İklim krizi, kuraklık, salgın hastalıklar, nükleer felaket, vs… Dünya’daki yaşam tehdit altında. Peki, bizi ne kurtarır? Nuh’un Gemisi’ni modernize etmek mi, nükleer silahlardan vazgeçmek mi?
Belki dikkatinizi çekmiştir, yakın zamanda ABD’den bir teklif geldi. Biliminsanlarının oluşturduğu bir grup 6,7 milyon bitki ve hayvan türüne ait DNA’nın bir felaket durumunda kaybolmaması için Ay’da saklanmasını önerdi. Tabii devasa bir maliyeti olacağı için hemen kabul görmeyeceğini tahmin edebileceğimiz bir öneri bu, ancak bize söyledikleri açısından çok değerli.
Biraz ayrıntı vermek gerekirse; öneride, Ay’daki tünel ve mağaraların içinin depolama alanı olarak kullanılması düşünülüyor. İçinde sperm, yumurta ve tohumların depolandığı bir tür Nuh’un Gemisi’nin bu mağaralarda korumaya alınabileceği hesaplanıyor. Ama önce, bunca genetik materyali oraya taşımanın getireceği maliyetin nasıl karşılanacağının yolunun bulunması lazım.
Yeryüzündeki genetik materyali yedekleyip saklamak heyecan verici bir öneri aslında, ama neden gerek duyuluyor, diye düşününce cevaplar o kadar göz ışıltıcı değil. Ay’a DNA stoklamanın nedeni Dünya’daki “kıyamet senaryoları”; yani, mesela bir nükleer savaş, mesela önü alınamayan bir salgın, mesela iklim değişikliğinin geri döndürülemez sonuçları, mesela küresel düzeyde kuraklık, vs…
Peki, neden bu kadar kaygı duyuyoruz, kıyamet senaryoları neden bu kadar gündemimizde? Cevabı güncel verilere bakarak verebiliriz…
Ufukta nükleersiz dünya yok
Geçen ay, İngiltere nükleer savaş başlığı stoklarını artırma kararı aldı. Oysa, daha önce, 2020’lerin ortasına kadar nükleer silah stoklarını azaltmayı, nükleer savaş başlıklarının sayısını 180’e indirmeyi planlıyordu. Fakat yeni karara göre nükleer silah sayısını 260’a çıkaracak; gerekçe ise “2010’dan bu yana değişen güvenlik durumu”. İngiliz Hükümeti’nin bu konuda hazırladığı rapora bakılırsa “2030 itibarıyla bir terör örgütünün başarılı bir kimyasal, biyolojik ya da nükleer saldırı yapması muhtemel”. Üstelik hemen her konuda farklı düşünen muhalefet de “nükleer silahların elde tutulması gerektiği konusunda” aynı fikirde.
İngiltere’deki gelişme en güncel örnek tabii, yoksa maalesef İngiltere bu tavrında yalnız değil. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI – Stockholm International Peace Research Institute)’nün dünyadaki nükleer silahlanmaya ilişkin son raporunda dünyadaki nükleer silah sahibi ülkelerin cephaneliklerini modernleştirdiği belirtiliyordu. Gerçi aynı rapora bakılırsa, nükleer silahlardaki artış bir önceki yıla oranla yüzde 3,35 civarı gerilemişti ama işte bu umut verici bir gerileme değil, kaynakların nükleer silahların modernleştirilmesine harcanmasıyla ve Rusya ile ABD’nin süresi dolan nükleer silahlarını kaldırmasıyla ilgili. Keza, Çin de nükleer silahlarının modernizasyonuyla ilgili bir strateji izliyor. Raporda yer alan bilgilere göre, dünya genelinde 13 bin 400 nükleer başlık bulunduğu tahmin ediliyor.
Yokoluşun salgın hali
Bir yıldır bütün dünyayı bir tür altüst oluşa sürükleyen Covid-19 salgını sürerken herkesin okumaktan usandığını düşünüyorum gerçi, ama bir iki noktanın altı tekrar çizilmeli: Aşı alanındaki gelişmelere rağmen gerçek anlamda çözüme ulaşmış değiliz. Aşıların koruma süreleri kısıtlı, yan etkileri tüm yönleriyle görülmedi, insanların bu virüse kalıcı bağışıklık geliştirip geliştiremeyeceği birçok bilinmeyen faktöre bağlı, ekonomiler uzun süreli karantinalara karşı dayanıksız, yoksulluk artıyor ve salgın buna körük tutuyor, hükümetlerin salgın karşısındaki tutumu zenginle yoksul arasındaki uçurumu büyütürken herkesin içine düşeceği bir çukuru kazıyor.
