“Güç uygun sınırlar içinde tutulduğu zaman, mutluluğa büyük bir katkıda bulunabilir ama yşamdaki tek amaç haline gelirse dıştan belli olmasa bile, kişinin içinde yıkıma yol açar” diyor Russell. Kibirli bir uygarlıkla kirlettiğimiz havamız, topraklarımız, dünyamız tam da böyle bir yıkımı işaret etmiyor mu?
Pandora’nın Kutusu açıldığında kötülüklerle birlikte umudun da dışarı mı çıktığı, yoksa kutuda mı kaldığı konusunda mitolojik bir tartışma var mı bilmiyorum. Ama varsa da artık bir sonuca bağlanmasının önemi kalmadığını söylemek isterim. Sanırım, umudu yok ettik, daha doğrusu, işlevsiz kılmayı başardık. Bunu anlamak için medeniyetimizin bizi getirdiği distopik noktada insanların kendini nasıl zehirlediğine göz atmak yeterli. kirli
Geçenlerde The Lancet Planetary Health dergisinde sonuçları yayımlanan, 2019’a dair bir araştırma karşılaşması hoş olmayan bilgiler içeriyor. Hava, su ve toprakta oluşan kirlilikten kaynaklanan hastalıkların yol açtığı ölümlerin incelendiği araştırmada, kirlilik kaynaklı hastalıkların 2019’da, dünya ölçeğinde, yaşlılık faktörünün etkisi olmadan, dokuz milyon kişinin ölümüne yol açtığı belirtiliyor. kirli kirli
Şövalyevari ölümler
Dünyadaki kirlilikten kaynaklanan hastalıklar nedeniyle ölümler ani ölüm kategorisinde yer almıyor tabii. Basbayağı önlenebilir ölümlerden yani… Bunu tüm dünya bildiği halde nasıl oluyor da Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin dönemindeki gibi hiçbir şey yapmadan durup ölmeyi bekliyoruz, anlamak mümkün değil. kirli
Benzetmemi eleştirip “Bu ne biçim şövalyelik” diye söylenmeyin lütfen; Philippe Aries, Batılının Ölüm Karşısında Tavırları adlı kitabında, Lancelot’u örnek verirken şöyle anlatır. “… ıssız bir ormanda yaralanıp kendinden geçtiğinde ‘vücudunun gücünü kaybettiğini’ hissetmiş ve ölmek üzere olduğuna inanmıştır. Bundan sonra ne yapmıştır? Birinin ölmek üzere olduğunda yapması gereken ayinsel hareketler eski örfler tarafından saptanmıştır. Silahlarını çıkartmış ve sükûnetle toprağa uzanmıştır, böylece son arzular ve vasiyetlerin yatakta yapılması kuralına uymaktadır…” kirli
Alıntıyı uzatmıyorum, ölüm ritüelleri ilginç olsa da bu yazı aslında ölümle değil, dünyada yaşamı kendimize dar ettiğimizle ilgili. Araştırma sonuçlarını değerlendiren uzmanlar, kirliliğin savaşlardan, terörizmden, sıtmadan, AIDS’ten, veremden, uyuşturucu ve alkolden daha fazla ölüme sebep olduğunu vurguluyor: Kalp rahatsızlıkları, kanser, solunum problemleri, ishal, vs… Tanıdık geliyor değil mi? Ne yazık ki, günlük hayatımızın bir parçası haline gelen hastalıklar bunlar.
Havası da suyu da…
Kirlilik kaynaklı hastalıklardan ölümlerin dörtte üçüne hava kirliliği neden oluyor. Bunun büyük bölümüne de kömürle çalışan elektrik santralleri ve çelik fabrikalarıyla taşıtların yol açtığı epeydir biliniyor. 2019 verilerine bakılırsa su kirliliği 1,4 milyon ölüme, kurşun kirliliği de 900 bin ölüme neden olmuş.
Bu yılın başlarında Birleşmiş Milletler Çevre Programı yayımladığı bir raporda, ülkelerin ve şirketlerin yarattığı çevre kirliliği nedeniyle bir yılda yaşanan can kaybı sayısının Covid-19 kaynaklı ölümlerden daha fazla olduğunu bildirmişti. Bir başka ifadeyle söylersek, çevre kirliliği Covid-19’dan daha ölümcül.
