18 Mart Deniz Zaferi neden çok önemlidir?

MDN İstanbul

’18 Mart, tarihsel anlamı benzersiz olan zaferlerimizin en önemlilerinden birisidir’ diyen Piri Reis Üniversitesi Denizcilik Tarihi Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdür Yardımcısı Vekili Öğretim Görevlisi Funda Songur, düşman güçlerine geçit verilmeyen 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’ni ve zafere giden yolu MarineDeal News için kaleme aldı.

18 Mart 1915 zaferini anlamak, o zamanın Osmanlı Devleti’ni ve içinde bulunduğu uluslararası ilişkiler sistemindeki devletleri anlamakla örtüşür. 18 Mart tek bir gün değildir; bu nedenle 19’uncu yüzyılın nasıl kapandığına bakmak ve 20’nci yüzyılın ilk çeyreği ile bağlamak oldukça gereklidir.

Türk toplumu askeri yönü baskın olan bir toplumdur ve kurduğu tüm devletlerde bu unsur açıkça görülmektedir. Osmanlı Devleti bunun bir istisnası değildi. Özellikle devletin her kademesinde çöküşün yaşandığı yıllarda modernleşme ihtiyacının farkına varılması ve ilk hareket noktası olarak orduyu ıslah etmek üzerinde çalışılması bundandır. Askeri kuvvetlerin eğitimi ve yeniden teşkili gibi tüm ıslah hareketleri 18’inci yüzyılın ikinci yarısında başlayarak ve gittikçe detaylandırılarak devam etti. 20’nci yüzyıla gelindiğinde Osmanlı siyasi olarak yakın olduğu devletin askeri teşkilat düzenini benimsemiş görünüyordu. Karada Alman etkisi sürerken, deniz kuvvetlerinde İngiltere’nin varlığı hissedilir ölçüdeydi.

Düvel-i Muazzama nazarında şark meselesinin baş aktörü olarak görünen Osmanlı Devleti, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısı itibarıyla isyan ve ayaklanmalarla kendi tebaasıyla sorunlar yaşamaya da başlayınca denge politikası kapsamında hareketlerine yön veren oldukça zayıf bir devlet konumuna geriledi. Öyle ki hem 93 Harbi hem de Balkan Savaşları’nın sonuçları için büyük güçlerin desteğini talep etmişti. 20’nci yüzyılın ilk yıllarında Kuzey Afrika’daki toprakları üzerinde oynanan oyunlarda İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan, Almanya ve Rusya ortak kararları kapsamında resmen birbirlerine Osmanlı topraklarına sahip olma izni vermeye başladı. Aslında sessiz kalarak bir diğerinin saldırgan tutumunu onaylayan her devlet, Osmanlı’nın bir başka toprağında çeşitli faaliyetlere girişiyor ve hak iddialarında bulunuyordu.

Avrupa devletleri arasında bloklaşmanın hiç hız kesmeden devam ettiği uzun yıllar içerisinde yaşanan çeşitli savaş ve krizler boyunca Türk Boğazları’na saldırı dahi düzenlenmişti. Trablusgarp Savaşı sırasında İtalya Donanması’nın Çanakkale Boğazı’na kadar geldiği 1912 yılı nisanı, buna karşın büyük güçlerin İtalya’yı uyarması, Balkan Savaşları karmaşası bunun son örnekleridir. Avrupa güçlerinin bloklaşması devam ederken dönem dönem Osmanlı’ya karşı ortak hareket ettikleri bilinmektedir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sadece bir buçuk yıl önce Osmanlı’yı büyük devletleri dinlemeye ve onların aldıkları kararları uygulamaya davet etmişler aksi halde toprak bütünlüğünün tehlikeye düşeceğini içeren bir nota dahi vermişlerdi.1

Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu ekonomik çıkmaz ise onun, borç aldığı Batılı devletlere bağımlı kalmasını destekliyor ayrıca tüm modernleşme çabalarında yabancı danışman ve askerlerin varlığı Osmanlı’yı daha da karşı konulmaz bir muhtaçlığa itiyordu. Bilindiği üzere Osmanlı’da ilk dış borçlanma, yüzyıllardır zaten süregelen mali bunalımına rağmen, Kırım Harbi ile başlamış, Fransa ve İngiltere tüm borçluluk süreci içerisinde en önemli iki ülke konumunda kalmıştı. Burada her iki ülkenin de gelişen kapitalizm kurumları içerisinde ihtiyaç fazlası olarak ortaya çıkan bir para varlığına sahip olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Osmanlı’nın aldığı borçlar sonrası onu yönetemeyecek duruma düşmesi neticesinde, devlet gelirlerini doğrudan borç verenlere dağıtmak üzere devlet içine giren yabancı el Düyûn-ı Umûmiyye kurulduktan sonra Almanya piyasaları da borç alınacak piyasalardan biri haline geldi. Böylece bahsi geçen emperyalist devletler kurumları aracılığıyla o dönemde örneği olmayan yüksek faizlere karşılık Osmanlı’da iyice kök salmaya başladı.2 Her biri verdikleri borçları ülkeye müdahale etmenin meşru aracına dönüştürdü. Hatırlanmalıdır ki buradan gelen borç yükü 1954 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenmeye devam edecekti.

Osmanlı iktisadi yapısının değişimi ve açık pazar haline gelmesi, Osmanlı sularında zaten fazla olan yabancı bandıralı vapurların sayısını artırmış ve kapitülasyonlar nedeniyle Boğazları kullanan yabancı gemi sayısı hem dış ticarette hem de kabotaj seferlerinde her geçen yıl artış göstermişti. Osmanlı’da bu işi yapanlar ise daha çok yabancıların güdümünde olan gayri müslim girişimcilerdi. Kapitalizmin varlığını derinden hissettirmeye başlamasıyla denizcilik önde olmak üzere gelişme gösteren tüm sanayi kollarında yabancıların ağırlığı hissedilir seviyelerdeydi.3 Kısacası devletin askerî yönden olduğu kadar iktisadi yönden de söz sahibi olmadığı bir durum ortaya çıkmıştı.

Yalnız Osmanlı değil tüm diğer devletlerin 19’uncu yüzyılda Batı Avrupa ekseninde dönüşümü kaçınılmazdı. Ekonomi koşullarını sağlamak yanında sosyal, hukuki, toplumsal dönüşüm devletleri modernleşme anlamında başarılı ya da başarısız kılıyordu. Osmanlı’nın son yüzyılına baktığımızda bu değişimin Tanzimat ile başladığına kuşku yoktur fakat Avrupa devletlerinden bağımsız milli irade ile gelişme bu süre zarfında yakalanamamıştı. İkinci Meşrutiyet’le birlikte başlayan ulusallaşma hareketleri, ekonomik temelin yaratılma çabası, hukuki zemine verilen önem, saltanatın sınırlandırılması atılımlarına girişilse de Birinci Dünya Savaşı ile son bulmuştu.

Tüm bu siyasi ve ekonomik zorunluluk ışığında dışarıda ortak güçlere karşı ayakta durmaya çabalayan Osmanlı Devleti, içeride çalkantılı iktidar ilişkilerine ve çeşitli coğrafyalarda oluşan ayaklanmalara cevap verecek bir güce sahip değildi. Dünya değişiyordu ve 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren baskın Sanayi Devrimi hareketliliği kendini savaş teknolojilerinde ve harp gemilerinde de göstermişti. Bu çerçevede ileri gelen devletler, fikirlerine yakın bulduğu devletlerle bloklaşarak dünyayı o zamana kadar gördüğü en büyük savaşa doğru sürüklemekteydi. Özellikle Türkiye topraklarında bulunan cephelere bakıldığında, bu savaşın ne kadar kıtalar arası bir hâl aldığı görülmektedir.

