Okyanuslar için son şans mı?

MDN İstanbul

1960’lı yıllarda dünya sularında belirlenen “ölü bölge” sayısı 50’den azdı. Ancak 2006 yılında ani bir artış yaşandı: Meksika Körfezi’nden Çin’de Pearl Nehri ağzına, Akdeniz’den Ege’ye ve İngiltere’de Mersey halicine kadar geniş bir coğrafyada 200’ü aşkın ölü bölge tespit edildi. Geçtiğimiz yıl ise kıyı sularında 400’den fazla ölü bölge bulundu. Bu olağandışı olaylar sadece birkaç ay sürüyor, ancak deniz yaşamında çok büyük tahribata neden oluyor, birçoğu daha uzun sürebiliyor ve zararı daha büyük oluyor.
Kirlilikten kaynaklanan ve zehirli yosunların oksijeni tüketmesiyle oluşan ölü bölgeler, okyanuslarımızın tehlikede olduğunu gösteren fenomenlerdir. Aşırı avlanma, canlıların doğal yaşam alanlarını kaybetmeleri, kirlilik, iklim değişikliği, denizleri dönüştüren ve deniz sisteminin çok yakında çökmesine neden olacak en önemli çevre sorunları arasında yer alıyor.

Bundan sadece 100 yıl öncesine kadar dünya okyanusları balıklarla ve deniz yaşamıyla dolu sakin sulardı. Kimse okyanusların, bırakın ekolojik erimenin eşiğine gelmeyi, bu şekilde hızla tüketileceğini bile düşünemezdi. Günümüzde yazılı birçok kaynak, dünya okyanuslarının tümünün nefes kesen  vahşi yaşamından bahseder. Örneğin iki yüz yıl öncesine kadar, yaklaşık bin kilometrekare alana yayılan çok büyük ringa balığı sürüleri bahar aylarında yumurtlamak için İngiltere kıyılarına gelirdi.
Günümüzde hâlâ sağlıklı denizler mevcut, ancak çoğu oldukça sessiz. Aşırı balık avı, neredeyse tüm denizlerdeki balık stoklarını sistematik olarak öyle bir noktaya kadar tüketti ki dünyanın en önemli ticari balık türleri tam kapasite avlanıyor ya da tamamen tüketiliyor.

İklim değişikliği ve “fabrikalaşan” balık sektörü dünya denizlerini ölü alanlara dönüştürürken, “deniz koruma bölgeleri” tek çözüm olabilir

Birleşmiş Milletler’in yaptığı açıklamaya göre, 1900 yılından beri Kuzey Atlantik’teki morina balığı, haddock balığı ve halibut balıklarının sayısı yüzde 90 oranında düştü. Somon, pavurya, tonbalığı, uskumru gibi türler aşırı derecede avlandı. Yasadışı ve düzensiz avlanma, şimdi de vahşi köpekbalığı, ıstakoz ve denizhıyarı stoklarını ortadan kaldırma yolunda ilerliyor. Çoğu durumda, türlerin sayısının 1850 yılına oranla yüzde 2 veya yüzde 3’e kadar düştüğü gözleniyor.
Geçtiğimiz yıl Birleşmiş Milletler’in hazırladığı çevre programı tehlike çanlarının çaldığını açıkça gösteriyordu: Binlerce yıldır balıkçılık bu kadar etkili değildi ancak balık avlama ve saklama tekniklerindeki gelişmeler nedeniyle durum tamamen değişti. 1950 yılında 20 milyon ton olan av miktarı 1970’te 70 milyon tona çıkıyor ve daha sonraki yıllarda 80-90 milyon tonda sabit kalıyor. 50’li yıllarla 70’ler arasındaki bu uçurum balık endüstrisindeki gelişmeyle açıklanabilir; balığın yemek olarak yan ürünlere dönüşmesi, balıkyağının hayvan yemi üretiminde kullanılması vb. Bunun dışında 20 milyon ton kadar ölü balık ise yasal olarak satılamayacağı için ya da çok küçük olduğu için denize geri atılıyor.

Balıkların yaşama şansı yok
Greenpeace’in yaptığı açıklamaya göre, endüstriye hâkim olan balıkçı gemileri, doğanın yeniden yerine koymasına fırsat vermeyecek hızla balıkları avlamaya devam ediyor. Dev gemiler, son teknoloji ürünü sonar ekipmanlarla balık sürülerinin yerlerini rahatlıkla buluyor. Gemiler için “yüzen fabrika” demek de yanlış olmaz, çünkü bu gemilerde balıklar işlemden geçiyor, paketleniyor ve donduruluyor. Kısacası, teknoloji bu şekilde kullanıldığı sürece balıkların yaşama şansı yok.
Kanadalı araştırmacıların yaptığı açıklamaya  göre, 2048 yılında vahşi ortamında avlanan balıkların soyu tamamen tükenecek. Bu durumda birçok akademisyen, araştırmacı ve hükümetlerin dahi ortak görüşü balık avının savunmasız alanlarda yasaklanması ve avlanan balıkların tekrar stoklanabilmesi için zaman verilmesi. Balık endüstrisindeki firmalar ise büyük ölçüde işsizliğe neden olacağı gibi savlarla bu fikre sıcak bakmıyor elbette ve sınır tanımadan her yerde avlanabiliyorlar.
Durum kötüleştikçe ülkeler farklı yaklaşımlar deniyor. Japonya bu konuda topluluklara sorumluluk verirken, İzlanda, Yeni Zelanda ve Avustralya’dan daha radikal kararlar çıkıyor.
Önerilen çözümlerden biri de türlerin bilimadamlarının belirlediği miktarda avlanabilmesi. Bu miktar ise her yıl hükümetler tarafından balık türlerinin gelişimi incelenerek belirlenecek. Böylece balıkların tekrar üremesi için olanak sağlandığı yapılan çalışmalarla da ispatlanmış durumda.
Araştırmacılara göre, balık avlama koşullarını, balıkçılığı tekrar elden geçirmek ve okyanuslarımızdaki yaşamı korumak için hâlâ vaktimiz var. Korunan alanlar, su yaşamınının kaderini değiştirebilir. Ancak bu projelerin vakit kaybetmeden yeni nesiller tarafından benimsenip uygulanması gerekiyor ki yarın çok geç olmasın.

Bunu Paylaşın