Vincent van Gogh, Drakula, Frankenstein, Voltaire, Assange, Snowden… Lafı olan yere, zamana, hatta konuya bakmıyor, satırlar yetmiyor; iklim değişiyor, kelimeler uçuşuyor, eylemler kalıyor; benim aklım karışıyor
Bu dünya bende çoğul kişilik bozukluğu yaratacak sonunda. Kendini sürekli bir o yana, bir bu yana, sonra bir başka tarafa savrulmuş buluyor insan.
Geçenlerde Britanya merkezli, iklim krizi konusunda kampanyalar üreten Just Stop Oil (Petrolü Durdurun) üyeleri Vincent van Gogh’un Londra’da sergilenen Ayçiçekleri tablosuna çorba atıp ardından kendilerini duvara yapıştırdı ve eylemlerinin amacını anlattı; “Hayat mı, sanat mı daha değerli? Adaletten, gıdadan daha mı değerli? Bir tablonun korunmasına gezegen ve insanları korumaktan daha mı çok önem veriyorsunuz? Yaşam giderlerinin artışı petrol fiyatlarıyla ilintili. Milyonlarca kişi soğukta, aç. Bir konserve çorbayı bile ısıtacak kadar enerjiye sahip değiller.”
Bu konuyu bir dost meclisinde en yakın arkadaşıma aktarırken bizi dinleyen tanıdık biri “vahşet bu” diye söylendi. Ancak en yakın arkadaşım itiraz etti. “Ne münasebet! Tabloda cam var, zarar görmemiş, amaç sanat karşıtlığı değil zaten, seslerini duyurmaya çalışmış insanlar.”
Bunun üzerine, muhtemelen başka birinin en yakın arkadaşı olan bir kişi, kendi eylemci geçmişinden örneklerle her iki görüşe de katılmadığını belirtti. Ona göre, bir eylem mümkün olan en fazla sesi getirmesi için daha görünür mekânlarda yapılmalıymış ve eylemin biçimi de sözü de tartışmaya yer vermeyecek kadar açık olmalıymış.
Ve tabii bunlar sohbetin son sözleri olmadı, daha önce fikir beyan edenler ve etmeyenler hep bir ağızdan konuşmaya başladılar. Böylece kısa sürede, sadece bir sesi takip etmenin mümkün olmadığı bir kakafoni yaşanmaya başladı. Eylemcilerin “Frankenstein’in canavarı gibi çaresizlik içinde” hareket ettiğini söyleyen de vardı, değerli tabloları alıp satanları vergi kaçıran ve toplumun kanını emen vampirler olarak niteleyen de… Ortalıkta uçuşan lafları algılamak giderek zorlaşıyordu. Bu sözlü arbede içinde kulaklarına çalınanlardan hareketle her iki görüşün yetersizliğini vurgulayan biri bana eğildi ve sanki ben zabıt kâtibiymişim gibi, söylediğini anlayıp anlamadığımı kontrol eden gözlerle süzerek söylendi. Belli ki kayıtlara hatasız biçimde geçmesini istiyordu. “Franco Moretti, Frankenstein’ın canavarıyla Drakula’yı birbirinden ayrılamayan, birbirlerini tamamlayan iki kişilik olarak görür. Bir toplumun iki korkunç yüzü olarak… Bir toplumun iki yüzü, iki ucu…”
Bir süre vakit kazanmak için çenemi sıvazlayıp hafifçe başımı salladım. Ardından, konuya az sonra gelecekmişim ama önce vurgulanması gereken bir nokta varmış hissi yaratan sihirli kelimeyi söyledim. “Öncelikle…”
“Öncelik doğanın ve gezegenin kurtarılmasında” diye lafa girdi bir anda yanıbaşımızda biten ve belli ki tartışmaya dâhil olmak için epey beklemiş olan bir arkadaş. “Öyle etrafınıza haç, sarımsak koyarak küresel ısınmadan ve yok edici sonuçlarından korunamazsınız. Eylemciler dikkatinizi çekmek için daha ne yapsın?..”
