Batı ekonomileri yıllardır deflasyon ve bunun nasıl yıkılabileceği üzerinde tartışırken şu sıralar “ebedi enflasyon” dönemine girişten bahsediliyor. Vahşi bir enflasyon dönemi geliyor mu? Eğer hâl böyleyse son 40 yıldır içinde bulunduğumuz ekonomik iklimi terk ediyor olabiliriz. Hatta kimi analiste göre serbest piyasayı da terk ediyoruz! Peki, yeni düzenin belirgin özellikleri neler olacak? Bu yazımızda son günlerde sıkça tartışılan “finansal baskı” teoreminden bahsetmek istiyoruz
Malûm 1945-1971 arası Bretton-Woods sisteminin uygulandığı dönemdir. Daha sonra yaşanan krizler, özellikle petrol darlığı, dayanıklı tüketim mallarının kitlesel üretimi, vasıflı işgücü istihdamı gerektirmeyen bant sistemi, Bretton Woods döneminin sonunu getirdi ve son 40 yıldır içinde bulunduğumuz ekonomik iklime girmiş olduk. Bu dönemin simgesi diyebileceğimiz özelliği; ekonomik büyümenin hızlanması için genişleyici para politikası uygulanarak devletlerin hızla borçlanmasıdır. Borçlanma hızlanırken, devletlerin ihraç ettiği tahvil hacmi arttı, piyasalar da derinleşmeye başladı. Piyasaların derinleşmesi mutluluk vericiydi, ta ki 2008 yılında yüksek borç oranlarının yaratabileceği tehlikeyi test edene kadar. 2008 ve sonrasında anlaşıldı ki, özel sektör ve kamu borçluluğunun düşürülmesi gerekiyordu. 40 yıldır süregelen ekonomik modelin alternatifi olaraksa “Finansal Baskı” kuramı gündemin ilk sıralarında.
“Finansal Baskı” kuramını nasıl tanımlarız?
Finansal baskı (financial repression) piyasa denge faiz oranı altında bir tavan belirlenerek reel faizlerin yükselmesinin önlenmesi olarak adlandırılır. Dikkat edersek, global ölçekte negatif reel faiz dönemindeyiz. Enflasyon, mevduat faiz oranlarının üzerinde seyrediyor. Çünkü paranın kontrolü merkez bankalarından hükûmetlere geçiyor gibi! Nasıl mı? Kamu tarafından verilen kredi garantileri, enerji ödemeleri, mali genişleme ve son olarak da Ukrayna’daki savaş ile enerji krizi. Tüm bu başlıklar kontrolün hükûmetlere geçtiğini gösteriyor sanki. Enerji krizi, emtia piyasasının -hükümetler tarafından- milliyetçi bir politikaya evrilmesine yol açtı. Avrupa, Rus gazını tercih etmiyor. Ruslar doğal kaynaklarını Çin’e, Hindistan’a satmayı tercih ediyor. Diğer taraftan, kredi garantileri ya da şu sıralar sıkça dile getirilen “selektif kredi” açılımı kamunun, yatırımları nasıl yönlendirdiğini gösteriyor. Ülkemizde, net ihracatçılara yönelik kredi imkânları da güzel bir örnek olabilir.
Reel büyüme ve nominal büyüme?
Reel büyüme üretim miktarındaki artışı, nominal büyüme ise fiyat artışlarından kaynaklanan büyümeyi gösterir. Diğer bir deyişle, nominal büyüme; reel büyüme ile enflasyonun toplamıdır.
Gelelim günümüze! Yukarıda yazdığımız gibi yüksek enflasyon, düşük faiz ikilisi borçların erimesini kolaylaştırır. Bu durumda, tasarruf sahibinin elindeki paranın değeri düşerken, avantaj borçluya geçiyor. Peki, ülkelerin uygun diyebileceği enflasyon oranı kaçtır? Bu mesele en çok ABD ekonomisi için tartışılıyor, mantıklı da. Fed sadece ABD ekonomisinin değil tüm kürenin parasal politikasını belirleyen kuruluş pozisyonunda. Fed yıllardır hedef enflasyon oranının yüzde 2 olduğunu vurguladı. Demek ki yeni enflasyon hedefi bunun üzerinde olacak; piyasanın beklentisi ise yüzde 4-6 arasında.
“Madem hâl böyle, Merkez Bankaları niçin faiz artırarak enflasyonu düşürmeye çalışıyor?” diye sorulabilir. Öncelikle, ABD’deki mevcut enflasyon oranı çok yüksek (yüzde 8 civarında), ikincisiyse kamu ve Fed bu konuda zaten savaşıyor.
Filmi biraz geri sarıp son 40 yıla bakalım. Bir ekonominin organik büyümesinin üstüne çıkması için kredi musluklarını açmak gerekir. Kredi kullanımını teşvik etmek için faizlerin düşük tutulması lazım. Böylelikle kredi hacminin belirleyicisi merkez bankalarıdır. İşte yeni model bu yaklaşımı yok etmek istiyor. Finansal Baskı Kuramı, kontrolün kamuya devredilmesidir.
Peki yeni oyun planı nasıl olabilir?
Şöyle olabilir; kredi garantileri ve selektif kredi ile kamu, dağıtılacak kredinin hacmini ve adresini belirleyebilir. Böylece nominal büyüme yüzdesini de kendisi seçmiş olur. Herhangi bir ekonomide, reel büyümenin yüzde 5 olduğunu varsayarsak, nominal büyüme ile arasındaki fark “fiyat artış oranı” olacaktır. Diyelim ki, ülkenin reel büyümesi yüzde 2, enflasyon oranı yüzde 4 civarında, nominal büyüme yüzde 6 civarında olur.
Bir de kamunun borçlanma tarafı var. Yurt içi yatırımcıların devlet borçlanma senetlerini alması gerekiyor ki kamu borç alabilsin. Eğer tahvillere ilgi yüksek olursa, tahvil faizleri fazla yükselmez ve enflasyon oranıyla eşit olur ya da altında kalır. İyi de kim alacak bu tahvilleri? Fonlar ya da menkul tesis yöntemi ile bankalar.
Durumu pekiştirmek gerekirse; büyüme sağlanmış olur, bu sırada faiz oranları düşük tutulur. Maaşlar enflasyon oranında yükselir, yani faizlerin üzerinde. Peki, bu politika kimin hoşuna gider? Maaşlı çalışanların ve özellikle borç alanların. Çünkü borç, gelir içinde her yıl süratle eriyecek. Servet, tasarruf sahibinden borçluya geçmiş olacak. Bu durumda borçlanarak alınan ürünler daha fazla rağbet görecek. Eğer ekonominin yol haritası böyle olursa, insanların yatırım ilgilerinin değişmesiyle üretim merkezleri de yer değiştirebilir. Mesela ucuz ürünlere olan ilgi azalıp, parasal ve teknolojik değeri yüksek ürünlere ilgi artabilir. Haliyle, kamunun kredilere yönlendireceği sektörler de üretim merkezlerinin seçiminde belirleyici olacaktır. Eğer kamu kredi dağılımında hata yaparsa çöken sektörlerin yanı sıra işsizlik de artacaktır. Son dönemde viral bir tartışma konusu haline gelen “Finansal Baskı”nın yaratabileceği ekonomik modeli tasvir etmeye çalıştım. Velev ki bu model hayatımıza girse dahi diğerleri gibi bunun da bir gün sona ereceği kanısındayım, zira hiçbir modelin ebedi olduğu görülmedi.
Burada yer alan bilgi, yorum ve tavsiyeler yatırım danışmanlığı kapsamında değildir.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.