Askeri durum
İkinci Meşrutiyet Dönemi’nin fırtınalı asker ve siyaset karmaşası, askerlerin aktif olarak devleti yönetmesine karşılık aslında politika yapmamaları fikrinin yaygınlaşması, Balkan Savaşları’ndan sonra yerini başka büyük savaşın kaygılarına bıraksa da kuvvetler içinde teşkilat düzenlemeleri devam etti. 1912 ve 1913 yıllarında askerleri siyasetten meneden kanunlar görüşülüyor ve askerlerin seçme-seçilme hakkının olmaması gerektiğine karar veriliyordu. Sayıca azalan ordu ise diğer taraftan artırılmaya çalışılıyordu.4 Trablusgarp ve Balkan Savaşları yenilgisinden sonra Osmanlı kuvvetlerinde teşkilata ilişkin birtakım düzenlemeler yapılmışsa da Birinci Dünya Savaşı’na hazırlıklı girildiğini ifade etmek mümkün değildir.

Dolayısıyla 2 Ağustos’ta seferberlik ilan eden Osmanlı, elindeki gücüyle Birinci Dünya Savaşı’na girecekti. Seferberlik tarihinde Sofya’da askeri ataşe olarak bulunan Mustafa Kemal, kurmay binbaşılıktan yarbaylığa yükselmiş ve seferberlik ilanına müteakip cephe görevi gibi faal bir görev talep etmişti. Mustafa Kemal bilindiği üzere Harp Akademisi’nden mezun olduktan hemen sonra Suriye’ye ve ardından Selanik’e tayin edilmiş ve 1909 yılında 31 Mart Vakası’nın bastırılmasında görev alarak askerî tecrübeler kazanmıştı. Binbaşılığa terfi ettiği Trablusgarp’ta aktif cephe savaşı öncesinde Genel Kurmay Karargâhında görevliyken Arnavutluk ayaklanmasının bastırılmasında vazife almış ve Fransa’da askeri manevraları yakından izleyip bir süre Avrupa’da bulunmuştu. Özellikle o dönemde mevcut silahlanma yarışını yakından görme şansı yakalayan Mustafa Kemal, savaşın geleceğini sezinlemiş, bunu dostlarıyla da paylaşmıştı. Osmanlı-İtalya Harbi’nin hemen bitiminde başlayan Balkan Savaşları’nda Bolayır Kolordusu’na ardından Sofya’daki askeri ataşeliğe atanmıştı; işte bu nedenle seferberlik ilanında Sofya’da bulunmaktaydı.5

Osmanlı’nın Mart 1915 sonuna kadar var olan dört ordusu, savaş boyunca artırılmış buna karşılık savaşılan cepheler de çoğalmıştı. Temmuz ayı sonunda başlayan savaşa ekim ayı sonunda katılan Osmanlı, kısa zamanda savaşın temel aktörlerden biri haline gelmiş, topraklarının dört bir tarafında birçok cephede uzun yıllar savaşmak zorunda kalmıştı. İstanbul’un Akdeniz’e açılan kapısı Çanakkale, çok kere geçilmeye çalışılan bir coğrafya olarak bu tehditle savaşın erken bir döneminde deniz taarruzuyla karşılaşmıştı. Bilindiği üzere taarruzlar ilk kez kasım ayında gerçekleşmiş, 19 Şubat ile 18 Mart arasında daha da şiddetlenmişti. 1’inci Ordu’ya bağlı Çanakkale Cephesi, 3’üncü Kolordu ve birliklerinin koruması altında bulunuyor, gerektiğinde diğer ordular tarafından takviye ediliyor ve ayrıca denizden savunuluyordu. Mustafa Kemal’in talep ettiği cephe görevi en nihayetinde çıkmış ve Çanakkale deniz taarruzlarının şiddetlenmesinden bir süre önce, 20 Ocak 1915’te, 3’üncü Kolordu’ya bağlı 19’uncu Fırka Kumandanlığı’na atanmıştı.

