Salgınlarla baş edebilmemiz için suyun önemi büyük. Mevcut su kaynaklarımızı korumayı, kaybettiklerimizi telafi edecek politikaları hayata geçirmeyi ve herkesin temiz suya erişimini sağlamayı başarmalıyız
İçinde koronavirüs, salgın, hastalık ve benzeri kelimelerin geçmediği bir yazı yazmak, okumak mümkün değil şu günlerde. Bırakın yazmayı, bunları telaffuz etmeden iki çift lafın belini kırmak imkânsız. Virüs hayatımızı öyle bir yerinden kesti ki her konu ister istemez ona bağlanıyor. Geçen gün Yuval Noah Harari’nin Hayvanlardan Tanrılara Sapiens’ine göz atarken de öyle oldu. Karşıma çıkan paragraf bizim gündemimizdeki virüsün söylendiği kadar “demokratik” davranıp davranmadığını sorgulamama neden oldu.
Şöyle diyordu bahsettiğim satırlarda Harari, Amerika’daki kölelik döneminden söz ederken, “…en önemlisi, Virginia, Haiti, Brezilya gibi yerlerdeki Amerikan çiftlikleri, sarıhumma ve sıtma gibi hastalıkların kol gezdiği yerlerdi ve bu hastalıkların kaynağı Afrika’ydı. Afrikalılar nesilden nesile bu hastalıklara kısmen genetik bağışıklık kazanmıştı, buna karşılık Avrupalılar tamamen savunmasızdı ve kitleler halinde ölüyorlardı; çiftliğin parasını Avrupalı bir köle veya çırak yerine Afrikalı bir köleye yatırması daha akıllıcaydı. Çelişkili bir biçimde genetik üstünlükler (örneğin hastalıklara karşı bağışıklık) toplumsal anlamda düşük seviyede görülmeye sebep oluyordu: Afrikalılar tropik iklimlere Avrupalılardan daha uygun olduklarından, Avrupalı sahiplerin köleleri oldular!”
Korona üzerine çıkan yazılarda ve gelen haberlerde görüldüğüne göre, 65 üstü yaşta olanların daha fazla risk altında olması dışında virüsün bir ayrım gözetmediği görülebiliyor. Hollywood yıldızlarından asgari ücretli banliyö sakinlerine, devlet bürokrasisinin tepelerinden sokakta yaşayanlara kadar herkesi tehdit ediyor virüs. Ancak bu yüzeydeki kategorizasyona rağmen konu detaylandıkça tehdit düzeyi herkes için aynı kalmıyor.
Kuzey Ormanları Savunması’nın geçen ay ortalarında, yani hepimiz her gün defalarca ve defalarca elimizi yıkamaya başlamışken sosyal medyada yazdığını hatırlayalım, “Önümüz yaz. Suyumuz az. Salgınla mücadele için suyu boşa akıtmayın, konfora harcamayın.” Bunu duyunca haklı olarak acaba suyun ne derece demokratik dağıldığı sorusu geliyor insanın aklına… Ne yazık ki cevabı da biliyoruz: Dünyada temiz suya ulaşamayan çok fazla insan var.
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’na (UNICEF) göre, dünya genelinde insanların yalnızca yüzde 60’ı temel el yıkama imkânlarına sahip. UNICEF verilerine bakılırsa, dünyada üç milyar insanın evinde ellerini su ve sabunla yıkayabileceği bir lavabo bulunmuyor. Lavabo ve sabuna erişimi olmayanların en az gelişmiş ülkelerdeki oranı ise yüzde 75’e çıkıyor. Yine dünya ölçeğinde olmak kaydıyla, okulların yüzde 47’sinde çocukların ellerini yıkayabileceği bir lavabo bulunmuyor. Bu durumun etkilediği çocuk sayısı ise akıl almaz: 900 milyon. Aynı veriler sağlık merkezlerinin yüzde 16’sında da tuvalet ve lavabo bulunmadığını gösteriyor. Korona virüs salgınından etkilenme riski en yüksek olan gruplar arasında, yoksul ülkelerin büyük şehirlerindeki gecekondularda hijyen imkânlarına erişimleri olmayanlar var.
