Denizcilik ve Kabotaj Bayramı denizcilik camiasında bilinen, önem verilen ve her yıl 1 Temmuz’da kutlanan bir bayramdır
Eski adı Yüksek Denizcilik Okulu olan yeni adıyla İTÜ Denizcilik Fakültesi’nin mezuniyet törenleri de her yıl bu tarihte yapılır. Temelinde kısaca Türk limanları arasında ticaretin ancak kendi bayrağımızdaki gemilerle yapılması zorunluluğu olarak bilinir.
Kabotaj Kanunu ve getirdikleri ile ilgili çok şey yazılmış, söylenmiş. Özellikle AB görüşmelerinde gereksizliği bile gündeme getirilmiş bir Kanun olan Kabotaj ile ilgili öğrenciliğim dâhil 42 yıldır içinde bulunduğum bu sektörde, içimi sızlatan güncel olayların gönlümde bıraktıklarının gölgesinde Kanun’un benim için ne anlam taşıdığını ifade etmeye çalışacağım.
Bana göre Kabotaj Kanunu; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığını, bütünlüğünü ve birliğini belirleyen en önemli simgelerden biridir. Anlamı da T.C. Devleti’nin üzerinde var olduğu kara parçasını, çevresindeki denizlerin de bu vatanın bir parçası olduğunu ve de kıyılarının egemenlik haklarına da sahip olduğunun ispatıdır. Lozan Antlaşması’nda eksik kalan Türk Boğazlarının egemenlik hakkı da 1936 Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi ile tamamlanmıştır.
İlk yıllarda denizlerdeki egemenlik alanları 3 deniz milinden başlayıp daha sonra önce 6 ve 12 deniz miline çıkartılmıştır. Günümüzde münhasır ekonomik bölge tanımı ile bu alan 300 deniz miline kadar uzamıştır. Bu da açıkça göstermektedir ki, ülkelerin etrafındaki denizler en az üstünde yaşadıkları kara parçası kadar hayati önem taşımaktadır.
Bir denizci olarak denizciliğin zorluğunu anlatmak için söylediğimiz, “denizler insanların değil, balıkların yaşama alanıdır‘’ sözü ile anlatılmaya çalışılan durum, “insanların karada rahat yaşamaları için denizler bu şekilde yaratılmışlardır” olmaktadır… Artık günümüzde herkes tarafından çok iyi biliniyor ki, kara parçasında rahat yaşamak istiyorsan çevreleyen denizleri de kontrol etmen gerekir.
İşte Kabotaj Kanunu bize bu olanağı vermektedir, çünkü herkesin ortaklık iddia ettiği denizlerin ne kadarının bizim kontrolümüzde olacağı uluslararası sözleşmelerle belirlenirken, kara parçasının yakınındaki denizler anakaraya bağlı sayılmaktadır. Ve o ülkenin bağımsızlığının temel simgelerinden biri olarak kabul edilmektedir. Yakın gelecekteki çatışma ve mücadele alanlarının denizler olacağı aşikârdır. Bu durumu o tarihlerde görerek bize bu imtiyazı sunan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını şükran ve minnetle anıyorum.
O halde şimdi de ruhumu sızlatan güncel tartışmalara gelelim…
Günümüzde çokça dile getirilen ülkemizin stratejik konumunun en önemli unsurlarından biri de ülkemizi batıda ikiye bölen Türk Boğazlarıdır.
Bir ülkenin var olma ve devamlılığının ana sebeplerinden biri de o ülkenin sahip olduğu değerlerini kendi halkına sunabilmesi olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu bakış açısıyla… Dünyanın en güzel sahillerine ve Boğazlarına sahip ülkemizin, bu güzelliklerini öncelikle kendi halkına sunması devlet olmanın temel gerekçelerindendir. Eğer siz ülkenin güzelliklerini kendi halkınıza sunarsanız, o insanlar da atalarından kalan bu mirasa gözü gibi bakar ve torunlarına da bu mirası gözeterek emanet eder. Eğer kendi halkımızın kullanımına sunmazsanız halkımızın bilmediği bu güzelliklerin farkına varması ancak elinden alındığında olacağı için insanlarımız neyi kaybettiğinin farkına bile varamaz.
Konuya bu gözle bakıldığında son zamanlarda gündeme gelen “Kanal İstanbul”un yapılması içimizi derinden sızlatmaktadır. Bu tartışmalar göstermiştir ki, “Kanal İstanbul”un yapım gerekçesinde gösterildiği gibi İstanbul Boğazı’ndaki gemi trafiğinin azaltılarak güvenliğinin sağlanması ve Kanal’dan geçecek gemilerden ücret alınması ile elde edilecek milyarlarca dolar paranın ülkemize gireceği gerekçeleri doğru değildir. Bu iki gerekçe ortadan kaldırıldığında bu bölgenin imara açılarak yabancılara konut satışı yapılacağı ve bu şekilde büyük paralar kazanılacağı en mantıklı gerekçe olarak elimizde kalmakta ki zaten olay da bu şekilde kamuoyu ile paylaşılmıştır.
İşte içimi sızlatan ve ruhumu ezen düşünce ve şüphelerim de tam da bu konuda devreye girmektedir.