Sürece ilişkin tahminler ve süreye ilişkin öngörüler farklı olsa da ortak bir felakete sürüklendiğimiz ortada; salgının doğası gereği hepimiz kurtulmadan hiçbirimizin kurtulamayacağı belliyken kimse yeterince ders almış gözükmüyor. Tarihte emsali olmayan bir salgının içindeyiz, bütün kültürümüzü, iletişim biçimlerimizi değiştirecek bir anlamı var bunun. Aşı politikalarındaki yanlışlar sürerken virüsün ortaya çıkışında etkili olduğu düşünülen doğa/ekonomi/gıda politikaları yeterince masaya yatırılmıyor. Kısacası, bunu atlatsak bile temel yaşam biçimimizde farklılık yaratmadığımız takdirde, kısa süre sonra bir başka salgınla cebelleşmek zorunda kalma ihtimalimiz çok yüksek ve sonuçları telafi edilemeyecek kadar ağır olabilir. Tek kalıcı çare, doğayla ilişkimizi, işgalci tutumumuzu, üretim biçimimizi, tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmek.
Doğayla dost politikalar
Mart ayında yayımlanan yeni bir araştırma, pandemi kısıtlamalarının iklim değişikliği üzerindeki etkisinin sanıldığı kadar büyük olmayacağını ortaya koydu. Oysa koronavirüs pandemisi yüzünden maruz kaldığımız kısıtlamaların atmosfere zararlı sera gazının emisyonunda azalmaya yol açacağı ve iklim değişikliği üzerinde olumlu etkileri olabileceği düşünülüyordu. Kanada İklim Modelleme ve Analiz Merkezi’nin araştırmasına göre, evet, dünya genelinde uygulanan kısıtlamalar atmosfere zararlı sera gazı emisyonunda bir azalmaya neden oldu, ancak hayır, iklim değişikliği üzerindeki etkisi uzun dönemde “kanıtlanamayacak derecede az” olacak.
Küresel ısınmayı azaltmak için her yıl düzenli olarak emisyonların “sıfırlanması” gerekiyor. Bu şekilde iklim değişikliğinin seyrini değiştirmek mümkün.
Kanada’daki araştırmacıların söylediği gibi, “Şu anda önemli olan, ülkelerin korona döneminde durgunluk sürecine giren ekonomileri canlandırmak için ne tür önlemlere başvuracağı”; uzun vadede olumlu sonuçları bunlara bağlı olarak görebiliriz.
Su olmazsa felaket olur
Dünyada büyük bir krize, salgınlara, ölümlere ve eşine az rastlanır göçlere neden olacak gibi gözüken su krizi gezegendeki hayatı tehdit eden tehlikelerin başında geliyor belki de. Bu yılın ocak ayında ABD’de yapılan bir araştırma gelecekte yaşanacak kuraklıklardan etkilenecek kişi sayısının bu yüzyılın sonuna kadar ikiye katlanacağını söylüyordu. Nature Climate Change’de yayımlanan araştırmada, aynı zaman zarfında içme suyu kaynaklarının da yeryüzünün üçte ikisinde hızlı bir şekilde azalacağına dikkat çekiliyordu. ABD’nin bazı bölgelerinde, Akdeniz bölgesinde, Afrika’da, Avustralya’da ve Amazon nehrinde su kıtlığının “özellikle alarm verici” olduğunu söyleyen araştırma, 2100 yılına kadar her 12 kişiden birinin su kıtlığı ile karşı karşıya kalacağını öngörüyordu.
Su politikalarında ve onu etkileyen bağlantılı politikalarda uluslararası düzeyde ortak adımlar atılması gerekiyor. Yoksa sadece kuraklığın doğrudan görüldüğü yerleri değil, dünyadaki tüm insanların varoluşunu etkileyecek.
Yani, “Nuh’un Gemisi” aslında hepimizin aynı gemide olduğunu gösteriyor ve geminin su almakta olduğunu.
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.