Güce dayalı dünyanın vazgeçilmezi: “Nükleer”…

MDN İstanbul

Rusya ile yapılan ikili antlaşma ile Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nde (NGS) uzman personel olarak çalışmak üzere, Rus Ulusal Nükleer Araştırmalar Üniversitesi Moskova Fizik Mühendisliği Enstitüsü’nde öğrenim gören Çağatay Uncu; nükleer gücün gelişimini ve Donanmamız için gerekliliğini değerlendirdi

Geçtiğimiz yüzyıla, içinden doğduğu parçacığın ismini verdirecek ölçüde damgasını vuran bir güç ‘’Nükleer’’… Belki de, 20’nci yüzyılın bilim çağı, teknoloji çağı, uzay çağı gibi farklı isimlerle nitelenmesinde en önemli etki, öncelikle “atom çağı” olarak kabul edilmesiydi. Çünkü atomun kontrollü parçalanma işlemi, silsile hâlinde birbirini tetikleyen pek çok nitelikte sarsıcı olayları doğurmuş, dünyanın kaderini değiştirmiştir. 

Olaylara kısaca değinecek olursak; yüzyılın ilk çeyreğinde başladı radyoaktivite ve atom çalışmaları. Avrupa fizik dünyasının ilgisi büyük oranda bu konuya dönmüşken, Alman bilim insanı kimyacı Otto Hahn atom çekirdeğini parçalamayı başarır. 1930’lu yıllar bu büyük buluşun etkileri ve sonuçları üzerine yapılan çalışmalar ile geçer. Başta A. Einstein olmak üzere bir takım Yahudi kökenli Avrupalı bilim insanları bu tarifsiz gücün Nazi Almanya’sı eliyle kullanılması ihtimalini ABD Hükümeti’ne bildirir. Bunun üzerine alınan önlemler, Avrupa’da bu konu hakkındaki yaptıkları ile çığır açmış bilim insanlarının ABD adına çalışmalarıyla son bulmuştur. 2’nci Dünya Savaşı döneminde, Almanya’dan önce atom bombasını yapabilmek adına ABD’de Manhattan Projesi başlatılmış ve dönemin nükleer fizik adına en önemli bilim insanları bu projede yer almıştır. E. Fermi başta olmak üzere, savaş döneminde “nükleer reaktör”, yani nükleer enerji santrali çalışmaları da güç kazanmış ancak ağırlığın zorunlu olarak atom bombasına verilmesi üzerine bu çalışmalar geçici olarak ertelenmiştir. 

Tarihin bize gösterdiği gerçek şu ki, dünya nükleer birikiminin tamamı, savaşı bitirmek üzerine yaratılmaya çalışılan atom bombasının bir eseri. Savaşın bitmesi ile birlikte maksat hasıl olmuş, nükleer çalışmalar en başta daha güçlü nükleer silahların üretimine, ardından nükleer enerji santrallerine ve nükleer yakıt ile çalışan gemi ve denizaltılara yönelmiştir.

Bu arada, Sovyet Rusya’nın da atom çalışmalarını henüz 2’nci Dünya Savaşı döneminde başlattığını görüyoruz. O yıllarda başarılı bir casusluk çalışması yürüten Ruslar, hem Manhattan Projesi’nden kısıtlı da olsa veri akışı sağlamış, hem de 1930’lu yıllarda Avrupa’daki gelişmeleri göz önünde bulundurarak “atom çalışmaları”na hız vermiştir. Bu çalışmalar sonunda, ilk olarak Moskova Mekanik Savaş Malzemeleri Enstitüsü adıyla kurulan kuruluş, zamanla Moskova Fizik Mühendisliği Enstitüsü ismini almış ve Rusya’nın ilk nükleer çalışmalarına ivme katmıştır.

