Peru’daki başı dumanlı masalsı dağların arasında saklı Machu Picchu, Güney Amerika seyahatimin bende önemli izler bırakmasını beklediğim bir noktaydı. Televizyonun tek kanal ve hemen sonrasında seyredilebilir olduğu yıllarda, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen belgesellerde gördüğüm bu yeri görme duygusu bende hep heyecan yaratmıştı. Çocukluk hatıralarımın uçuk araştırmacısı Erich Von Daniken’ın meşhur kitabı “Tanrıların Arabaları”nda da bahsi geçen bu yer, gizemli bir nokta gibiydi.
İnka Yolu (Inca Trail)…
Bu dağa Cusco Bölgesi’nden 4-5 günde yürüyerek, kamp yapılarak gelinen uzun bir rota var. Yıllardır yapılan bu rotaya “İnka Yolu” anlamında “Inca Trail” deniyor. Değişik paketler halinde sunulan bu yürüyüşler için uzun zaman öncesinden rezervasyon yapıyorsunuz. Bu kısmî maceraya 2013 itibarıyla 500-1500 dolar arasında değişen bir bütçe ayırmanız gerekiyordu. Günümüzde bu turlar, makyaj yapılmış yeni pazarlama stratejileriyle 2500 dolara kadar uzanıyor.
Benim yolum…
Ben böyle bir turu seçmemiştim. Önce minibüs, ardından tren yolu yanından yürüyerek son köye geliş ve dağa sabah yürüyerek çıkacaktım.
Cusco’dan bindiğim minibüsle bir hidroelektrik santraline geldik. Oradan da Urubamba Nehri’ni takip eden harika doğa görüntüleri eşliğinde tren yolu boyunca yaklaşık üç saatlik bir yürüyüşle Aguas Calientes’e ulaştık. Bu yürüyüşteki manzaralar, daha Machu Picchu’ya gelmeden beni mest etmişti. Aguas Calientes, “Sıcak Sular” anlamında bir İspanyolca tamlama ve dağların tepesindeki tarihi kente çıkılmadan önceki son konaklama noktası. Doğal sıcak su kaynaklarının bulunması nedeniyle bu adı almış. 2013 Mayıs ayının ortasında bile gözünü para bürümüş, çirkin turizmin elini atarak doğallığının bozulduğunu hissettiğim bir kasabaydı. Bugünleri düşünmek bile istemiyorum.
Aguas Calientes’den Machu Picchu’ya, geceden sabaha…
Aguas Calientes’deki hostelden zifiri karanlıkta çıktığımızda saat 04.30’du. Machu Picchu’ya yükselen patikalardan önce Urubamba Nehri üzerinden geçeceğimiz köprünün önünde bekliyorduk. Saat 05.00’da kapıları açılan köprüden geçip kadim dağa doğru yükselen dik patikalara yöneldiğimizde çok mutluydum.
Görece zorlu “İnka Yolu” kadar uzun ve meşakkatli olmasa da Machu Picchu’ya uzanan bu son etapları yürümek istemiştim. Yaklaşık 1,5 saatlik tırmanış çok zorlayıcı olmasa da fiziksel bir direnç ve bu kuvvette süreklilik istiyor. Ara ara durup etrafa baktığımda, alacakaranlıkta hissedilen sis aşağıdaki nehri ve zaman zaman da çevredeki tepeleri görmeye engel oluyordu. Kısa molalarda suyumu içerken sis ve pusun arasından yavaş yavaş ışıklarını bize ulaştıran güneş, çevrenin üzerindeki perdeyi yavaş yavaş kaldırıyordu. Hayâl meyâl görünen bulutlar belirginleşmeye başlıyor, görkemli dağların şekilleri, aşağıda uzanan Urubamba Nehri, yavaş yavaş küçülmüş Aguas Calientes’in sokak lambalarına bakarken sükûnetli bir coşku içindeydim. Kıvrıla kıvrıla uzanan yollar anbean daha belirginleşiyordu. Gerçekten masal gibi bir görüntü vardı bu ortamda.
Güney Amerika deyince sanki sürekli bir tropik bölgede olacakmışım hissi vardı. Oysaki Güney Amerika’da birçok yerde soğuk havayı epey deneyimledim. 2013 Mayıs ayı Güney Yarımküreye yavaş yavaş gelen kışın müjdecisiydi. Yer yer nefes nefese kaldığım dik yamaçlardan, kayalara oyulmuş veya taşlarla yapılmış orantısız merdivenlerden tırmanır gibi yapılan yürüyüşle yukarıya çıkarken terden sırılsıklamdım. Bitmeyecek gibi bir duygu veren yürüyüş, kadim kente varmadan önce karşımıza çıkan yolun son dönemecine vardığımızda artan kalabalıkla, girişe ulaşmaya az kaldığını müjdeliyordu. Önlerde yerimi alıp ilk girenlerden olmak istiyordum.
Bu sırada fabrikalara personel getiren servisler gibi ardı ardına gelen otobüslerden inenlere bakıyordum. 1911’de Amerikalı Hiram Bingham tarafından bir yerli çiftçinin yardımıyla keşfedilen ve yüzyıllar boyu üzerini örten bitki örtüsü altında kaybolan bu son derece bakir yeri de maddi kazanç kapısına döndürüp, mahvetmeye uğraşıyordu modern insan.