“Ben Voltaire gibi düşünüyorum” dedi bir başkası buna karşılık. “Asıl tehlike günümüzün kan emen vampirlerinde, borsa spekülatörlerinde.” Buyrun bakalım… “Bir Voltaire eksikti” diyeceğim ama lafa giremiyorum ki, konuşmadan bir kelime duyan cümlesini alıp yanımıza geliyor. İşte elleri, kollarıyla geniş hareketler yaparak kendine yol açan biri daha çöktü başımıza. “İlk vampir sanılanın aksine, Bram Stoker’ın Drakulası değil, Lord Byron’ın ‘The Vampyre’ı. Hatta onun da değil, çünkü sonradan öyküyü sevgilisi John Polidori’nin yazdığı anlaşıldı.”
Dehşet içindeyim. Bir yandan konunun buraya nasıl geldiğini kavramaya çalışıyorum, bir yandan söyleyeceklerimi zihnimde toparlamaya çabalıyorum, bir yandan iklim aktivistleri için endişeleniyorum. Sanki biz burada lafı dolandırdıkça gecikeceğiz, üzerinde “güvenlik” yazan ceketleriyle birtakım adamlar duvardan söküp aldıkları aktivist gençlerin gözaltında canını yakacak, sonra hepimiz suçluluktan başımızı o duvarlara vuracağız gibi geliyor. Hatta vurmuşum gibi başım ağrıyor artık…
O sırada kim bilir kimin en yakın arkadaşı, “Hep aynı şey oluyor. Aktivistlerin anlattıkları mesele, uyarıları güme gidiyor” diye tartışmayı ilk zeminine çekmeye uğraşıyor. Ben minnettar gözlerle bakarken hızını alamayıp başka bir noktaya savruluyor. “İşlerine gelmeyen doğruları gösterenlerden hoşlanmaz iktidar sahipleri. Sadece hapse atmakla ya da gözdağı vermekle kalmazlar, doğruyu söyleyenlerin mesajlarını çarpıtırlar, suyu bulandıracak tartışmalar açılmasını sağlarlar. Eylemciler daha ileri giderse bir tür cadı avı bile başlatırlar.”
Yumruğunu ve sanırım dişlerini sıkarak sözü alıyor bir başkası. “Evet. Daha ileri gidenlere hayatı zindan ediyorlar. Şu hâkim devletlerin Assange’a, Snowden’a yaptıklarını unutmayalım… Onlar çok az yapılanı başardı, devlet eliyle işlenen suçları ortaya çıkardı ve belgeledi. O yüzden onlara devasa bedeller ödetiyorlar. Oysa tarih boyu boş yere suçlanıp öldürülen cadılar kadar masum, doğru yolu gösteren bilgeler kadar değerli insanlar onlar…”
Bu oradan oraya zıplayıp duran konular beni afallatıyor ama aklını açık tutabilenler de yok değil. “Herkesin düşüncesi kendine, vahşeti başkasına tabii” diyerek uzun bir tirada başlıyor yüzünü göremediğim biri. “Üzerinde yaşadığımız gezegende, temel insan hakları arasında sayılan yaşama ve beslenme hakkı ihlâl edilen insanların sayısı akıl almaz rakamlara ulaşmışken, savaşlarla sayısız canlının ölümüne yol açılırken, doğayı plastiklerle boğup, maden bulacağız diye siyanür ve benzeri öldürücü maddelerle zehirlerken, rant uğruna canlıların yaşam alanlarını yok ederken hangi vahşetten söz ediliyor diye düşünmemek elde değil; kabul edelim, uygarlığımızın bizi getirdiği noktada hepimiz biraz canavarız.”
Bu kadar uzun bir cümlenin sonunu, başını unutmadan getirebilmesini ihtimal dışı gördüğümden nereden okuyor diye çevreme bakınıyorum. Bakışlarımdaki karmaşayı anlayan bir arkadaş bir adımda yanıma gelip kulağıma eğiliyor: “Çorba!”
“Hah, evet” diyorum, “Çorba oldu her şey. Ne konuşuyorduk, ne söylüyorduk karıştı…”
Gülümseyerek “Hayır” diyor, “Aktivistlerin attığı çorbayı soruyorum; ne çorbasıydı acaba?”
Bu haberin/makalenin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmeden yayımlanamaz. Kaynak gösterilse dahi aktif link verilerek kullanılabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayımlayanlar hakkında yasal işlem başlatılır.