İnsanlık akıldışı yaşadığı tarihini, binlerce yılın sonunda geldiği yeri hazmetmekte güçlük çekiyor. Denizler can derdinde, teknoloji dev adımlarla yerinde sayıyor, küresel travmalar hazin geleceğimize işaret ediyor, kaçınılmaz son yaklaşıyor… Ama o da ne!
Ne garip! Denizler yeryüzündeki hayatın ve bizim varlığımızın en önemli parçalarından biri ama hakkında sandığımız kadar bilgimiz, bildiğimiz kadar da önceliği yok.
ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (NOAA)’nin 2022 verileri gösteriyor ki, insanlar son dönemde artan teknolojik gelişmelere rağmen, deniz tabanının henüz yüzde 20’sinin bile haritasını çıkarabilmiş değil. Derin denizlerde çalışmak, keşfetmek çok büyük basınçla, soğuk ve karanlıkla başedebilecek bir teknolojiyi gerektiriyor tabii. Ayrıca okyanusların tabanı karaya göre çok daha engebeli, ki bu da hareket edebilmenin önündeki büyük engellerden biri.
Gezegenimizin denizlerinin yüzeye yakın kısımları üzerine bildiklerimizle kazandığımız öngörüler ise harekete geçmediğimiz sürece yeterince anlam kazanmıyor. Okyanus ve denizlerdeki plastik sorunu en tipik örneklerden biri. Kim bilir son yıllarda kaç kez bilimsel raporlarla, etkileyici görsellerle, ayrıntılı belgesellerle plastiklerin denizlerde yarattığı tahribata dikkat çekildi ama henüz alınmış etkin, uluslararası bir önlem yok. Yaklaşık üç yıl önce yayınlanan Türkiye’deki Deniz Canlılarında Mikroplastik Kirliliği raporunda, ülkemiz sularındaki incelenen balıkların yüzde 44’ünün, yani neredeyse yarısının midesinde mikroplastik bulunduğu belirtilmişti. Denize kadar ulaşan plastiğin sonunda vücudumuza da girdiğinin kanıtıydı bir bakıma. Plastiğin deniz ve okyanuslarda yarattığı, doğanın üstesinden gelemeyeceği kirlilik de var tabii. Deniz canlılarını yok eden bir kirlilik…
Italo Calvino’nun Görünmez Kentler adlı gözalıcı yapıtında, Teodora kentinden söz edilirken anlatılan yok edilişe benziyor denizlerdeki süreç.
“Gökyüzünü akbabalardan temizledikten sonra yılanların yayılmasıyla uğraşmak zorunda kaldılar; örümceklerin yok edilmesi sineklerin kara bulutlar gibi üremesine yol açtı; akkarıncalara karşı kazanılan zafer, kenti tahtakurtlarının yönetimine bıraktı. Kentle uzlaşamayan türler bir bir boyun eğdiler ve soyları tükendi.”
Denizler önceliği alamıyor derken kastımız insanların yaşam biçiminin, üretim ve tüketim alışkanlarının canlıları etkileyen böyle yaşamsal sonuçları işte. Hatta aslında daha fazlası da…
Yakın zamanda, iklim değişikliği kaynaklı deniz seviyesindeki yükselişi ele alan bir makalede, konuyla ilgili bildik bakışın ötesine geçen bir yaklaşım vardı. Bilim insanlarının ve konunun tarafı olan kıyı sakinlerinin genellikle kentlerin ne zaman ve nerede kalıcı biçimde sular altında kalacağına odaklandığına, oysa deniz seviyesindeki yükselmenin başka sorunlar da yaratacağına dikkat çekiliyordu. Yükselen denizlerin yollardan ve hayati öneme sahip altyapıdan kopmayı, bir tür izolasyonu beraberinde getireceğinden bahsediliyordu. Örnek olarak anılan ABD’nin kıyı kesiminde, deniz seviyesindeki bir metre yükselişin sonucu olarak, sular altında kalacak olandan iki kat daha fazla insanın tecride maruz kalacağı hesaplanmıştı. “Yaşamını deniz seviyesinden üç metre yüksekte sürdüren insanların evlerinde bir sorun yaşanmayabilir, ancak bu durum onların rahatlıkla markete gidebilecekleri anlamına gelmiyor.”
Humphrey Bogart neyi değiştirebilir?
İklim değişikliği, deniz seviyesindeki artış, ısınan sular, doğanın kaldırabileceği sınırları çoktan aşmış olan organik ve plastik kirlilik, deniz canlılarının aşırı tüketimi ve yok ettiğimiz doğal üreme alanları… Her biri başlı başına bir tür çevre felaketine yol açabilecek ve/veya varoluşumuzu derinden etkileyebilecek, göçlere neden olacak, yaşamlarımızı değiştirebilecek sonuçları olan olaylar; öngörmemize rağmen önüne geçebilecek iradeyi gösteremediğimiz çevresel/toplumsal/ekonomik sorunlar. Tek tek ele alındığında bile altından kalkmakta güçlük çekeceğimiz, bir arada düşündüğümüzde çözümlere ve geleceğe dair umutsuzluğa savrulacağımız konular… Ancak öyle gözükmese de ‘kaosun varoluş düzeninin’ mantığı gereği daima bir devam yolu bulmak mümkün. İnsanlığın binlerce yıl sonunda vardığı yere bakınca inandırıcı gelmese de aslında böyle.
Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak adlı kitabında, Ingrid Bergman ve Humphrey Bogart’ın başrollerinde oynadığı, Michael Curtiz’in ünlü filmi Casablanca’nın sonunu örnek verir. “Mevcut sonu (Bogart aşkını feda eder ve Bergman kocasıyla gider), önceki eylemlerin ‘doğal’ ve ‘organik’ sonucu olan bir şey gibi yaşarız, ama başka bir son hayâl etseydik –mesela Bergman’ın kahraman kocası ölseydi ve Lizbon uçağına onun yerine Bergman’la birlikte Bogart binseydi- izleyiciler bu sonu da önceki olayların doğal sonucu olarak yaşayacaklardı. Her iki durumda da önceki olayların aynı olduğu açıkken, nasıl mümkün oluyor bu peki?”
Zizek’in dikkat çektiği “her noktada işlerin başka türlü gelişebileceğidir”.
Bu da bize her zaman her şeyin değişebilme potansiyelini hatırlatır. Yani, tarihin bir noktasında yokoluş kaçınılmaz gibi gözükse de gidilebilecek bir yer vardır.
O halde, The Doors’un “Soul Kitchen” (Ruh Mutfağı) şarkısının sözleriyle bitirmek uygun olur.
“Eh, artık kapatma vakti diyor saatler
Gitsem iyi olacak galiba
Bütün gece kalmak isterdim aslında
Sokak lambalarının soluk ışıkları
Geçip giden arabaların farlarına karışıyor
Tatsız bir sürpriz bozmuş galiba kafanı
Gidecek bir yer var yine de
Gidecek bir yer var yine de (…)”*
*İstanbul’dan Gelen Telefon / Müzik Eşliğinde Bir Söyleşi (John Berger – Yücel Göktürk / Metis Yay.) kitabından alıntılanmıştır. Şarkı sözlerinin çevirileri Yasemin Akbaş ve Yücel Göktürk tarafından yapılmıştır.