Muhacir…
Bizim ailemiz bir asrı aşkın süre önce yurda dönen muhacir kökenli bir aile. Muhacir, Osmanlı İmparatorluğu Dönemi sonlarından itibaren Balkanlar'dan mecburi göç yaşayıp Anadolu'ya gelenlerin genel adı diyor sözlük tanımlaması. O yüzden göçmenden daha farklı bir anlamı var kendini muhacir olarak tanımlamanın.
İki, üç nesil ötemiz Deliorman, Kırcaali, Selanik, Gümülcine’den, gerisin geri tekrar Tekirdağ, Ankara, Sivrihisar ve Kırıkkale’ye gelenlerden oluşuyor. Hayal meyal hatırlamaya başladığım anlardan itibaren dinlediğim aile sohbetlerinde Balkanlar’dan gelmiş atalarımıza ait anekdotlar, masal gibi hikâyeler var aklımda. Bir de söylenişi bile Balkan kökenlilere özgü “Böörek”ten başlayan yemekler, mutfak alışkanlıkları ve benzerlikleri.
Bunların beni Balkan gezimde nasıl etkileyeceğini bilmeden 2014 Temmuz sonunda genelde sevdiğim gibi plansız bir geziye yelken açmıştım. Önemli bir farklılık bu geziye arabayla gitmem olmuştu. Gri renkte olsa da Kara Şimşek adını verdiğim 14 yaşındaki, LPG’ye dönüştürülmüş, kasetçalarlı, ufak tefek arızaları olan Renault Megan ile çıktığım Balkanlar gezisinin iki ay süreceğini, bu gezinin hayatımda çok güzel duygular uyandıracağını beklemiyordum açıkçası. Ama arabayla Balkanlar hayatımdaki en keyifli gezilerden biri olacaktı.
İlk Durak Bulgaristan, Filibe, Veliko Tarnovo, Sofya…
Günümüzde adı Plovdiv olarak geçen Filibe ilk durağım oldu. Babamın anlattığı öykülerden Bulgar Polisi ve insanının Türk plakalı arabaya olabilecek rahatsız edici davranışları ve tepkilerinden kısmen çekinerek başladığım yolda adım adım rahatlamıştım. Filibe’de harika bir başlangıç yaşadım. Bulgar gençlerinin İngilizcesi’nin düzgünlüğü ve aynı ölçüde global dünyaya teslim oluşları beni şaşırtmıştı.
İlk gece bulduğum bir çorbacıdaki harika işkembe çorbasından başlayan ve diğer bir çok alandaki benzerlikler beni tebessüm ettiriyordu. Yol kenarındaki seyyar tezgâhta yediğim köfteler harikaydı. İki otostopçu genç sevgiliyi alıp Sofya’ya girerken kasetten yükselen Füsun Önal’ın “Senden başka” şarkısını birlikte söylerkenki neşem, yüksek ateşle hostelde yatarken düşse de bana sabaha kadar bakan, çamaşırımı değiştirmeme yardım edip, suyumu, çayımı veren Bulgar gencini de hiç unutmayacağım.
Sırbistan ve Emir Kusturica…
Sırbistan, “Güney Slavları Ülkesi” anlamındaki eski “Yugoslavya”nın bir parçası. Sofya sonrası Niş’deki hostelimde müslüman olduğum için bana söyledikleri peynirli börek ve Sırp ev sahiplerimin sevgi ve saygısı aklımda yer etti. Gezdiğim yerlerin sinemasını ve sanatını da gezi planımın içine koyuyorum. Bu o bölge algısının daha derin ve anlamlı olmasını sağlıyor benim için. Bu sırada da eski Yugoslav sineması ve tabii ki Emir Kusturica’nın filmlerini dizüstü bilgisayarımdan izlerken, karşılaştığım insanlar ve havasını soluduğum bu yerleri daha derinden hissediyordum.
