Dünyaya mavi gözlerle bakmak!

MDN İstanbul

Barbaros Büyüksağnak / (E) Dz. Kurmay Albay - Piri Reis Üniversitesi Öğr. Görevlisi

Okyanuslar ve denizlerin ön plana çıktığı bir yüzyılda yaşıyoruz. 510 milyon km2 yüzölçümüne sahip yeryüzünün yüzde 71’i yani yaklaşık 361 milyon km2’si tuzlu sularla kaplı. Bu suların toplam hacmi 1,35 milyar km3.

Ortalama derinliği 3,700 metre olan okyanuslar dünyadaki tüm suların yüzde 97’sini oluşturuyor. Dünyamız ve yaşam için bu derece önemli olan okyanus veya denizlere kıyısı olan ülkeler için ise vatan kavramı artık sadece karalarla sınırlı değil. Geçen yüzyılın ikinci yarısında deniz hukukuna ilişkin yapılan geniş katılımlı konferansların ardından hazırlanan sözleşmeler ve teknolojinin ulaştığı yüksek seviye kıyıdaş ve denizci devletlerin, denizlerin binlerce metre dibine ulaşarak başta petrol ve doğalgaz olmak üzere çeşitli madenleri çıkarmalarına ve balıkçılık faaliyetleri ile ekonomik kazanç elde etmelerine olanak sağlıyor.

Türkiye’nin çevresindeki 3 denizde tam 13 devletle deniz sınırı mevcut. Bu durumun dünyada benzeri yok. Uygarlıkların beşiği Anadolu’nun jeostratejik önemi çözülmesi pek de kolay olmayan birçok sorunla birlikte yine karşımıza çıkıyor. Batı komşumuz Yunanistan ile aramızda daha önce yaşanan Kıbrıs ve Adalar Denizi kaynaklı sorunlara son dönemde bir yenisi daha eklendi. Bu sorun; Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarından biri olan “Münhasır Ekonomik Bölge” (MEB) sınırlarının belirlenmesi veya bir başka açıdan bakıldığında, bölgenin en uzun kıyılarına sahip ülkesi konumundaki Türkiye’nin uluslararası hukuk kurallarına uygun girişimlerinin engellenmeye çalışılması sorunudur. Aslında konuya uluslararası hukuk pratikleri açısından bakıldığında, sorunun Akdeniz’in Anadolu’nun güneyinde kalan kesiminde ana karası bulunmayan Yunanistan’ı değil, sadece belirtilen bölgedeki kıyıdaş devletleri ilgilendirdiğini görüyoruz. Ancak, Kıbrıs’ta yaşayan Türkleri temsil etmemesine rağmen tüm Ada’nın sahibiymiş gibi AB’ye üye kabul edilen GKRY’nin Mısır, Lübnan ve İsrail’le MEB anlaşmaları yaparak, Yunanistan ile birlikte ve AB’yi de arkalarına alarak 1,792 km kıyıya sahip Türkiye’yi dikkate almadan gerçekleştirdikleri oldubittiler bölgede herkesin kabul edebileceği sağlıklı bir çözüme ulaşılmasına, barış ve istikrarın sağlanmasına ne derece katkı yapabilir ki? Temel uluslararası hukuk kurallarına göre yapılan ikili anlaşmaların üçüncü tarafların hak ve çıkarlarını ihlâl etmemesi ve potansiyel iddiaları ile çakışmayacak bir noktada durması gerekir.

Yunanistan/GKRY ikilisi kendilerince çeşitli tasarruflarda bulunadursun, biz bu suları ‘Mavi Vatan’ımızın bir parçası olarak görüyoruz. Türkiye, Anadolu ve Trakya’da sahip olduğu 780 bin km2’lik Ana Vatan’ına ilaveten Karadeniz’in neredeyse yarısını oluşturan kısmını 1986 yılında yapmış olduğu MEB ilanıyla “Mavi Vatan’ın bir parçası” olarak gördüğünü deklare etmiştir. Böylece, tıpkı Akdeniz’de olduğu gibi, Karadeniz’de de en uzun kıyılara sahip ülke olmanın avantajını kullanan Türkiye, muhataplarıyla diplomatik yollarla yapmış olduğu görüşmeler sonucunda hakkaniyetli ve adil bir çözüme ulaşılabileceğini kanıtlamıştır. Bu başarının sonuçlarını geçtiğimiz günlerde Sakarya sahasında yapılan doğalgaz keşfiyle taçlandırıyoruz. Şimdi sırada Akdeniz ve Adalar Denizi var.