UNICEF’in temiz suya erişimle ilgili uyarıları yeni değil. Kurum geçen yıl hazırladığı raporda da ürkütücü bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu göstermişti. Raporda, uzun süren çatışmaların yaşandığı ülkelerde 15 yaşından küçük çocukların temiz su, sanitasyon ve hijyen eksikliği gibi nedenlerle ölme olasılığının şiddet yüzünden ölme olasılığına göre üç kat daha fazla olduğuna dikkat çekilmişti.
Çatışmaların uzun süredir devam ettiği 16 ülkedeki ölüm hızlarını inceleyen ‘‘Su Saldırı Altında’’ başlıklı rapora göre, söz konusu ülkelerde beş yaşından küçük çocukların ishalle ilgili nedenler yüzünden ölme olasılığı doğrudan şiddet olayları sonucunda ölme olasılığından 20 kat daha fazla. Yani, temiz suya erişemedikleri için ölen çocuk sayısı çatışmalarda öldürülenlerden çok daha fazla. Temiz suya erişim sorunu çocukları yetersiz beslenme, ishal, tifo, kolera ve çocuk felci gibi önlenebilir hastalıklardan ölme riskiyle karşı karşıya bırakıyor.
Tabii hiçbir şey göründüğünden, söylendiğinden ibaret değil, uzantıları, sonuçları, yan etkileri de var. Bu bağlamda kız çocuklarının durumu daha da kötü. Kız çocukları birçok ülkede su taşımak ya da tuvalete gitmek için evlerinden çıktıklarında cinsel şiddete maruz kalabiliyor. Yıkanırken ve adet dönemlerinde hijyen sağlamaya çalışırken onur kırıcı davranışlarla karşılaşabiliyor. Okullarında su ve sanitasyon imkânları yoksa adet dönemlerinde derslere bile katılamıyor.
Bu bilgileri arkamıza alarak tekrar bugün yaşadığımız mevcut krizde ülkemizin su kaynaklarının durumuna dönecek olursak, ne bugünü atlatmanın ne gelecekte çıkacak krizlere avantajlı girmenin kolay olmadığını görüyoruz.
Bu nedenle Kuzey Ormanları Savunması’ndan gelen bilgileri ciddiye almakta fayda var. Marmara’nın su kaynaklarının tümünün Kuzey Ormanları’nda bulunduğuna dikkat çeken savunmacılar, bu kaynakların beslendiği, orman kaplı su havzalarının “rant odaklarının ağır tahribi altında hızla yapılaştığını” söylüyor. “Eğer yağmaya kapatılmazsa kısa süre sonra, bölge susuz, nefessiz kalacak.” Kuzey Ormanları için sözü edilen tahribat Türkiye’nin aşağı yukarı her yerinde farklı şekil ve düzeylerde görülebiliyor. Dolayısıyla uyarıyı tüm Türkiye’ye yaymak gerekiyor. Kısacası, Türkiye doğasının derhal rant politikalarına kapatılması zorunlu.
Su Politikaları Derneği’nin uyarıları da benzer yönde. Derneğin hazırladığı Doğal Göller ve Sulak Alanlardaki Su Yönetimi Sorunlarımız ve Çözüm Önerileri raporu hiç de iç açıcı bir tablo çizmiyor. Rapora göre, Türkiye’de küresel iklim değişikliğinin olumsuz etkileri ve kirlilik nedeniyle 300’e yakın irili ufaklı gölün yüzde 60’ı kurumuş halde.
Uzatmayalım, gerçekler kendini dayatıyor işte! Salgın hastalıklarla baş etme yöntemlerimizi susuz düşünemeyeceğimize göre yaşamsal değerde bir politika olarak mevcut su kaynaklarımızı korumalı, kirlenenleri sağlıklı hale getirmeli ve kaybetmek üzere olduklarımızı yeniden kazanmalıyız. Ve mutlaka elimizdekilerin herkes için ulaşılabilir olmasını sağlamalıyız. Yaşanabilir bir gelecekten söz ediyorsak ancak böyle mümkün olacak.