Dünyadaki hava kirliliği ve buna bağlı ölümleri araştıran, Chicago Üniversitesi’ne bağlı, Hava Kalitesi Hayat Göstergesi’ne göre, insan ömrü hava kirliliği sebebiyle ortalama, kişi başına 2,2 yıl azaldı. Hindistan gibi bazı ülkelerde bu rakam çok daha fazla. O halde tekrar hatırlatalım: Hava kirliliğine sebep olan önemli faktörlerin başında dünya genelindeki termik santrallerin yaktığı kömür, petrole dayalı endüstri ve ulaşım sektörü geliyor.
Amaç güç ise sonuç yıkım
Zaten kirlilik üzerine şekillenmiş bir medeniyetimiz mi var, medeniyetimiz mi kirlilik üretiyor gibi bir yumurta tavuk ilişkisinde dönüp durmaya gerek yok. Sonuçta, dünyamızı neredeyse yaşanmaz hale getirirken kendimizi de sağlıksız bir yaşama ve mutsuzluğa mahkûm ediyoruz.
Çağımızda mutsuzluğun da kirlilik kadar yaygın olduğunu, hatta ikisinin birbirinden beslendiğini söylesek yanlış olmaz herhalde. Bertrand Russell “The Conquest of Happiness” isimli, Türkçeye Mutlu Olma Sanatı diye çevrilen kitabında, “Mutlu olarak doğmadım” der. “Çocukken en sevdiğim ilahi, ‘Dünyadan bezmiş, günahlarımla yüklüyüm’ ilahisiydi. Beş yaşındayken eğer yetmişime değin yaşarsam, daha tüm yaşamımın ancak on dörtte birini çekmişim diye düşünür ve önümde uzanıp giden sıkıntının neredeyse dayanılmaz bir şey olduğunu hissederdim.”
Galiba biraz da böyle bir nedenle görmemeye, düşünmemeye çalışıyoruz kirliliği; yüzleşirsek katlanması zor olacağı için…
Performans düşürücü etki
Henüz bilimsel olarak kesin kanıtlardan söz edilemese de bilim insanları hava kirliliğiyle obezite, diyabet, doğurganlık ve son dönem çalışmalara bakılırsa sperm sayısı arasında bir bağ olabileceğini düşünüyor. Hatta geçen ay BBC’de yer verilen bir haberde, London School of Economics’ten bir araştırmacının hava kirliliğinin bilişsel performansı etkilediğine dair çalışmasından söz ediliyordu. Buna göre, farklı günlerde farklı hava kirliliği oranlarında sınava giren öğrencilerin havanın temiz olduğu günlerde daha başarılı oldukları tespit edilmiş. Araştırmada en kötü sonuçların havanın en kirli olduğu sınav tarihlerine denk düştüğü görülüyor, kirlilik oranının yüksek olduğu günler öğrencilerin performansı düşüyor.
Daha önceleri yapılan bazı araştırmalarda da uzun süre kirli havaya maruz kalmanın insanların kavrama yeteneğini zayıflattığı belirlenmişti. Nitekim, hava kirliliğinin Alzheimer ve Demans’ın farklı türleri gibi dejeneratif hastalıklara yakalanma riskini de artırdığı yönünde uyarılar yapılmıştı.
Türkiye’de durum kötü
Özellikle Türkiye’deki gibi hava kirliliğinin pek önemsenmediği, çarpık sanayileşmenin, plansız ekonomik yapılanmanın sonuçları altında yaşayan insanlar için tablo iç açıcı değil. Bu yıl yayımlanan, 117 ülke ve 6 bin 475 kentin hava kalitesinin ölçüldüğü 2021 Dünya Hava Kirliliği Raporu’na göre, Türkiye hava kirliliğinde dünyada 46’ncı, Avrupa’da 7’nci sırada. Avrupa Bölgesi’nin havası en kirli kenti Iğdır. Düzce de beşinci sırada yer alıyor. Keza, büyük kentlerde de durum açıkça kötü!
Tamam, kabul, sıkış tıkış karmaşa içindeki büyük şehirlerimizde, ayakta kalma mücadelesi verirken dışarıdan bakmak, görmek kolay değil ama sisli, tehlikeli gazlarla dolu, gri bir gezegeni anlatan distopik filmlerdeki dünyanın gerçek olması da pek uzak değil.
Yine de havamızla birlikte ruhumuzu kirletmemek, dünyamızdan önce içimizi karartmamak için Nazım Hikmet’in mısralarıyla bitirelim.
“ve güneş batacak yavrum
ve umuyorum, gecenin ötesinde
bekleyecek beni yeni bir mavinin tadı, umuyorum…”
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.