Adalar Denizi ile ilgili olarak bir hususu özellikle belirtmek isterim. Yunanistan ile Türkiye arasına sıkışmış muhtelif büyüklükteki koy ve körfez ile irili ufaklı 1,800 civarında adaya ev sahipliği yapan ve Akdeniz’in bir kolu olan Adalar Denizi, bu özellikleriyle dünyada eşi bulunmayan bir örnek oluşturmaktadır. Bu özelliklerin yanı sıra, Yunanistan’a ait çok sayıda adanın Türkiye anakarasının yakınında bulunması ve bunlardan bazılarının ihtilaflı durumda olması bu Denizi, iki kıyıdaş devlet arasında deniz yetki alanlarına ilişkin olarak uluslararası hukuka, hakkaniyet ilkesine ve nesafet kurallarına uygun, adil bir çözüm bulunması en zor denizlerden biri konumuna sokmaktadır. Bunun yanında, Osmanlı Dönemi ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Adalar Denizi veya Akdeniz olarak adlandırılan suların birdenbire kaynağı ve ileride neden olabileceği sonuçlar düşünülmeden tarafımızdan da “Ege” olarak adlandırılmış olması ne kadar doğru ve anlamlıdır?

Dünyaya mavi gözlerle yani denizci bir perspektiften bakamayan uluslar maalesef çok şey kaybetmiştir. Ümidim odur ki, en kısa sürede okullarımızın ders planlarına ilave edilecek “Mavi Vatan” derslerinde yer alacak bu konunun da tarihi gelişimiyle anlatımının sağlanması öğrencilerimizin bilinçlenmesine çok fayda sağlayacaktır. Mavi Vatan kavramının altında yatan derin anlamı her geçen gün daha fazla benimseyerek denizcileşen ve mavi bir vizyona sahip olmaya başlayan Türkiye’nin önümüzdeki dönemde atacağı adımlardan birinin de bu denizin adını, aslına dönerek değiştirmek olması gerektiğini değerlendiriyorum.

Dönelim tekrar deniz hukukuna. Deniz hukuku ile ilgili kuralları dünyada ilk kez derleyen ve formüle eden düzenlemeler 1958 tarihli Cenevre Deniz Hukuku Sözleşmeleri ile yapılmıştır. Kararlaştırılan dört temel konudan biri olan kıta sahanlığı aslında daha çok coğrafyacılar ve jeologlar tarafından tanımlanan bir terimdir. Kıyıdan itibaren deniz derinliği yavaş yavaş artar ve deniz yatağı genellikle kıyıdan itibaren 183 metre derinliğe ulaştığında derinlik artışı hızlanır. İşte coğrafyacılar ve jeologlar bu derinliğe kadar olan deniz yatağını kıta sahanlığı, aniden derinleşen yamacı ise kıta yamacı olarak adlandırmıştır. Kıta sahanlığı kavramı uluslararası alanda ilk kez, 2’nci Dünya Savaşı sonrasında 1945 yılında ABD Başkanı Harry Truman’ın yaptığı bildiride geçmiş ve 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi ile uluslararası hukuktaki yerini almıştır. Burada alınan kararlarla kıta sahanlığı 200 metre derinlik kriteri ile belirlenmiştir.

Daha sonra 1973-1982 yılları arasında devam eden görüşmelerin ardından 10 Aralık 1982 tarihinde Jamaika’da imzalanan ve günümüzde “Okyanusların Anayasası” olarak görülen 3’üncü Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)’nde derinlik kriteri bir tarafa bırakılarak genişlik kriteri kabul edilmiştir. Buna göre kıta sahanlığı; karasularının ölçülmesinde kullanılan esas hatlardan itibaren 200 deniz mili (370 km) mesafeye kadar olan deniz alanının deniz yatağı ve toprak altını araştırma ve canlı olmayan kaynaklarını işletme hakkı olan deniz kesimi olarak tanımlanmıştır. Bu alan özel durumlarda 350 deniz miline kadar uzatılabilmektedir. Bizim bugünlerde üzerinde çokça konuştuğumuz MEB kavramı ise 1982 yılında ortaya çıkmış bir kavramdır. Kıta sahanlığından farkları; en çok 200 deniz mili genişliğinde olması, deniz yatağı ve toprak altı ile üzerindeki su kesiminde bulunan canlı kaynakları da kapsaması ve ilan edilme zorunluluğudur.

