve soruyor:
“Böyle bir elanla, böyle bir azim ile, böyle bir inançla hürriyet, istiklâl kavgasına koşan bir milleti kim durdurabilirdi?
Karısı, erkeği, ihtiyarı, hatta kundaktaki çocuğu, istiklâl uğruna bu kadar ayaklanmış bir milletin, Türk milletinin önüne nasıl düzülüyordu. Bunun önüne gerilmek nasıl mümkün olurdu?
Böyle bir manzaraya Hak da âşık olur?
Şair Hüseyin Rıfat’ın Ankara’da Atatürk anıtının yanı başında, omzunda gülle taşıyan çarıklı köylü bayan için yazdığı basılmamış bir şiirini burada anmak isterim.
Sabanı ardında bakır çehreli, kır saçlı kadın
İçi kevser gibi ayran dolu bakraçlı kadın;
Kükremiş kaplana binmiş eli kırbaçlı kadın;
Kim bu omzundaki gülleyle koşan taçlı kadın!
Gün gelir titremeden hiç, gece gündüz dolaşır;
Siper ardındaki evladına cephane taşır;
Ona bilmem ki ne ad verse bu millet yaraşır?
Kükremiş kaplana binmiş eli kırbaçlı kadın!
Can verir yerde yatan oğluna tatlı nefesin!
Sızlayan her yaraya sargı olur ince sesin
Sen de bil kendini ey sevgili kimsin ve nesin
İçi kevser gibi ayran dolu bakraçlı kadın!
Sen doğurdun şu at üstündeki arslan yiğidi!
Her gören, her gelen “Türk anası işte!” dedi;
Gülecektir senin oğlunla bu millet ebedi
Çelik omzundaki gülleyle koşan taçlı kadın.”
Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir vatan ve bağımsızlık savunmasında bulunan tüm yüce kahramanlarımız; bebesiyle, genciyle, anası, babası, ninesi, dedesiyle… Tek yürek olup gerçekler üzerine, yaşayarak, mertçe yazmışlar bu şanlı tarihi… Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’de vurguladığı gibi: Muhtaç oldukları kudreti, damarlarındaki asil kandan alıp ne bedeller ödeyerek hak mücadelesini vermişler.
Bu nedenle anamınızın ak sütü gibi helâl bize bu Bayramlar… Dünyaya nefret değil, barış ve sevgi eken mert ve dürüst bir ecdadın nesilleri olarak gururluyuz. İstiklâlin neferlerine yani istikbâlimize armağan olan; 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız bu vesile ile kutlu olsun, kutlu kalsın…
Kaynakça:
1 Cevdet Paşa Tarihi
2 Cezzar, deve kasabı demektir.
3 Atatürk İhtilali I-II, Mahmut Esat Bozkurt, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2003, Ek: 2, s. 409
4 Atatürk İhtilali I-II, Mahmut Esat Bozkurt, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2003, Ek: 9, s. 420