18 Mart’a giden yol
Arşiv belgelerinden6 hareketle 18 Mart’a giden sürece bakacak olursak Goeben zırhlısı ve Breslau kruvazörünün Akdeniz’i aşıp 10 Ağustos 1914’te Çanakkale Boğazı’ndan girişi ile başlamak gerekir. Bu Alman gemilerini takip etmekte olan İngiliz gemileri Boğaz’a giremediklerinden Boğaz önlerinde karakolda kalmış, kısa bir sürede Fransız zırhlılarının da katılımıyla yirmi dört parçalık bir filoya dönüşmüştü. Parasını ödeyip İngiltere’ye inşa ettirdiği iki savaş gemisini teslim alamayan Osmanlı Devleti ise kısa süre sonra bahsi geçen Alman gemilerini satın aldığını duyurdu. Bu habere karşılık eylül ayının sonuna doğru zaten Çanakkale Boğazı önünde bulunan İngiliz gemilerinden bir subayın bölgedeki Osmanlı keşif torpidobotuna çıkması ve Osmanlı bayrağı taşısa da her gemiye ateş açılacağını bildirmesi üzerine Boğaz kapatıldı. Diğer taraftan Osmanlı Devleti yeni satın aldığı Alman gemilerinin öncülüğünde Karadeniz’de Rus limanlarını bombardıman ederek 29 Ekim’de Birinci Dünya Savaşı’na fiilen girmiş oldu.

Bu durum Çanakkale’yi daha da aktif bir cepheye dönüştürdü. 3 Kasım’da Boğaz önünde bulunan İngiliz gemileri Boğaz girişini bombaladı, Midilli ve Sakız Adalarında düşmana destek olmak üzere otuz bine yakın Rum bir araya getirildi ve 1915 yılının ocak ayına gelindiğinde, düşman gemilerinin Boğaz önündeki varlığı artarak devam etti. 15 Ocak’ta gizlice Boğaz’a yaklaşan Saphir isimli bir Fransız denizaltısı bir torpile çarparak battı. 11 Şubat’ta Indefeatable zırhlı kruvazörü dışında Osmanlı keşif ekibi bir gemi görmediyse de Saroz Körfezi’ne ilk kez bir torpidobot girmiş ve bölgeyi kolaçan etmişti.

Hareketliliğin yeniden başladığı 19 Şubat itibarıyla ağırlaşan bombardıman ve bataryalardan açılan ateş neticesinde düşman zırhlıları hasar almaya başladı. Bu tarihten sonra gemilerin sahil tabyalarını şiddetli bombardımanı gece ve gündüz devam etmiş, şehre isabetli atışlar olmuş ve şehitler verilmiş buna karşılık müttefik güçler birçok kayıp vermiş, gemilerinden bazıları hasar almış ya da batmıştı. İngiliz gemileri Boğaz’a yakınlığı dolayısıyla Bozcaada’yı işgal ederek burada konuşlanmış ve keşif seyirlerini artırmıştı. Mart ayının ilk günlerinde bölge coğrafyasını iyi bilen Rus Yüzbaşı Smirnof düşman filosuna katılmıştı ve alınan istihbarata göre denizden saldırılar yanında karaya asker çıkarmayı da hedefliyorlardı. 4 Mart’ta sahile ateş açılırken 12 sandal ile Seddülbahir üzerinden karaya asker çıkarmaya başladılar. Fransız ve İngiliz konsoloslarının Girit’ten asker topladıkları ve sayısı altmış bini bulan Avustralya ve Senegal fırkalarının yaklaşmakta olduğuna ilişkin haberler alınıyordu. Kıbrıs’ta ve diğer Avrupa limanlarında toplanan askerlere ek olarak aynı zamanda Boğaz önlerinde bulunan İngiliz ve Fransız gemilerindeki askerler olmak üzere müttefik bir saldırı gücü hazırlanmaktaydı. Görüldüğü gibi hem denizden hem karadan olmak üzere çok milletli ama tek amaçlı bir harekât planı söz konusuydu. Çanakkale’nin İtilâf Devletleri’nce bu denli zorlanmasının çeşitli nedenleri vardı. Bunlardan biri Osmanlı Hükümeti’ni tek başına barışa zorlamakla ilgiliydi. Böylece diğer cephelerde savaşa katılması ve Mısır’ı tehdit etmesi engellenmiş olacaktı. Burada başarılı oldukları takdirde özellikle İtalya, Romanya ve Yunanistan gibi tarafsız devletleri etkileyeceklerini biliyorlardı. Rusya Hükümeti şayet Boğaz kapalı kalmaya devam eder ve silah ihtiyacı karşılanmazsa barış imzalayacağına ilişkin tehditte bulunmakla birlikte buğday ihracatını yapabilmesi için Boğazlara ihtiyaç duymaktaydı. Bu nedenler, İngiliz ve Fransız hükümetlerinin Çanakkale’de bu denli ısrarlı olmasının en önemli gerekçeleriydi.

