2013 harika bir gezi yılı olmuştu benim için. Güney Amerika’da özgür ve rüya gibi bir 4 ay geçirmiştim. Babamın çok ciddi bir rahatsızlığı nedeniyle geziyi kesip geri döndüm. Döndüğüm gün “Gezi” dayanışmasına müdahaleler ve olaylar başlamıştı. Güney Amerika’dan, oraların zamanında yaşadığı özgürlük rüzgârıyla gelmiştim sanki.
Rüya gibi bir gezi ve bu gezinin yazılmış kitabı…
Babamın hayati tehlikesi geçer geçmez, Güney Amerika yollarındaki 120 günün kitabını yazmaya başladım. Bir yıla yakın, inziva içinde, tam zamanlı aralıksız çalışmayla biten kitap, 11 kez yeniden okuma, düzeltme sonunda 511 sayfaya ulaşmıştı.
Yazma, gezmekten daha baş döndürücü bir süreç hâlini almıştı. Yarattığım eser ile çok mutlu ve heyecanlıydım. Türk basın yayın sektörü, radyoları ve televizyonlarının beni beklediğini sanıyordum. İlk yazdığım yazı “Che’nin Son Adımı, La Higuera”, Hürriyet’in Seyahat ekinde tam sayfa ve kapak olarak yayımlanınca her şeyin yolunda gideceğini sanmıştım.
Hayâl kırıklığı ve üzüntü…
Gezerken ve yazarken aldığım keyif, kitabımın yayımlanması beklentisinin gerçekleşmemesi üzerine bir hayâl kırıklığına dönüştü zamanla. 511 sayfalık tuğlanın altında kalmıştım. Bu süreçte çok da kolay pes etmedim. Radyo programları yaptım. Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED)’nin Boğaziçi dergisine ve daha birçok yere yazdım. Derneklerde, okullarda konuşmalar yaptım. Ama bir şekilde kitabın kaderi beni üzmeye devam ediyordu. O sırada algıladığım bir başka durum ise, modern denilen insanın, içine hapsedildiği zamansızlık içinde şuur dışı yaşamasıydı.
Zamansızlık başta olmak üzere birçok olguyu tekrar düşünmeye başladım. Aradan geçen 8 yıl, hayatımda kısmi bir uyanıştı. O sıradaki hayâl kırıklığımın, olgunlaşmama yardım eden bir süreç olduğunu şimdi açıkça görüyorum.
2014 yılında yazdığım bir denemenin bir özetini aşağıda paylaşıyorum:
Telefon yüzünüze kapatılır, meşgule düşürülür ve bir iki saniye sonra mesaj gelir. “Toplantıdayım. Sizi daha sonra arayacağım.” Üzüntü verici bir durum. Acınacak dense belki daha doğru sanki.
Bu anglosaksonvari yanıtlar, katlanmak zorunda bırakılan acımasız kapitalist zamansızlığın içinde eski duyarlılığını göstermeye çalışanların bir çabası. Sıkıcı sorumluluk gösterileri. İnsani yanın her dakika azaldığı sahte yakınlığın ve bireyselliğin yükseldiği bir ortamdaki “Çok yoğunum, ama elimde yüzlerce iş varken bile sana yanıt yazıyorum” göndermesi.
Telefonu yüzünüze kapatma misali meşgule düşürme sonrası mesajın Türkçe olanı Türkiye içinde faaliyet gösterenler tarafından seçilirken, seçkin I-Phone ekibi, kalitesi ve yabancılaşmasıyla mütenasip bir Anglosaksonca mesajı tercih ediyor, “can’t talk right now. I’ll call you later”.
Nefes aldırmaz bir yoğunluk ve mazeretler…
Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz ya da benzer açıklamalar yapılıyor.
Kapitalizmin illüzyon (yanılsama) olarak kullandığı diğer büyük kurgularda sevgiye dayalı yarış ekonomisi, güler yüz gösteren bir korku filmi kahramanı gibi.
Evlilik ve çocuk olunca, boğaza kadar batılmış vaziyetteki vahşi ekonomik düzen içinde bu zorunluluklardan kaçış yok gibi görünüyor. Bu durum ezici bir hapislik olarak tanımlanınca da sıkıntı başlıyor, çünkü kimse boy aynasındaki görünümüne bakmak istemiyor. Rahatsız oluyor bu hâli görmekten. Bu durumda da görmezden gelme ile birlikte mazeret üreterek kendini rahatlatma çabaları başlıyor. Ne yapsın ki? Bu yaşam formu içinde yaşayıp, ona karşı gelerek veya sadece sırf bu doğruları görmek adına mutsuz mu olsun?
Okullardaki eğitimlerin işe yaramadığı, asıl sahnenin piyasa olduğu safsatası dillerde. Hem bilimi hem de eğitimi yalancı duruma düşürüyormuş gibi gösteriyor bu yaklaşım. Hatta bu sahte oluşumları istatistik denilen sihirli rakamları işine geldiği gibi okuma ve anket denilen diğer manipüle edilmiş yöntemlerle bilimselmiş gibi gösterme gayretleri. Politikanın kültür yoksunu ortamda uygulanmasından kaynaklanan seviyesizleşme ile birlikte popülizm durumlarını hiç irdelemeyelim.