Görüldüğü üzere, SSCB nükleer enerji üretimi çalışmasından, nükleer başlıklı silah üretimine doğru yol almıştır. Bu noktada, ABD ile farklı yönlerde hız kazanarak eşit diyebileceğimiz bir seviyede karşı karşıya geldiler diyebiliriz. Çekirdek bölünmesi ile elde edilen devasa enerji, her büyük devleti büyük kalabilmek adına bu konuda daha yoğun bir şekilde bilimsel çalışmalara itti. Bu nedenle, soğuk savaşın simgesi hâline gelmiş bilimsel ve teknolojik rekabetin ilk basamağı, nükleer teknoloji ve onun verimli ürünleri oldu.

Nükleer silah noktasında, 2’nci Dünya Savaşı sırasında ABD başı çekmiş ancak SSCB de barışçıl nükleer atılımın ilki olan Obninsk Nükleer Enerji Santrali’ni kurarak bu adıma karşılık vermiştir. Uzun ve yoğun çalışmalar sonucunda 1954 yılında yüzde 55 kapasite ve yalnızca 1500 kwt’lık elektrik üretimine başlayan dünyanın bu ilk nükleer santrali, diğer devletlere de bu noktada öncü olmuştur.

Rekabetin nükleer enerji temelli diğer bir önemli safhası ise savaş endüstrisinde karşımıza çıkıyor. Henüz büyük savaş yıllarında yapımı planlanan ancak savaş nedeniyle sarkan nükleer enerji ile çalışan denizaltı projesi ellili yıllarda hayat buluyor. ABD’nin 1955 yılında yapımını tamamladığı Nautilus, öncüllerinin sahip olduğu teknolojiyi adeta tarihe karıştırıyordu. Artık denizaltı demek, seyre başlamadan önce aldığı yakıt ile dünyanın çevresinde 2,5 tur atabilen bir güç demekti. Bu atağa 3’üncü nesil nükleer ile çalışan denizaltıları ile yanıt veren Rusya, rekabet ve bilimsel ilerleyişin de itişiyle donanmasına güç katmayı yüzyıl boyunca sürdürmüştü. Bugün öne çıkan gelişmeler ise söz konusu teknolojiye yatırımın artarak devam edeceği yönünde.

SSCB döneminde denizaltıları ile su altında maksimum hız ve maksimum derinlik rekorunu elinde bulunduran Rusya, 2023-2024 yıllarında yapımına başlamayı hedeflediği 5’inci nesil denizaltı teknolojisine hazırlanıyor. Kruz füzelerini taşıyacak olan rampaların yerleştirilmesi planlanan Husky isimli bu denizaltı projesi, son yüzyıla damgasını vuran denizlerdeki savaş endüstrisine, bu yüzyılda da hız katacak gibi görünüyor.

Türkiye’nin ise bölgesinde çok daha etkin bir şekilde söz sahibi olabilmesi için, havadan bağımsız tahrik sistemlerini geliştirmenin yanı sıra tıpkı BM Güvenlik Konseyi beş daimi üyesinin sahip olduğu gibi, nükleer kaynaklı denizaltı teknolojisine de mecburdur. Açık deniz donanması hedefi ve çok daha caydırıcı hâle gelecek bölgesel güç planı için bu kaçınılmazdır. Bunları yaratmak içinse tıpkı o beş devletin yaptığı gibi özgün bir nükleer reaktör konsepti oluşturup, bu noktada çalışmalara hız vermek zorundayız. MİLGEM ile azami seviyeye ulaşan özkaynak ve tekniğimizi yaratma şiarı, konuyla ilgili bilim camiasının ve devletin tam desteği ile nükleer reaktörlere de yönelmelidir. Gücümüze güç katacak teknolojik atılımı ve yeniliği ancak bu şekilde yaratabiliriz.