Niş sonrası Çaçak, Mokra Gora’dan Bosna Hersek’e Saraybosna’ya geçtim. Bu rotanın bölünmüş bir Yugoslavya’dan geçtiğini de gözlemlemeye başladım, “Bosnia Herzegovina, Republic of Srpska” gibi bir levha da bölünmüşlüğü perçinliyordu. Global dünya planı çerçevesinde birbirine karşı kışkırtılmış Boşnak, Sırp, Hırvat, Arnavut, Sloven ve daha başka bir çok grubun bu bölünmüşlükten nasıl kötü etkilendiğini yoldaki her adımda görecektim. Kısa bir Visoko ziyaretinde dünyanın en büyük piramidi söylencesini görüp Sırbistan’a döndüğümde özgün ve harika Guça Festivali sonrası Rakiya’dan yarı baygın halde Belgrad’a varmıştım. Osmanlı izleri barındıran binalar ve isimler arasında dolaşıyordum her adımda. Kale Meydan’dan Tuna ve Sava’nın kucaklaşmasını izleyip kuzeye ilerledim. Novi Sad’da Tuna’nın akışına ters yüzdüğüm plajı unutmam mümkün değil.
Budapeşte, Bratislava ve Viyana…
Rastlantısal rotamda gezinin orta ve Doğu Avrupa denebilecek duraklarına yönelmiştim. Viyana kapılarına dayandığımda daha da kuzeye gitmek varken Balkanlar’a ve Akdeniz’e dönmek beni çekmiş ve atalar misali Kara Şimşek’in rotasını güneye Slovenya’ya çevirmiştim. Ljublijanalı arkadaşım Rok “Siz Türkler Viyana’dan ileri gidemiyorsunuz galiba” dediğinde tebessümle tarihi düşünüyordum.
Çorba ve Köfte’den Gulaş ve Şnitzel’e…
Bu arada her müzede ve tarihi yerde Osmanlı izleri vardı. Edirne’den çıktıktan kuzeye doğru ilerlerken bu izler azalarak da olsa devam ediyor, “bizim topraklar” hissi içimde her adımda değişik şekilde yer ediyordu. Tarihin parçalayıcı zalim etkisinin yanında, birbiriyle kaynaşmış kültür bileşenlerini izlemek, deneyimlemek farklı duygulara neden oluyordu. Edirne’den Viyana’ya uzanan yolculuğumda yavaş yavaş Türk ve Osmanlı izleri yok olmaya başlamış ve artık Avrupa’ya gelindiği duygusu oluşmuştu bende. O sırada bu geziyi bir seyahatnâme olarak yazarsam adının Çorba ve Köfte’den Gulaş ve Şnitzel’e olması bana çok anlamlı gelmişti.
Slovenya, Hırvatistan, Karadağ…
Avrupa kapısından döndükten sonra dağılan Yugoslavya’nın en Avrupalı olan grubu Slovenler ile tanışacaktım. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda buralarda savaşan birliklerinin öykülerini dinleyerek, fesli askerlerin, Osmanlı birliklerinin fotoğraflarını izleyerek tarihi yıkıcı hale getiren anlaşmazlıkların izlerine ibretle bakıyordum. Ljubljana’da harika bir irmik helvası kendimi tekrar yurt topraklarında hissettiren bir ayrıntı oluyordu. Adriyatik sahili Zadar, Split, Dubrovnik Hırvatistan’ı anlatıyordu. Mekân olarak Türk sahillerine yakınlıkları ile birlikte sevimli farklılıkları merakla deneyimliyordum. Hızla geçtiğim Karadağ’da açık yüzme havuzlarında çalışan sutopu takımları aklımda kaldı. Balkanlar'da gezmek Dubrovnik öncesi Mostar bölgesi… Dubrovnik’e geçmeden önce gittiğim Mostar ve çevresi tekrar ciddi biçimde Osmanlı topraklarında duygusu verirken ilk kez o bölgede “Sarı Saltuk” ile tanışıyor, bu dervişin sayısız türbesini