Telefon konuşmasına zaman ayıramaz hallere gelinen bu denli yoğunluk niye? Biraz “kendine vakit ayır” dendiğindeyse yanıt belli “Eee sorumluluk, eve para gelmesi lazım. Ekmek parası.”
Ekmek parası…
Ekmek parası ha!? Hep aynı terane. O nasıl bir ekmektir ki? 1000 tane Güliver yese doyar, ama işte o ekmek için koşarak kıyma makinesine giriliyor. Ne okunan “1984”ler kafi geliyor ne sosyal eşitlik değerleri ne paylaşım ne etik ne de başka değerler. “Altta kalanın canı çıksın” çocukluğumuzda bir oyun sözü iken, büyük yaşlarda oynadığımız oyunların gerçeği oluyor. Ve altta kalana bakılmıyor bile. Mazeretlerle yürekler, ruhlar rahatlatılıyor.
Kıyma makinasından geçip sağ kurtulanlarda, bu boğucu süreçlerden çıktıklarında hep aynı “Hayatı kaçırmayın” teraneleri. Yetiştirdiği yeni kapital patron yamağı ile karşılaştığında, sahte sohbetler genelde. Bu kez sohbette roller değişmiş. Eski yamak, yeni sanal patron karbon kopyası (CC), bir zamanlar eski amirinin öğrettiği şekilde, tebessümle onu izliyor. Hatta çok saygılı pozlarda sırtını sıvazlayıp yolluyor. Babalarına yaptıklarını oğullarından gören babalar misali ardına bile bakmadan ayrılırken, “Bunu ben mi yarattım?” diye sormak için çok geç olduğunu biliyor eski CC. Biliyor ama gerçekler rahatsız edici. Hemen geleneksellik ve dogmanın içine kendini atıp “Şükür bugünlere de” diyerek “check-up” tarihi almak için “… Hospital”e girerken “hiç olmazsa imkânım var” diyerek avunsa da, makinanın ömrünün belli olduğunu biliyor. Bu kadar gergin bir hayat yaşamasaydı genetik olmayan arazları da baş göstermeyebilirdi en azından.
Yeni patron konumuna oturanlardaysa hızını alamayıp, çıtayı kendinden öncekinin daha yükseğine taşımak diyerek vahşi kapitalist akışa kapılıp, performans değerlendirmeleri yapmalar, daha az zamanda daha çok iş istemeler, “seni anlıyorum ama burada da yapılması gereken bir iş var” söylevleri. Peki ya içgörü? Vicdan? Özeleştiri? Samimiyet?
“Sen de abartma. Dünyanın sistemi bu!” diyenleri duyar gibiyim. Diyedursunlar. Aksinin kabulü kendi yaşadıklarının inkârı olacağından, sisteme uyuyorlar. Zira sisteme uymayanın ne hâle geldiğinin örnekleri ortada. Altından arabası alınmış, artık Kanarya Adaları’na tatile gidemeyecek, çocuğunun Viyana’da okurken ailece hafta sonlarında onun yanında olamayacağı veya şirket kartı ile yaptıkları hovardalıkları yapamayacakları bir dünya düşünülebilir mi? Bu durumda çok önemli ve bitmeyen toplantılardayken, senin aramana cevap mı verecek?
Çözüm; al meşgule ve standart hale gelen mesajını hemen yolla. “Toplantıdayım. Sizi daha sonra arayacağım.”
Değişim ve öğrenme devam ediyor…
8 yıl evvel böyle düşünürken, yaşadıklarım başka şeyler de öğretmeye devam ediyor. Öğrenme, algılama, anlama ve özümseme zaman içinde değişerek gelişiyor.
Kitabı kimseye ihtiyaç duymadan e-kitap olarak yayımladım mesela. İnternette, “Güney Amerika’da 120 Gün” olarak arandığında ulaşılabilir bir kitabım var. Çeşitli platformlarda gezi öykülerimi, görüşlerimi paylaşmaya devam ettim. Radyo programları yaptım.
Her arandığında telefonu açmayanların sadece iş yaşamında kaybolanlar olmadığını, kişisel yaşantısında rahatsız edilmek istemeyenlerin ve her an her sosyal iletişime açık olmayı tercih etmeyenlerin varlığını da hayatıma giren eşimden ve yeni dostlarımdan öğrendim bu süreçte.
Bir de yaşamıma giren köpeğimiz Dido’nun nasıl bir öğrenme süreci olduğuna, aslında, uzun bir parantez açmak gerekir. Bir hayvanla ruhsal bir bağ kurmak, çok farklı, çok katmanlı ve ezberbozan bir deneyim. Hayvanlarla bu denli bağ kurmak da gezmek, okumak kadar kıymetli ve öğretici.
Bu hafta kendi iç dünyamda bir gezintiye misafir ettim sizi. Yakında tekrar yollara düşmek kısmet olsun istiyorum. Bir yandan da telefon gelecek diye ödüm kopuyor.
Sağlıcakla kalın. Saygı ve sevgilerimle.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.