Doğu Akdeniz’de hiçbir ülke arasında 400 deniz milinden fazla mesafe olmadığından taraflar arasında anlaşma yapmadan çözüme ulaşmak mümkün değildir. Örneğin, Türkiye ile Mısır arasındaki mesafe 280 deniz milidir. Denizin ortasında bir de Kıbrıs gibi ihtilaflı bir adanın bulunduğu düşünüldüğünde çözüme ulaşmak öncelikle ilgili tüm tarafların bir araya gelerek anlaşması veya uluslararası mahkemelere başvurması neticesinde mümkün olabilecektir.

Türkiye, bölgedeki Suriye ve İsrail gibi BMDHS’ye taraf olmayan az sayıdaki devletlerden biri olsa da deniz hukukunun başlıca kaynaklarından biri sayılan teamül (örf ve adet) kurallarına göre çevre denizlerdeki haklarını kullanabilmektedir. Son yıllarda küresel ısınma ve insan kaynaklı iklim değişikliği nedeniyle deniz buzlarının erimesi sonucunda jeopolitik önemi giderek artan dünyanın bir diğer tartışmalı bölgesi Kuzey Kutup Bölgesi merkezinde yer alan Arktik Okyanusu’dur. Rusya, Kanada, Norveç, Danimarka ve ABD’nin kıyıdaş statüsünde olduğu Okyanus’ta karşılıklı kıyılar arasındaki mesafeler 400 deniz milinden fazla olduğu için ABD hariç tüm devletler kıta sahanlıklarını kıyıdan 350 deniz miline kadar uzatabilmek için Birleşmiş Milletler bünyesindeki Kıta Sahanlığı Sınırlarını Belirleme Komisyonu (CLCS)’na başvurmuştur. Özellikle kutup noktası altında okyanusun dibinde yer alan Lomonosov Sırtları’nın Rusya, Kanada ve Danimarka’dan hangisine ait olacağı merakla beklenmektedir. İlgili devletler ellerindeki tüm bilimsel verileri komisyona sunmakta ve verilecek kararı beklemektedir. ABD, BMDHS’yi imzalamış olsa da henüz onaylamadığından başvuruda bulunamamaktadır.

Tıpkı Doğu Akdeniz gibi Arktik Okyanusu’nu da son yıllarda bu derece önemli kılan nedenlerin başında ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) tarafından 2008 yılında 33 farklı jeolojik bölgede yapılan ölçümler sonucunda çoğu Rusya kıyılarında olmak üzere bölgede henüz keşfedilmemiş 90 milyar varil petrol, 47 trilyon m3 doğalgaz ve 44 milyar varil sıvı doğalgaz bulunduğunun açıklanmış olmasıdır. Aynı ABD kurumu tarafından 2010 yılında Doğu Akdeniz’de İsrail açıklarında yapılan araştırmalar sonucunda Arktik Bölgesi’ndeki kadar olmasa da zengin hidrokarbon yatakları bulunduğu açıklanmıştır. Levanten sahasında 1,7 milyar varil petrol ve 3,45 trilyon m3 doğalgaz olduğu tahmin edilmektedir. Bunun dışında Kıbrıs’ın güneyi ile Mısır’ın kuzeyinde de zengin yataklar olduğu bilinmektedir. 50 yıl öncesinin ekonomik olarak Avrupa’nın mütevazı ülkesi Norveç’in, Kuzey Denizi’nde petrol üretimine başlamasıyla bugün eriştiği ekonomik güce baktığımızda okyanus ve denizlerin ulusların kaderinde ne kadar önemli olduğunu görebilmek mümkün.

Denizleri sadece enerji perspektifinden değil ama tüm boyutlarıyla kıymetlendirmek zorundayız. Bu coğrafyada uzun süre varolabilmek için denizci bir devlet anlayışına ve deniz kültürüne sahip olmak şart. Bu ivmenin yakalandığını ve artarak süreceğini düşünüyorum. Yeter ki çevremizdeki gelişmelere, Cumhuriyetimizin kurucusu değişmez liderimiz Mustafa Kemal Atatürk gibi denizcileşmeyi önemseyen ve hem ticari hem askeri gelişmeyi uluslararası anlamda doğru izleyebilen mavi gözlerle bakmaya devam edebilelim!

Bunu Paylaşın