Düşünün, en küçük ticari olaylarda kavga çıkaran egemen güçler “Kanal İstanbul”u yaptığımızda ki yap-işlet-devret modelin de de söz ediliyor, yatırdığımız paranın 30-40 katı para kazanmamıza bu kadar rahat nasıl izin verecekler? O halde konuyu başka bakış açıları ile de incelemekte yarar var.
Acaba diyorum bu işin içinde başka büyük planlar var da biz mi göremiyoruz?
Bilindiği gibi 2000 yılındaki dönemin Katoliklerin ruhani lideri Papa tarafından yapılan ve 6,5-8 milyon kişinin dev ekranlar aracılığı ile canlı yayınlanan milenyum konuşmasında, açıkça belirttiği bir konu kafamı kurcalamaya devam etmektedir. Papa konuşmasında kısaca; Hristiyanlık tarihini anlatırken ilk bin yılın Avrupa’nın, ikinci bin yılın Afrika ve Amerika’nın Hristiyanlaştırıldığını ve 3’üncü bin yılın ise 15-60 kuzey paralelindeki insanların Hristiyanlaştırma dönemi olduğunu açıkça söylemesi üzerine; daha farklı bakış açıları ile çok katmanlı düşünmem gerektiğinin de bilinciyle Vatikan’ın basına yansıyan faaliyetlerini izlemeye başladım.
Mevcut Papa’nın hem dini hem de seküler bir sıfatı olduğu, bu gerekçe ile ülkelere ziyaretler yaptığı bilinmektedir. Bu kapsamda Ülkemize de gelerek Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın resmi açılış törenine “Seküler (Vatikan Devlet Başkanı) Başkan olarak katıldığı”nı ve bir diğer Müslüman ülke olan BAE’yi ziyaret ettiğini basından öğrendik.
Ayrıca 2019 yılı içinde 1’inci faz ABD-Çin ticaret görüşmelerine dâhil olarak Çin’deki 10-12 milyon Hristiyan’ın hamiliğinin Çin tarafından kabul edilmesi. Bana ilginç gelen diğer bir durum olarak hafızamda yer etmiştir.
Ayrıca 2019 yılı içinde ABD-BAE görüşmeleri sonunda Dubai’de bir Abraham (Hz. İbrahim) anıtı dikilmesi konusunda BAE yönetimi ile anlaşma yapılması da dikkate değer bir diğer konu olarak not edilmeli.
“Peki o vakit, acaba ülkemiz için ne tür planlamalar var?” diyerek düşünmeye başlayınca, Kanal İstanbul’un yapılması ile oluşacak ada zihnimde belirdi. Bu mevzuda bir sürü şey söylendi, yazıldı, çizildi… Ancak hepsinden farklı olarak kendimi, “Bu ada ülkemizin bütünlüğü için olası bir özerklik tartışması sorunu doğurur mu?” diye düşünmekten alamadım.
Geçen haftalarda basına yapılan açıklamalardan anlıyoruz ki, “Kanal İstanbul” güzergâhında 981 bin dönüm arazi yabancılara satılmış.
Kabaca her bir dönüm üzerine bir konut yapıldığını düşünürsek yaklaşık 4 milyonluk bir nüfus artışı çok rahat olabilir. Yine planlardan anlaşıldığına göre bu yerleşimler her milletten olanların ayrı ayrı mahalleleri şeklinde olacak ve 250 bin dolar karşılığı Türk vatandaşlığı verilebilecek…
Adanın eski yerleşimlerindeki konutlarında fiyatların artıp yabancılara satılması ile bu bölgedeki değişen demografik yapıda Türklerin azınlığa düşmesi çok yüksek bir olasılıktır. Sonra açılacak olan “Kanal İstanbul”un yap-işlet-devret modeli ile yapılacağını da hatırlarsak bu bölgenin egemenliğinin tartışılacağını öngörmemeyi kendi adıma aptallık olarak görmekteyim.
Sonrasında bu bölgenin özerk bölge olması istenirse…
Çok uluslu mahallelerin yönetilmesi tartışması, Rum Patrikhanesi’nin ekümeniklik istekleri, Filiboz, Rhegion ve Bathonea Antik Kentleri ve yüzbinlerce yıllık Yarımburgaz Mağaraları'na ilave olarak yakında bu bölgede olduğu söylenmeye başlanacak olan Nuh’un gemisinin (yazarın şüphesi) kalıntıları söylemi ile bölgenin otonom bir yapıyla yönetilmesi baskıları ile her geçen gün ülkemizin üzerine gelinebileceğini şimdiden öngörebiliriz. Hele bir de Nuh’un gemisi kalıntıları ispat(!) edilirse ve o alanın turist çekme potansiyeli de gündeme geldiğinde ve kredileri hazır Abraham anıtı dikildiğinde neler olacağını hayâl bile edemiyorum.
İşte bütün bunlar gerçekleşirse ülkenin bütünlüğü ortadan kalkacağından ne yazık ki Kabotaj Kanunu ve sağladığı hakların da önemi kalmayacaktır. Bu durumda ülkemin en güzel yerlerinde yabancılar ikamet edecektir. Bir süre sonra bu bölgeye Türklerin dahi girmesinin izne tabi olacağını öngörmek son derece gerçekçi olacaktır.
Bu korku ve endişelerimle 1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramımız kutlu olsun ve sonsuza kadar da var olsun…