Eduardo Galeano denizlerdeki rüzgârların ortaya çıkışından söz ederken, eski denizcilerin anlattıkları hikâyelere göre, denizin kadim zamanlarda, üzerinde hiçbir dalga olmayan hareketsiz bir göl gibi olduğunu söyler.
“…gemiler sadece kürek çekerek ilerleyebiliyormuş. Günün birinde, zamanın içinde kaybolan bir kano dünyanın öbür tarafına varmış ve rüzgârların yaşadığı adayı bulmuş. Denizciler onları yakalamış ve esmeye mecbur bırakmışlar. Tutsak rüzgârların ittiği kano suyun üzerinde süzülürken, asırlardan beri kürek çekmekten canı çıkan denizciler nihayet uykuya yatabilmişler. Ve asla uyanmamışlar. Kano bir kayalığa çarpmış. Rüzgârlar o zamandan beri eskiden evleri olan o adayı aramaya devam ederler. Dünyanın dört bir yanındaki denizlerde alizeleri, musonları ve siklonları boş yere estirip dururlar. Bazen de o kaçırmanın intikamını almak için, yollarına çıkan gemileri batırırlar.”
Geçenlerde onlarca insanın ölümüne neden olan mülteci teknesinin batmasında ise rüzgârların suçu yoktu. İnsanların mülteci durumuna düşmesinin, evlerini, ülkelerini bırakıp kaçmak zorunda kalmasının sorumlusu genellikle başkalarına yaşam hakkı tanımayan insanlar oluyor. Ellerindekini paylaşmaktan hoşlanmayan insanlar da mülteciliğin sefaletle eş anlama gelmesinin nedeni. Bir başka insanlık meselesi ise mültecilerin her kötülüğün sorumlusu olarak görülmesi, kaynağı da toplumsal bir körlük.
Nasıl Batılı olunur?
Galeano, Aynalar kitabında, Hindistan’daki kast sisteminin ortaya çıkışını anlatırken “Herkes nerede doğması gerekiyorsa orada doğar, ne yapması gerekiyorsa onu yapar. Beşiğin bir anlamda mezarındır, kökenin de kaderin” diyordu, muhteşem bir anlatımla.
Galeano bir yana, Hindistan’daki sistemi eleştirmeyen bir Batılı yoktur neredeyse, ancak ne gariptir ki, mültecilerin ölümüne, çektiği sefalete, yaşadığı acılara ses çıkarmayan Batılı da çoktur. Bizim ülkemiz dâhil, kendini ve kültürünü Batı’da gören veya konumlandıran, yeri geldiğinde insan haklarına dair mangalda kül bırakmayanlar, iş kaynakları paylaşmaya gelince tavırlarını değiştirmekte, seslerini kısmakta, kökenin kaderindir bakışını benimsemekte bir beis görmüyor işte. Hem de uzantıları nereye giderse gitsin… Dünya ölçeğinde bir tür gizli kast sistemine onay adeta, bir tür modern köleliğin sessiz kabulü…
Tabii yeterince Batılı, yeterince onlardan olduklarını, Batılı tarihi ve dilleri ve dahi kültürü öğrenip benimsediklerini sınavlarla kanıtlayan mültecilere kapı kâğıt üzerinde açık. Lâkin o kapının ardı temiz değil. Bu defa da toplumsal bir “Büyük Abi”nin gözü hep üzerlerinde bu potansiyel suçluların; ne de olsa kökleri Batı’da değil.
Roger Luckhurst’un Zombiler / Kültürel Bir Tarih adlı kitabında aktardığına bakılırsa, Fransa Kralı XIV. Louis de benzer düşüncedeymiş o zamanlar. Louis’lerin ondördüncüsü, 1685’te çıkardığı yasayla Fransız sömürgelerinde köleliğe resmiyet kazandırmış. Bu yasanın ikinci maddesinde, Afrikalı köle ithalinden yararlanan bütün çiftçilere, onları gelir gelmez bir hafta içinde vaftiz edip Katolik yapmadıkları takdirde ceza kesileceği açıklanıyormuş.
Bugün, 2023’te, ne yazık ki gelinen nokta 1685’in karmaşık hâlinden ibaret. Kriz anlarında değişen niteliksel bir şey yok.
Nefreti kimden öğreniriz?
Gölgeyle Buluşma / İnsan Doğasındaki Karanlık Yüzün Gizli Gücü isimli kitapta, Fran Peavey, düşmanlarımızı şeytanlaştırmanın maliyeti büyüktür diyor ve birilerini günah keçisi yapmanın kötülüğün en belirgin özelliği olduğunu dile getiriyordu. Sonra da soruyordu:
Kimden nefret edeceğimizi, kimden korkacağımızı nasıl öğreniriz? Benim kısa ömrüm boyunca Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal düşmanları birkaç kez değişti. İkinci Dünya Savaşı’nda düşmanlarımız olan Japonlar ve Almanlar sonradan müttefikimiz oldular. Ruslar bir süredir düşmanımız olarak revaçtalar ancak birkaç dönem için ilişkilerin düzeldiği de oldu. Kuzey Vietnamlılar, Kübalılar ve Çinliler dönem dönem düşmanımız oldular. O kadar çok ülke ulusal gazabımızı üzerine çekmeye elverişli görünüyor ki içlerinden birini nasıl seçiyoruz? Bireysel düzeydeki düşmanlarımızı, ulusal liderlere mi yoksa öğretmenlerimiz ve dini liderlerimize mi bakarak seçiyoruz? Ya gazeteler ve televizyon? Aile kimliğimizin bir parçası olarak ebeveynlerimizin düşmanlarından nefret ediyor, onlardan korkuyor muyuz? Peki ya kültürümüzün, alt kültürümüzün veya akran grubumuzun düşmanlarından? Düşman zihniyetimiz kimin ekonomik ve siyasi çıkarlarına hizmet ediyor?
Zombiler değişebilir
Aslında kendi mutluluğu için ayağa kalkması gerekirken bunu başaramayıp, savaş bile yokken düşman yaratıp kabaran toplumların hâli kelimenin tam anlamıyla trajik. Yetersizliklerini gideremediği için suçlu yaratarak sorumluluğu onlara yükleyen bir zihniyet bu tip bir acıklı sona sürüklenebilir pekâlâ. Tarih teşhisi yanlış koyan toplumların ertelenmiş, örtülmüş sorunlarının ne denli boğucu olduğunu göstermedi mi?
Yoksulluk ya da deprem gibi felaketler içgöçü zorunlu kıldığında, insanlar kendi ülkelerinde bile yabancı olarak görülmeye başlanıyorsa, başka bir ülkede yaşamanın hayâlini kuranlar seyahat hakkının bile engellendiği uygulamalara maruz kalıyorlarsa, yarın öbür gün herhangi birimizin mülteci konumuna düşmeyeceğinin garantisi var mı? Empatiyi mağdur duruma düşmeden hatırlamak daha iyi olmaz mı?
Unutmayalım; ne demişti Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri adlı kitabına yazdığı önsözde Jean Paul Sartre: “Devran dönecek ve gölgelerde yeniden şafak söktüğünde zombiler siz olacaksınız.”
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.