Balık avı sezonu sona erdiğinde birçok kişi aynı soruyu sordu; biten sadece sezon muydu, yoksa denizlerde balık da mı bitiyordu. Bu simgesel soruya dramatik bir evet cevabı vermeye çok az kaldı. Gelecek nesiller bizi “denizi bile kurutan atalarımız” olarak mı anacak? Sonun başlangıcı ilk bizim çevremizdeki denizlerde mi görülüyor?
Malûm, denizlerde av sezonu geçen ay sona erdi. Aslında bildiğimiz ama referansla konuşursak, basından öğrendiğimiz kadarıyla, balıkçılar genel ekonominin baş aşağı gidişatından etkilendiklerini söylüyor. Maliyetlerdeki, özellikle akaryakıt fiyatlarındaki artış herkes gibi onları da kötü etkiliyor belli ki… Ancak bu yazının konusu karalar bağlamamıza neden olan ekonomimiz değil. Derdimiz denizler ve balıkçılık.
Aynı derdi ele alan Denizlerin Koruyucuları: Küçük Ölçekli Balıkçılar adlı belgesel, WWF Türkiye’nin (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) hazırladığı, günümüzde denizlerin karşı karşıya kaldığı tehditlere dikkat çeken çalışmalardan biri. İzmir Mordoğanlı balıkçılar üzerinden kurgulanan belgeseli izlerken sürdürülebilir balıkçılık için küçük ölçekli balıkçılığın ne denli önemli olduğuna bir kez daha ikna oluyor insan.
Ancak WWF’nin de vurguladığı gibi, zaten sınırlı olan doğal kaynaklarımızı sürdürülebilir biçimde kullanmayı başaramıyoruz, sürekli artan yüksek talep ve aşırı avlanma denizlerin karşılayabileceğinden çok daha fazla. Günümüzde erişilebilen balık rezervlerinin yüzde 80’e yakınının aşırı avlanma tehdidi altında olduğu biliniyor ve sık sık küçük ölçekli balıkçıların denizde kalma sürelerinin artmasına rağmen yakaladıkları balık miktarının giderek azaldığına dikkat çekiliyor.
Av sezonunun bitişi vesilesiyle Deutsche Welle Türkiye’de yayımlanan bir haberde, yıllardır teknelerde tayfa olarak çalışan bir balıkçı, meselenin birinci elden tanığı olarak son 15 yılda denizlerde balıkların büyük bölümünün yok olduğunu söylüyor, konuyu gayet net ifadelerle anlatıyordu.
“Bu denizleri biz kuruttuk. Tek bir cihazın ayarını yapmak için tonlarca balığı denizden çekiyorduk. Sonra balıklar küçük gelince denize tekrar atıyorduk. Ancak o balıkların yüzde 70’i ölüyordu. Bu hep böyle devam etti. Kimse denizleri düşünmedi. Gelecek nesilleri düşünmedi. Şimdi denizlerde balık kalmadı.”
Marmara’ya suni teneffüs
Sadece balıkçıların gözlemleri bile durumun ne denli problemli olduğunu gösteriyor. Onların ifadeleriyle söylersek, Marmara’da balık bulmak kısa bir süre sonra hayâl olacak.
Marmara’yla ilgili uyarılar daha önce de yapılmıştı. Balıkların belli bir seviyenin altına inemediği, oksijenin olmadığı vurgulanmıştı. Ve tabii sebebinin de atıkların oksijeni tüketmesi olduğuna dikkat çekiliyordu. Aslında bu noktada söylenen çok net: Çanakkale’den giren oksijenin yüzde 60’ı İstanbul Boğazı’ndan çıkarken tükenmiş oluyor.
Son olarak geçen ay Marmara’da balıkların yaşayabileceği derinliğin, başka hiçbir denizde olmadığı kadar sığlaştığı açıklandı. ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü’nde görevli bilim insanlarının verdiği bilgiye göre, 1950’lerde 1,200 metre derinliğe inebilen balıkların günümüzde inebildiği derinlik oksijensizlik nedeniyle sadece 25-30 metre.
Marmara Denizi’nin çevresinde kurulan sanayi tesislerinin atıklarını arıtmadan doğrudan denize vermesi de balıkların azalmasındaki nedenler arasında gösteriliyor. Ayrıca Marmara kıyılarındaki insan nüfusunun artması ve buna bağlı olarak evsel suların gerçek bir arıtmadan geçirilmeden yıllarca denize bırakılması ve Karadeniz ile Marmara’ya akan nehirlere karışan gübre ve tarım ilaçlarının denize taşınması da denizlerdeki kirlilik ve balık popülasyonu üzerinde tahripkâr bir etki yaratıyor. Kısacası, bilinçsiz avlanma bir yandan, kirlilik diğer yandan Marmara Denizi’ndeki canlı hayatı öldürüyor.