Nükleer güç santralleri

için durum

Ülkemizi merkeze alarak baktığımızda, ilk NGS’miz için son somut adım 2010 yılında Rusya ile yapılan hükümetler arası antlaşma ile atıldı. Antlaşma nezdinde kalmayan bu işbirliği, öğrenim düzeyinde de 2011 yılından bu yana devam ediyor. Benim de 2015 yılında dahil olduğum bu öğrenim programı, bizleri Akkuyu NGS’de çalışmak üzere uzman personel olarak yetiştiriyor (Ruslara sipariş verdiğimiz Nükleer Güç Santralimiz, onların 3’üncü nesil reaktörleri olan VVER-1200 olacak). Rusya’da şu an bu konu özelinde öğrenimine devam eden iki yüz küsur öğrencinin amacı, ülkelerinde doğması muhtemel bir milli teknoloji atılımına bilim neferleri olarak katılabilmek ve gerçekleşecek teknoloji transferini geliştirmektir.

Bu proje ülkemiz adına dezavantajlı bir noktaya ilerleyecek olsa dahi, orada bulunma amacını basit bir mühendislik gelirinden çok daha ötede gören ve 50 yıl, 100 yıl sonrasının milli, stratejik ve bağımsız teknolojisini düşleyen gençler vardır ve var olmaya devam edecektir.  Ancak maalesef ki, şu an için, hükümetler arası antlaşmanın öngördüğü alım garantisi ve ekonomik gereklilikler tam bağımsız bir teknoloji üretimi algısından uzak. Apayrı bir yazı dizisine ancak sığabilecek bir hacimde olan nükleer enerji durumumuz, bugün itibarıyla özkaynaklarımızı kullanarak milli bir politika yaratacak anlayışta görünmüyor. Ancak inanıyoruz ki, buradan doğacak olumlu birikim, eksik ve yanlış kalan her şeyi zamanla düzeltecek.

Algımızı, ülkemizden dünyanın geneline doğru kaydıracak olursak eğer, yenilenebilir enerjinin maliyetinin azalması ve veriminin artması konusu dışında ülkelerin nükleer güç santrallerine olan yatırımlarında azalan bir etki tespit etmiyoruz. Günümüzde nükleer enerji yatırımlarını geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğine göre azaltan ülkeler, yalnızca 60-70 yıllık nükleer geçmişe sahip olan ülkeler. Yani enerji üretiminde doyuma ulaşmış ve maksimum verimi elde etmiş ülkeler, milletlerine refahı sunmuş ve diğer enerji çeşitlerinin doğumu için yatırımı artırmıştır. 21’inci yüzyılın dünyasında akıl ve gerçekler ile yapılan tüm değerlendirmeler nükleer enerjinin bir gelişmişlik göstergesi olduğunu işaret ediyor bize. Bugün bir ülkenin okyanuslarda ve deniz aşırı ülkelerde stratejik askeri misyonlar edinebilmesi bağımsız bir nükleer enerjiye sahip olması ile mümkün.

Cesur bir irade, akıl ve bilimi rehber edinen bir yönetim ancak ki nükleer atılımı sağlayabilir. Bugün toplumsal ve ekonomik gelişmişlikten oldukça uzak olan pek çok ülkede nükleer güç santrali var. Ancak menşei, gelişmiş farklı bir ülke olduğu için, bu durumu bilimsel bir atılım noktasına getiremiyor söz konusu ülkeler. Türkiye; tarihi, coğrafyası ve jeostratejik gerçekleri dolayısı ile elektrik alımı garantisi verdiği yabancı güç santrallerinden ihtiyaç duyduğu gelişmişliği yakalayamaz. Bu durum bizim için ufak bir adım olsa da, ancak tam bağımsızlık ilkemizin izin verdiği ölçüde bize yarar sağlayabilir.

Ülkemizin kurucu felsefesi, stratejik önem arz eden hiçbir bilimsel gelişmeye kendimizi kapatamayacağımız gerçeğini bize söylüyor. Çağı yakalayabileceğimiz tüm adımlar, devrimler sürecimizdeki felsefe ve algıda mevcut. Oraya cesur bir şekilde bakmamız, tüm sorunlarımızı çözmemiz için yeterli olacaktır.

Bunu Paylaşın