Müttefik donanmasının ağır bombardımanına karşılık Osmanlı tabyaları başarıyla karşı koymayı sürdürüyordu. Mart ayının ikinci haftasının başında Nusrat (Nusret) mayın gemisi düşman unsurlarına yakalanmadan düşman donanmasının manevra sahasına 26 mayın döşedi. Müttefik güçler sözde en büyük darbeyi taşıyacak saldırıyı 18 Mart’a planladılar. Son teknoloji gemi ve toplardan müteşekkil donanmaya ilişkin hazırlıklar çerçevesinde her askeri adımı atmışlardı fakat bahsi geçen mayınları hesaba katamamışlardı. 18 Mart oldukça şiddetli bir savaş günüydü. Sayıca artan gemiler sahillere yaklaştıkça bombardımana devam ediyor tüm şehir ateş altında kalıyordu. Sahil tabyaları, menziline giren her gemiye ateş açmaya devam ediyor ve karşılığında yara alan o donanımlı gemiler geri çekilmek zorunda kalıyordu. Öğle saatlerinde düşmanın manevra değişikliğiyle birlikte savaş gemileri Nusrat mayın gemisinin döşediği mayınlarla tanışmaya başladı; kimi Boğaz’ın sularına gömülürken kimi ağır yaralar alıyor ve böylece savaşın gidişatı değişiyordu. Düşman filosu Çanakkale’yi denizden geçemeyeceğini anlayarak geri çekilmek zorunda kalıyordu.7

İtilâf Devletleri bu kez karadaki savunmayı kırmak üzere plan yaptı. İngiliz, Fransız ve Anzak tümenleri 25 Nisan’da başlayan çıkarma planına göre savunmayı aşacaklarını ve Boğaz’dan geçeceklerini düşündüler fakat hesaba katmadıkları müthiş bir direnişle geri püskürtüldüler. Denizcilik tarihimizde özel bir yere sahip olan HMS Goliath’ın, Muavenet-i Milliye gemimiz tarafından batırılması işte bu süreçte gerçekleşmiş, bununla beraber başka savaş gemileri de batırılmıştı. Aylarca süren bu başarılı direniş bugün tarihi “Çanakkale Geçilmez” bilincinin ve henüz doğmamış bir devletin ulusu için milli şuurun oluşmasına neden olacaktı.

Görüldüğü üzere İtilâf Devletleri, Çanakkale’de amacına ulaşamadı. Her ne kadar aylar boyunca yabancı basında ve müttefik güçlerin açıklamalarında hep olumlu haberler verilse de dünya bunun böyle olmadığını kısa zamanda görmüştü. 18 Mart’ta hem karada hem denizde gösterilen üstün başarılardan dolayı padişaha gazi unvanı verilmiş ve o gün zafer olarak anılmıştı. O zafer dolu günde, ardından geçen 106 yılda olduğu gibi bugün de 18 Mart’ı zaferle anmak gerektir. Kutlu olsun.