Akdeniz’in kaderi değişebilir
Tabii ki durumun en vahim olduğu yerlerden birinin Akdeniz olduğunu görmemek mümkün değil. WWF’ye göre, Akdeniz’de son 50 yılda, balık stoklarının gelişimi için çok önemli yaşam alanları olan posidonia türü deniz çayırlarının yayılım alanlarının yüzde 34’ü yok oldu. Bu duruma denizi bir tür yok oluşa sürükleyen plastik kirliliği de eklenince mevcut durumdan çıkmak keskin müdahaleler ve uygulamalar olmadan mümkün gözükmüyor.
Akdeniz’de aşırı ve yasa dışı balıkçılığın önlenmesi için önerilen acil tedbirler şöyle sıralanıyor: Etkin izleme ve kontrol sistemlerinin oluşturulması, daha sürdürülebilir balıkçılık yöntemlerinin desteklenmesi, küçük ölçekli balıkçılığın desteklenmesi, balıkçılığa dayalı planlamaların uzun vadeli ve bölgesel odaklı yapılması, habitatların korunması için yönetilen deniz alanlarının kullanılması, amatör balıkçılığın düzenlenmesi, bilinçli bir tüketim anlayışının geliştirilmesi.
Tabii, insan bir yandan da düşünmeden edemiyor: WWF’nin de aralarında bulunduğu çevre mücadelesinde önemli yer tutan örgütlere rağmen, içinde yaşadığımız tüketime dayalı dünya düzeni hangi müdahaleye ne derece izin verir; doğrusu kestirmek zor. Yıllar evvel Postexpress’te okuduğum, Eduardo Galeano’nun sözleri geliyor aklıma.
“Doğa yüzyıllar boyunca bir ucube olarak görülen, düzeltilmesi, hizaya getirilmesi, zapturapt altına alınması gereken bir şeydi. Son yıllarda -eylemde değil ama lafta, hepimizin yeşil olduğunu iddia eden reklamlarda- korunması gereken bir şeye dönüştü. Daha iyi ve daha uzun süre yararlanma amacıyla korunması gereken bir şey. Yani hâlâ bizden ayrı, karşımızda. Özellikle bunlardan dolayı, yerlilerin aidiyet, ortaklık duygusunu anlamak, yeniden keşfetmek önemli. Doğa, bir manzara değildir. İçimizde o, bizimle birlikte yaşıyor. Ona karşı işlenen her suç, bir intihar oluyor…”
Yaşamak ve balık tutmak
1954 tarihli “Sait Faik’le son röportaj”da Gülen Erdal neden hep denizden ve balıkçılardan bahsettiğini sorduğunda Sait Faik şöyle cevap verir. “Adada oturuyorum. Denizi pek çok severim, balıkçıları da öylesine. Balıkçı kahvesine gider otururum. Oraya çeşitli balıkçılar gelir, ben onlarla ahbaplık eder, kayıklarıyla denize çıkar, onları avlamağa çalışırım.”
“Yaşamak nedir” sorusunu kendine göre yanıtlarken de aynı sade ve kesin vurguyla ilk sırada anar balık tutmayı. “Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak, Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün. İşte ben böyle hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim.”
Eskiden böyle keyifle ve tabii bollukla, bereketle, sağlıkla anılan balıklar ve balıkçılıktan artık aynı şevkle bahsetmek mümkün değil. Artık balığın midesinden çıkan plastiği, eskinin ucuz balıklarının bile ne kadar pahalandığını, türlerin nasıl yok edildiğini, kaçak ya da bilinçsiz avlanmayı, uygulanmayan yasaları, yetersiz yaptırımları, günlük çıkarlara teslim edilmiş deniz ürünleri ekonomisini konuşuyoruz, ne yazık ki…
Öyleyse yine Galeano’nun sözleriyle bitirelim… “Biz bugün, sürekli olarak daha zehirlenen bir hava, su ve toprakta yaşıyoruz. Her şeyden önce, ruhun da zehirlendiği bir dünya bu. Arzum, bizi kendimize getirecek o arı enerjileri tekrar bulabilmemiz!”
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.