Masalsı Machu Picchu’da…
Machu Picchu’da harika iki gün geçirdim. Doya doya bu kadim kenti gezdim. Her yerinde yürüdüm, oturdum, kayalara, ağaçlara, lamalara dokundum. Hayâl ettiğim kadar güzeldi. Yandaki küçük dağ Wayna Picchu’ya çıkmayı istemedim. İlerleyen yaşla beraber gelen yükseklikten tedirginlik benim de değişmeye başladığımı anlatıyordu.
Pachamama kayasının önünde Avrupalı gezgin kadınlara şaman ritüeli tarzında eğitim veren adam bana hiç de şaman gibi gelmemişti. Bölge doğal hali ve üzerindeki yapılarla zaten çok etkileyiciydi. Ama her adımda para için her şeyi yapma şuursuzluğunu gördüğümden bu şamanik görünümlü sahne sahte gelmişti bana. Bu etkilerden soyutlanıp sadece yapılara ve doğaya odaklandığım anlardaki içten gülümsemelerim fotoğraf karelerine yansımış. Doya doya gezdikten sonra çıkışa yöneldim. Her gün 16.00 civarında bu kentten ayrılmak zorundasınız. Bu günlük girişin bilet bedeli o zamanlar 45 dolardı. O saatten sonra Machu Picchu kapatılıyor ve akşam alanda kimsenin kalmasına izin verilmiyor. Oysa muhteşem olurdu gece orada çadırda kalmak.
Hayâllerim sahiden gerçekleşmişti. Masum duygularım tatmin olduktan sonra biraz daha sakince bakınca biraz buruldu içim. Mevcut şehirleşmeden uzak bu doğal bölge için bile yaşanan materyalist değişimler dikkatimi çekiyordu.
Değişen fiyatlarla Machu Picchu…
Burada bazı maliyet bilgileri vermek istiyorum. Önce giriş ücretiyle başlayalım. En az bir gün öncesinden alınması gereken bilet 2013 yılında 45 dolar iken bugün 60 dolara çıkmış. Benim gittiğim zaman Aguas Calientes-Machu Picchu ören yeri girişi arasında gidiş-geliş otobüs bileti 8 dolar iken bugün 16 dolara yükselmiş. Cusco’dan Aguas Calientes’e İngiliz tren şirketi “Peru Rail” ile gidiş-geliş 120 dolar iken bugün 160 dolara kadar çıkmış. Ürün çeşitlendirmeleri de eklenmiş bu rotaya; Panoramik Tur, Turist Turu, “Inca Rail”, Lüks Tren gibi seçenekler türetilmiş.
Yollarda değişen algılar, değerler ve fiyatlar…
Yollarda değişen algılar, değerler ve fiyatlar…
2013’ün başında yaptığım Güney Amerika serüveni dört ay sürmüştü. Ardından Küba’da geçen bir ay ve daha sonra Balkanlar’da unutulmaz anılarla dolu, büyük keyif aldığım arabayla yaptığım iki ay süren 10.000 km’lik tur, 2,5 yıl süren Avustralya, Yeni Zelanda, Fiji’yi kapsayan Okyanusya ile Bali’den başlayıp kuzeye doğru uzanan Endonezya, Singapur, Malezya, Tayland, Kamboçya, Vietnam, Myanmar, Laos’u içeren Güneydoğu Asya gezisi. Araya girmiş Norveç, Almanya, Gürcistan, Azerbaycan ve İran gezileri…
Sonra eskiden de olan grip hastalığı ve salgını, yine son zamanların uyuşturulmuş beyinlerine hitap eden dünya çapında kapsamlı ve teşkilatlı bir sunumla, ilk kez insanlığın karşısına çıkmış gibi pazarlandı. Bir de ecnebi adıyla Pandemi olarak söylenince daha havalı oldu. Bu durumda ilk saçma akut süreci büyük bir disiplinle evde geçirsem de sonrasında Türkiye içinde gezdim. Maalesef, en ücra Anadolu kasabasında bile bu şuursuzluğun etkilerini gördüm.
Gezme süreci sonrası değişim ne getirmeli?
Gezmek benim için özünde, öyle keyfe kaykılarak, ayrıntılı planlarla kısıtlı zamanlarda yapılacak ticari proje yaklaşımlı bir olgu değil. Yaşarken ve yollarda karşıma çıkanlarla şekillenen bir öğrenme süreci. Tabii ki bu herkese kısmet olmayabilir. Bu benim anlayışım ve bana bu şekilde yaradı. Yaşam denilen süreç, şimdiki bana göre, şuurlu olarak deneyimlediklerimizle anlam kazanıyor. Uzun seyahatler sonrası aynı kalmayı başarabilmek bir nevi körlüktür.
Peki bu değişim ne getirmeli? Huzur mu, mutluluk mu, eğlence mi, şuur mu? Seçim insanın arzu, yetenek, beklenti, şans ve kapasitesine kalmış.
Benim anladığım ve hissettiğim, kendi çığlığında sağırlaşan insanlık.
Machu Picchu mu? Onu da bir ara ayrıntılı anlatırım.
Saygı ve sevgilerimle.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.