Yeni yıla az kaldı. Geride bırakmak istediklerimizi ve gelecek beklentilerimizi dillendirmenin zamanı. Ama kime anlatacağız derdimizi? Bir alışveriş çılgını olan Noel Baba’ya mı, içimizdeki şeytana ya da aramızdaki meleklere mi? Hep aynı mercilere başvurmaktan sıkılmadık mı? Hem gelecek ne zaman gelecek; yılbaşında mı?
Kâbus gibi bir yılı geride bırakıyoruz. Berbat bir dönem olarak hatırlanacak muhtemelen; Ukrayna ile Rusya arasındaki dünya düzenini değiştiren savaş başta olmak üzere çatışmalar, kıtlık, açlık, yoksulluk, göç, enerji krizi, iklim felaketi, hepsi birbirinden korkunç sonuçları olan olaylar… Takvimlerde yıl değişince hiçbiri yok olmayacak elbette. Ancak huzurlu, güzel bir yeni yıl hayâli iç karartıcı konulardan uzaklaşmak için iyi bir fırsat işte! Hem yeni yıl umutla anılır hep, biz de öyle yapmaya devam edelim. İnannlara Noel Baba hediye getirsin yine, inanmayanlar kendi hediyesini bulsun yeni yılda…
Pagan kültürden günümüze
Noel Baba demişken, ona sadece bir Hıristiyan figürü diye bakanların fikrini değiştirmesine de vesile olsun bu yılbaşı. Yaygın inanışın aksine, Hıristiyanlık’tan daha eskiye gidiyor kökleri. Fakirleri sevindiren Aziz Nicholas malûm, sonradan başpiskoposların giydiğine benzer kırmızı bir robla Noel Baba kimliği kazanıyor. Fakat aslında bu mitin tek kaynağı değil. Hıristiyanlık öncesi dönemleri de içeren geniş bir Avrupa halkları mitolojisi var Noel Baba’nın kökeninde. Hatta onlardan biri İskandinav mitolojisinin büyük tanrısı Odin’e dayanıyor. Mitolojiye göre, Odin’in her yıl yapılan kış festivalindeki av partisinde, çocuklar ayakkabılarının içine saman ve havuç koyar, Odin de uçan atı Sleipnir’e binip çocukların adaklarını alarak yerine hediyeler bırakır. Tıpkı uçan geyiklerine binerek evleri dolaşıp hediye bırakan Noel Baba değil mi?
Bir başka hikâyede, aslında bilinen bir Flemenk çocuk masalında, bacadan bir aziz değil, sırtındaki torbada yiyeceği çocukları taşıyan bir canavar girer. Azizin masaldaki işlevi farklıdır. Canavar ak sakallı azizin etkisiyle kaçırdığı çocuklara hediyeler verir, ama yaramaz çocuklar paçayı sıyıramaz, onların kaderi değişmez.
Pagan kökleri bir yana Noel Baba bugün gerçek bir kapitalist figür tabii. Kırmızı giysisiyle alışveriş çılgınlığının yılbaşlarındaki daimî üyesi. O meşhur kostümünü de ilk olarak 1862’de, Harper’s Weekly sayfalarında, Thomas Nast adındaki bir illüstratör sayesinde giyiyor. Sonra da çıkarmıyor anlaşılan, belki Nast’ın dileğinin bu olduğunu düşünmüştür, kim bilir…
Kimden, ne dilemeli?
Ama Noel Baba’ya inanmayanlar için de yılbaşı dileklerini ortada bırakmamak lâzım. O halde, yine inanç temelli bir başka seçenek üretilebilir, Faust gibi Şeytan’la anlaşma yapmak bir alternatif olabilir mesela. Lucifer, İblis, Mefistofeles, Beelzebub, Şeytan… Hangi ismiyle kabul ederseniz edin, tarih boyunca oradaydı o ve Adem ile Havva’ya yedirdiği hediyeden de Faust’a verdiklerinden de anlaşılacağı üzere istekleri yerine getirme konusunda fena değil. Ancak, bunca geçen zamanda daha akıllanmış ve günümüz tüccarlarından ya da finans sektörünün hırslı aktörlerinden bir şeyler öğrenmiş olabilir. Kısacası, yayın dünyasında bu konuda uyarı zorunluluğu var mı bilmiyorum ama her ihtimale karşı “dikkat, kandırır” ibaresini iliştirelim şuraya. Bir de tabii, “kötüyü bulduk diye açlığın, yoksulluğun, savaşın, kıyımın sorumluluğunu Şeytan’a atma” diye de seslenelim, ki hiç kimse kendi ellerini yeterince temiz hissedip yeni yılda çekilmesin kenara.