görüyor, ruhani hayatın tarihle karışımını ve etkisini gözlemliyordum. Kravica Şelalesi’nin yakınında içtiğim çay, yürüdüğüm sığ sular içime ferahlık veriyordu. Mostar’daki rahmetli Özbeyin Aksoy’un muhteşem Türkçesi’ni ve ağabeyi Nejat Abi’nin pekmez kaynatırken bana anlattıklarını unutmam mümkün değil. Birçok kitap okunsa bu denli içselleşen bilgi edinilmesi zor olur. Yugoslavya’nın gençlik kamplarını, yollarda gördüğüm tünellerin onlar tarafından bu kamplarda yapılma hikâyesini, bu kamplarda tanışıp evlenen değişik kökenli grupları, birleşik Yugoslavya ordusundaki askerlik anılarını, Tito’nun Atatürk ilgisini, Sırpça yazılmış 1939 tarihli “Mustafa Kemal’in Türkiyesi” kitabını ve daha onlarca konuyu unutmam mümkün değil. Arnavutluk… Dünyanın birçok ülkesini gezdim ancak Arnavutluk’ta hissettiğim güvenlik tedirginliğini pek yaşamadım. Çılgın bir trafik düzensizliği, insanların yaşadıkları ve belki de hissetmeden yaşattıkları tedirginlik Arnavutluk hakkında ilk aklımda kalanlar. Bol bol İtalyanca konuşulması ve yıllarca süren baskı rejiminin ve kapalılığın etkilerini hissettim orada. Türk olmanın verdiği rahatlatma da deneyimlediklerim arasında yerini aldı. Arnavut kökenli tanıdıkları düşündüm. Sabah saat 10’larda kahvelerde başlayan rakı ve kahve içimi muhabbetleri ve sayısız Osmanlı iziyle birlikte yürüdüm o yollarda.
Kosova, Makedonya ve Yunanistan…
Yoğun bir Türk izi de Kosova’da beni karşıladı. Tekrar “bizim topraklar” demekten kendimi alamasam da diğer etnik gruplarla yaşanan çatışma ve anlaşmazlıklar buradaki hikâyeme notlar koydu. Prizren’de Yugoslavya zamanının gazetecisi Mehdi Cibo’dan birleşik Yugoslavya’yı dinledim. Ailelerin birbirine ve dinlerine bağlılığını gözlemledim. Üsküp de beni Osmanlı izleriyle buyur etti. Yunanistan da birçok benzer izle beni karşıladı.
Tarih kitabı okur gibi bir Balkan gezisi…
Bu yazıda Balkanlar’ı hızla dolaşsak da toplamda iki ay süren bu gezi yıllarca ailemden duyduklarımın sağlamasını yapma ve Balkanlar’la olan köklerimi gözden geçirme fırsatı veren harika bir süreç oldu.
Doğu’dan batıya, Avrupa’ya uzanan bu coğrafya, kullandıkları diller, fizyonomileri, jestleri, mimikleri, hareketleri, duygularıyla bana çok şey anlattı. Yemekleriyle örf ve ananeleri ile birbiriyle karışmış, zaman zaman bu karışmaya direnmiş, birbiriyle ters düşmüş, Atatürk’ten esinlenmiş Tito’nun zamkıyla bir arada harika yıllar geçirse de Tito’nun ölümü sonrası dağılmış Yugoslavya. Dağları, nehirleri, yeşili ayrı güzel Bulgaristan, Slovenya her adımda ayrı bir zevk verdi bana.
Eğer hâlâ gitmediyseniz global dünya, tüm izlerini silmeden yolunuzu Balkanlar’a düşürmenizi öneriyorum. Kökleriniz buradan olmasa da çok değişik bir kitap okur gibi bir ruh hâli içinde olacağınızdan eminim. Fırsat varsa bu geziyi arabanızla yapın ve içinizden geçen her yola sapın. Merak etmeyin yollar hep doğru yere çıkacak.
Sağlık ve sevgiyle kalın.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.