Yüce Yöney-İklim değişiyor, teknoloji değişmiyor

MDN İstanbul

İnsanlar et yemekte ısrar ediyor diye iklim değişir mi? Araştırmalara göre yanıt evet, bağlantı çok net. Ama zoraki vejeteryanler haline gelmeden de sorunu çözebiliriz, tüketimi değil, üretimi değiştirmek yeterli

Bilin bakalım birkaç ay boyunca neler işiteceğiz…
“Bu kış kurak geçiyor, yazın su sıkıntısı çekeceğiz… Duş sırasında sabunlanırken suyu kapatın, diş fırçalama esnasında boşa akıtmayın… Birkaç yıl evvel üstesinden gelmiştik, ta nerelerden su getirdik, yine getiririz. Projeler hazır…”
Bu tip uyarıları ve vaatleri duyacağız tekrar yakında. Su nereden hangi yolla gelecek, yönü değiştirilen sular bir bölgeyi rahatlatırken başka yerde nasıl tahribatlara yol açacak gibi soruları bir yana bırakalım. Günlük, mevsimlik çözümlerin uzun vadede deva olmayacağını bir kere daha göreceğiz. Göreceğiz, çünkü mesele “hepimiz aynı sorunu yaşıyoruz, milletçe fedakârlık” tarzı sloganlarla geçiştirilemeyecek kadar büyük. Mesele bugün iki tane projeyle, derelere borular döşeyip sağa sola su götürerek çözebileceğimizden çok daha fazlasını içeriyor. Mesele su sorunu; dünya ölçeğinde yaşanan bir sorunun yansımasını hissedeceğiz, çözüm de kolay değil kısacası.

Yakın döneme ait bir araştırmanın verileriyle konuşalım…
İklim Sonuçları Araştırma Enstitüsü bu yılın başında iklim değişikliğinin su kaynaklarını kuruttuğu konusunda uyardı. “Su kaynakları tükeniyor.” Neden; dünya ölçeğinde nüfus artışının etkisi olabilir mi? Evet, elbette etkisi var. Ama tek nedenin bu olmadığı da ortada. Enstitünün de dikkat çektiği gibi iklim değişikliği buzulların erimesine ve su kaynaklarının kurumasına neden oluyor. Bu cümlenin devamı pek iç açıcı bir tablo çizmeyecek ama araya “küçük bir umut” sokalım: İklim değişikliğini önlemek mümkün. Nasıl? En basit ifadesiyle, alınabilecek önlemlere dünyanın önde gelen sanayileşmiş ülkeleri başta olmak üzere, geniş çapta bir katılımla riayet edilirse küresel ısınmayı 1,5 dereceyle sınırlandırmak, bu düzeyde tutmak olanağı var. Peki, başarılır mı? Bu konudaki son konferansta ülkelerin aldığı tavırlara bakılırsa zor, ama dedik ya, diyelim ki bu yolda iyi niyetle çalışılmaya başlandı, o takdirde ısıma ve su kıtlığı konularında yaşanacak sorunlara büyük ölçüde engel olunabilir.
Aslında insanlığın bu konuda harekete geçmekten başka alternatifi yok. Şöyle söyleyelim: Sözünü ettiğimiz araştırmada bilim insanlarının endüstrileşme öncesindeki döneme göre 2,7 derecelik bir küresel ısınma olacağını varsaydığı belirtiliyor. Bu ne demek, onu da açıklıyorlar: Çok değil, yüz yıl sonra, dünyadaki nüfustan her 10 kişiden biri mutlak susuzluk tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Bugünkü durumda her 50 kişiden biri bu durumda, yani aslında şu anda bile durum vahim.
Mutlak susuzluktan kasıt, kişi başına yılda ortalama 500 metreküp su kalması. Anlamını bugünkü duruma referans vererek kavramak mümkün. Günümüzde dünya çapında su tüketimi, yıllık olarak kişi başına ortalama 1200 metreküp su. Bir başka araştırma, Dünya Kaynaklar Enstitüsü’nün hazırladığı dünya susuzluk atlası, mevcut durumda 37 ülkede insanların sınırlı su kaynaklarıyla yaşadığını gösteriyor.
Ve tekrar hatırlatalım, iklim değişikliği su kaynaklarının tükenmesine neden oluyor, önüne geçilmezse bu sorun daha da büyüyecek.

Yok edici eğilim
İklim değişikliğinin sonuçları kadar aslında onu tetikleyen nedenler de çeşitli. Bunlardan çarpıcı bir tanesi Heinrich Böll Vakfı ve Friends of Earth tarafından yayınlanan Et Atlası’ndaki verilerle ortaya çıkıyor. Bu çalışmaya göre, endüstriyel et üretimi ve artan et tüketiminin iklim değişikliği üzerinde etkisi ve bunun sonucunda hayatımızda tahripkar sonuçları bulunuyor.
Endüstriyel et üretimine dair istatistiki bir iki veri neden bahsettiğimizi anlamamıza yardımcı olacak nitelikte. Sözkonusu rapor bu sektörün buğday, arpa, yulaf ve mısır üretiminin yüzde 40’ını, toplam tarımsal alanın yüzde 70’ini ve tatlısuyumuzun çeyreğini kullanmamıza neden olduğunu söylüyor.
Elbette hemen açıklık getirmek lazım etle su arasındaki bu ilişkiye. Raporda 1 kg kırmızı et üretimi için harcanan su miktarının 15.455 litre olduğu ifade ediliyor. Bu verinin ne derece yüksek olduğu diğer besinlerle karşılaştırılarak anlaşılıyor: Mesela, 1 kg. havuç üretmek için 133 litre suya ihtiyaç var. Ya da domatese bakalım, onun bir kilosu için üretimde 184 litre su kullanılıyor. Şimdi gözlerimizi bu paragrafın ilk satırlarına kaydırırsak endüstriyel et üretiminde kullanılan su miktarını tekrar hatırlayabiliriz: 15.455 litre; yani 813 damacana su. Daha çarpıcı bir karşılığı da var bu rakamın. Günde üç litre su içildiği düşünülürse, bir kilo et üretimi için harcanan su miktarı bir insanın tam 14 yıllık su ihtiyacına denk düşüyor.