Ancak edebiyattaki Şeytan’la anlaşma örneklerini bir kenara bırakacak olursak, insanların dileklerini çağlar boyu tanrılarına yönlendirdikleri ortada. Lâkin hemen her şeyi tanrılardan bekleme eğilimi insana özgü bir tür tembelliği de içinde barındırıyor sanki. Belki de Alberto Manguel’in Hasidik Yahudiler’in anlattığını söylediği şu hikâyenin zamanıdır: “Polonya içlerindeki ücra bir köyde bir sinagog varmış. Bir gece haham bölgesini dolaşırken bu sinagoga girmiş ve Tanrı’nın karanlık bir köşede oturduğunu görmüş. Haham dizlerinin üstüne çökmüş ve ‘Ulu Tanrım, burada ne yapıyorsun?’ diye sormuş. Tanrı ona ne fırtınayla ne de hortumla cevap vermiş; kısık bir sesle, ‘Yorgunum haham, ölesiye yorgunum’ demiş.”
Herkesin beklediği farklı
Öte yandan her şeyin birden fazla yüzü olabileceğini de unutmamak lâzım. Simon Critchley, Mizah Üzerine adlı yapıtında, bekleme haline farklı bir şekilde bakılabileceğini gösterir.
“Eski zamanlarda, Doğu Avrupa’da bir yerlerde, kışın ortasında bir yolcu shtetl’a varmıştı. Yaşlı bir adam sinagogun dışında bir bankın üstünde oturmuş soğuktan titriyordu.
‘Burada ne yapıyorsunuz?’ diye sordu yolcu.
‘Mesihin gelmesini bekliyorum.’
‘Aslında epey önemli bir işle uğraşıyorsunuz’ dedi yolcu. ‘Bunun için cemaat size iyi bir ödeme yapıyor olmalı…’
‘Yok öyle değil’ dedi yaşlı adam. ‘Bana bir şey ödedikleri yok. Sadece bu bankta oturmama izin veriyorlar. Bazen de birisi çıkıp bana biraz yemek veriyor.’
‘Bu sizin için epey zor olmalı’ dedi yolcu. ‘Sana hiç para vermiyorlarsa bile, böylesi önemli bir işi üstlendiğin için seni bir şekilde onurlandırıyorlardır herhalde.’
‘Yok, ilgisi bile yok’ dedi yaşlı adam. ‘Hepsi beni deli sanıyor.’
‘Anlamakta zorlanıyorum gerçekten’ dedi yolcu. ‘Sana ödeme yapmıyor, saygı duymuyorlar. Burada soğukta, titreyerek oturuyorsun, açsın. Nasıl bir iş bu?’
‘Düzenli, sabit bir iş’ dedi yaşlı adam.”
Ne zaman istiyoruz? Şimdi!
Beklemek her zaman umudu içinde barındırıyor galiba. Rahatlıkla denebilir ki, kendini çıkmazda hisseden bireyler ve yıl sonu muhasebesini yapmaya cesaret edemeyecek kadar yıpranmış toplumlar için (ki günümüzde ikisinden de çok var), yeni yılla simgelenen umut sanılandan daha değerli. O umudu canlı tutmak için herkes istediğine inanmakta serbest. Yine de kaderci bir yaklaşımla hayata müdahale etmeden, bir şeylerin değişmesini beklemek pek akıl kârı değil. Belki hissetmemiz gereken, geleceği elimizde tutabilme olasılığımızdır. Belki gelecek Yunan tragedyalarındaki gibi kaçınılmaz değildir. Belki geleceğimizi kendimizin belirleyebileceğine inanmamız, o beklediğimiz değişimi başlatacak kıvılcımdır.
Fakat sadece geleceğe yönelik umudun verdiği bir enerji yeterli olmayabilir bazen; yaşadığımız anların tadına da ihtiyacımız olduğunu düşünürsek… Schopenhauer’in dediği gibi: “En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır, çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz, çünkü yalnızca kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez.”
Yeni yıl hepimize hayatın anlık tatlarıyla, geleceğin heyecanıyla, özlemlerimizi gidererek gelsin.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.