18 Mart Zaferi, çok büyük ve önemli bir zaferdir. Çünkü hem denizde hem karada devam eden direniş düşman güçlerine geçit vermemişti. İşte bu başarı ülkemizin kurucusunun askeri dehası ve canları pahasına savaşan ve kendilerini komutanına adayan askerlerle kazanıldı. Bu başarı neticesinde şehitlerin kanı bu topraklar için savaşma gücü yaratırken, Mustafa Kemal Atatürk Türklere benliğini yeniden kazandıracak devrimlerin lideri oldu. Osmanlı Devleti, 1918 yılında ciddi bir kayıpla Mondros Mütarekesi’ni imzalamak ve Sevr’i kabul etmek zorunda kaldı; büyük bir yenilgiyle emperyalist güçler karşısına çıkan Osmanlı Devleti yıkılmanın arifesindeydi belki ama Türkler yeni devletlerinin liderini Çanakkale’de tanımış oldu. Bu ülkenin tüm toprakları Fransızlar, İngilizler, Ruslar, İtalyanlar, Yunanlar arasında paylaşılmıştı. Çanakkale’de kazandığımız zafer tarihimizin dönüm noktası oldu. Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kendi tarihimizi yazdık: Türkiye Cumhuriyeti olarak, doğudan batıya kuzeyden güneye dünyanın her noktasında sömürgeciliği en temel işlerlik olarak gören güçlere karşı dimdik ayakta kalarak Lozan’ı kabul ettirdik. Askeri başarıdan sonra yine Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde başlatılan devrimler sayesinde hiç olmadığı kadar bağımsız ve milli bir modernlikle birlikte emperyalizme teslim olmamayı öğrendik. 18 Mart tek bir gün değildir; tarihsel anlamı benzersiz olan zaferlerimizin en önemlilerinden birisidir. Büyük bir coşkuyla kutlanmalı, bize bu güzel günü armağan eden kahramanlarımız şükranla anılmalı ve gelecek nesillere coşkuyla aktarılmalıdır.

Kaynakça
1Necdet Hayta, “Ege Adaları Meselesi ve Ege Adalarının Türk Hakimiyetinden Çıkışı”, Osmanlı, Cilt II, Ed. Güler Eren, Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s.532-539.

2Seyfettin Gürsel, “Osmanlı Dış Borçları”, Osmanlı, Cilt III, Ed. Güler Eren, Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s.389-399; Rifat Önsoy, “Muharrem Kararnamesi ve Düyûn-u Umumiye İdaresi”, s.400-414. Faruk Yılmaz; “Sonuçları Açısından Osmanlı Dış Borçları”, s.415-430.

3Kaori Komatsu, “XIX. Yüzyıl Osmanlı-İngiliz Deniz Ticareti Münasebetlerinde “Kabotaj” Meselesi”, Osmanlı, Cilt III, Ed. Güler Eren, Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, ss.371-379.

4Zekeriya Türkmen, “II.Meşrutiyet Döneminden Mütareke Dönemine Geçiş Sürecinde Osmanlı Ordusunu Yeniden Düzenleme Çabaları (1908-1918)”, Osmanlı, Cilt VI, Ed. Güler Eren, Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, ss.695-702.

5Cemalettin Taşkıran, “Mustafa Kemal Paşa’nın Sofya’daki Faaliyetleri”, Osmanlı, Cilt II, Ed. Güler Eren, Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, ss.690-692; Mehmet Önder, “Atatürk, Fransa-Picardie Manevralarında (12 Eylül-12 Ekim 1910)”, ss.693-696; Veysi Akın, “Bir Osmanlı Paşası Olarak Atatürk”, ss.697-700.

6Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri I, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın Nu: 71, ss.3-78.

7Bursalı Mehmed Nihad, Büyük Harpte Çanakkale Zaferi, Çev. Elif Berfin, Yay.Haz. Murat Karataş, Türk Şehitlikleri İmar Vakfı, Elma Basım, İstanbul, 2017, s.35, 37, 39.

Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.

Bunu Paylaşın