İnsan sağlığı
Yapılan çalışma gerçekçi olmayı elden bırakmadan bugün gitmekte olduğumuz noktayı geleceğe yönelik bir projeksiyonla yansıtıyor. Endüstriyel et üretiminin bir anda yok olmayacağından hareketle sektördeki eğilimi tespit ediyor ve eğilimin suni çiftliklerde veya tavukhane diye adlandırılabilecek yerlerde, bir başka ifadeyle daha küçük alanlarda daha fazla hayvan barındırılacak alanlarda üretime yöneldiğini ortaya koyuyor. Bu yöntem artık çok kişinin bildiği, en azından ülkemizde belli mecralarda sık dile getirilen bir yol. Hayvanlar varolma koşullarının ne olduğu dikkate alınmadan antibiyotik ve hormon kullanılarak yetiştirildiği ortamlarda yaşatılıyor. Antibiyotik ve hormonlarla yetiştirilen hayvanların tüketiciye ulaşması da insanların giderek daha dirençli bakterilerle savaşmak zorunda kalmasına yol açıyor. Bu ekstra dirençli bakteriler salgınlara giden yolu açık bırakıyor. Benzer bir şekilde genetiği değiştirilmiş organizmalar ya da yaygın bilinen adıyla GDO’lar da insanlara ulaşıyor. Bağlantı izlenmeye çok açık aslında. Hayvanları beslemekte kullanılan yemler GDO içeriyor, çünkü GDO’lu soya ve mısır hayvan yemi sektörünün tercihleri arasında, yemden hayvana geçiyor, hayvan et olarak paketlenip pazara sunuluyor, satış noktalarından da bizim soframıza kadar geliyor.

Gelecek o kadar uzak değil
Dönelim tekrar iklim değişikliğine… Endüstriyel hayvancılığın ürettiği sera gazları nedeniyle küresel iklim değişikliğini arttıran en önemli unsurlardan biri olduğu tespiti ilk değil. Sözünü ettiğimiz rapora göre, bir kilogram dana eti üretimi 27 kg karbondioksit eşdeğeri sera gazı salımına sebep oluyor. Sözü edilen değer kilometre başına 200 gram karbondioksit salan ortalama bir arabayla 135 kilometre dolaşma sonucunda ortay çıkanla aynı. Dolayısıyla ilk bakışta saçma görünse de durum çok net: Et tüketimi iklim değişikliğini artıran bir faktör.
Elbette buradan hareketle kimseye et yemeyin demek mümkün değil. Ancak et tüketiminin değilse de üretim biçiminin gözden geçirilmesinin gerekliliği gözüküyor. Yine de belirtelim, rapordaki et tüketimine dair veriler, daimi bir artış eğilimi gösteriyor. Yapılan hesaplara göre 2022 yılına gelene kadar et talebinde yüzde 80’lik bir artış bekleniyor. Talebin bu kadar büyük olduğu bir sektörde üreticinin yüksek kâr marjının peşinde koşmaması beklenemez, ama iklim ve sağlık üzerindeki etkileri de ortada, demek ki üretime dair düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Aksi takdirde mevcut endüstriyel et üreminin sonuçlarına katlanmamamız gerekecek, ki bahsi geçen etkiler “katlanmakla” atlatılamayacak kadar tahripkâr.
Dünyada nüfus arttıkça, ki artacak, teknolojiye yapılan yatırımlar da artmak zorunda, ki öyle oluyor. Maalesef mevcut koşullarda geleneksel yöntemlerle istenilen verimliliğe ulaşmak kolay değil. O halde elimizde 1980’lere ait bir kavram kalıyor: Teknolojinin doğru kullanımı. Madem vardığımız teknolojik düzey geri dönmeyi imkansız kılacak kadar ileride, madem teknolojinin nimetlerini reddetmek anlamsız, o halde yarattığı istenmeyen yan etkilerden uzaklaşacak biçimde evriltmeliyiz teknolojiyi. Artık sadece kâr odaklı teknolojiye yatırım yapmanın önüne geçilmeli, geleceğin teknolojisinin iklim değişikliği gibi topyekûn yok edici tehlikeleri beslemeyecek nitelikte olması benimsenmeli, ne olursa olsun sadece verimliliği gözetecek mantıktan uzak durulmalı, insan sağlığına olumsuz etkileri düşünülerek eninde sonunda hepimize değecek tehditler bertaraf edilecek bir gelişme anlayışının peşinde koşulmalı. Aksi durum şimdi görmezden gelsek de yakın zamanda dünyamızı korkunç bir gerçekle karşı karşıya bırakabilir ve o zaman önlem almak için geç kalmış olabiliriz.

Bunu Paylaşın